26 Aralık 2024 Perşembe Türkçe Subscribe Login

Catalog

Months
Days
Pages
SAYFA CUMHURİYET 31 TEMMUZ 2007 SALI 2 OLAYLAR VE GÖRÜŞLER EVET / HAYIR OKTAY AKBAL Meydan da Sizin, Sorumluluk da! Uluslararası sermaye imparatorluğuna karşı ulusal çıkarları ve ulusal onuru korumak faşizm değildir. Bu önemli fark, kimi basının “öcüler güçleniyor’’ çığlıkları arasında Türkiye’de gözlerden kaçırılırken, ulusalcı kesimin de içindeki kimi faşizan odakları ayıklayamaması, bilinçli seçmende tereddüt ve atalet yaratmıştır. PENCERE Varoluşumuzun Lideri... Bizim güzelim ülkemiz Atatürk’ümüzün heykelleriyle bezenmiştir... Neden?.. Kendimize özgü tarihimizi bilmeyen, tanımayan, değerlendiremeyen, bu ‘neden’in yanıtını da bilemez. ? Batı’da Aydınlanma tarihi, Reform ve Rönesans’la birlikte, nice kuşakların, nice liderlerin ve yüzlerce yıllık birikimin ürünüdür, ‘Bilimsel Devrim’ ve sanayileşmeyle aşağıdan yukarıya doğru pekişmiştir. Bizde bu iş nasıl oluştu?.. Bambaşka bir tarihle, önce ‘Kurtuluş’u yaşadık... Sonra sıra ‘Kuruluş’a geldi.. İkisinde de lider Atatürk’tü.. Dünyada eşi bulunmayan özel bir tarih bu; ‘Batı Emperyalizmi’ne karşı ilk ‘Milli Kurtuluş Savaşı’ndan sonra ‘Batı Aydınlanması’nı Kemalizmle ‘Kuruluş’a dönüştürenler, laik Cumhuriyetin temellerini attılar... Şevket Süreyya’nın kitabını yazdığı gibi ‘Tek Adam’ın hayatına sığdırıldı bu devrim... Ülkedeki Atatürk heykellerini bu çarpıcı tarihe oturttuğumuz zaman garipsenecek bir yanı yoktur; doğal mı doğaldır. ? Ancak hem doğaldır.. Hem değildir.. Çünkü İslamda heykel yasaktır.. Güzel sanatların iki muhteşem dalının, heykelle resmin, Müslüman coğrafyasında yasaklanması, Allah’ın değil, kulun marifetidir... Anadolu şehir ve kasabalarına serpiştirilmliş Atatürk heykellerinin anlamını ve işlevini ancak Türkiye’nin ‘Kurtuluş’ ve ‘Kuruluş’ tarihini bilen kişi değerlendirebilir. ? Kemalizm, en kısa deyişle bir İslam ülkesinde ‘Aydınlanma Devrimi’ demektir... Laikliğimiz.. Demokrasimiz.. Anayasamız.. Üçü de gökten zembille inmiş değil... Atatürk’ü anayasadan silerek karşıdevrimin hıncını çıkarmaya kalkışanlar iyi bir iş yapmıyorlar... ? Demokrasimizi tarihi kökenine bağlamak ve geleceğini güvenceye almak istiyorsak, anayasa başlangıcında Atatürk’e daha çok yer vermeliyiz. Babeuf Olayını Anımsatmak! Son mektuplar hep anlamlı olur. Ölmeden önce yazılan satırlarda bütün bir yaşamın özü bulunur da ondan. Hele ölümün kaçınılmaz olduğunu bilirseniz! Yarın sabah çıkıp gitmek varsa bu dünyadan!.. “Sonsuz karanlıklara bürünmek üzereyim. Fazla duymaktan duygularımı yitirmiş gibiyim” diye başlar insan o zaman. Ardında bir eş vardır, çocuklar vardır. “Yüreğimin sızlamasına engel olamıyorum. Davaların en güzeli uğruna canımı feda ettiğime göre, bu dava uğruna bütün emeklerim boşuna gitmiş de olsa ödevimi yapmış sayıyorum kendimi.” ???? Bir devrimcidir bu satırları yazan. Fransız İhtilali’nin öncülerinden biri: Gracchus Babeuf. Ölümünden nerdeyse iki yüzyıl sonra Türk kamuoyunu birbirine katmış bir kişi! 1964 yılında, yani 40 yıl önce, Babeuf yüzünden tutuklamalar olmuştu. Eyuboğlu, Günyol, Nesin gibi aydınlar adalet önüne götürülmüştü; Edebiyatçılar Birliği sorumluları Anday, Yaşar Kemal, Cansever, vd. emniyete çağırılmış, sorguya çekilmişlerdi. Bir bardak suda fırtınaydı! Ama o bir bardak su içinde boğulup gitmek de vardı... ??? Babeuf’ün çocuklarına ve eşine yazdığı son mektubu okuyalım biz yine: “Allahaısmarladık. Dünya ile aramda küçük bir bağ kaldı. Gün ışığı yarın onu da koparacak. Açıkça biliyorum bunu. Katlanmaktan başka çare yok. Kötüler benden güçlü. Savaşı bırakıyorum. Tertemiz bir vicdanla ölmenin de tadı var. Benim için tek acı, yürekler acısı, sizden ayrılmak, canım dostlarım, en çok sevdiklerim. Kopuyorum aranızdan. Yapacaklarını yaptılar.” ??? Devrimciler bilirler bu yola atılınca başlarına gelecekleri... Birtakım insanlar dikilecektir yollarının önüne.. Çıkarları gereğidir bu! Devrimlere kendini adayan kişi özel çıkar falan düşünmediği için körcesine gider kaçınılmaz sonuca... Ölümünün yanlış anlaşılmamasını, anlam kazanmasını ister yine de.. Annesi, kardeşleri, dostları, çocukları, eşi bilmelidirler bu ölümün yüksek bir yüceliğe çıkmak olduğunu. “Savunmam basılınca, bir yolunu bulup yollayın. Nasıl öldüğümü anlatın onlara. Böyle bir ölümün şerefsiz olmak şöyle dursun, şanlı bir ölüm olduğunu anlatmaya çalışın o insanlara.” Vedat Günyol, “Babeuf Olayı”nı, başından sonuna dek, bütün ayrıntılarıyla, gülünçlü acıklı yönleriyle anlatmış kitabın başındaki uzun önsözünde. Tutuklanışı, mahkemedeki sözleri, basındaki yazılar, söylentiler, her şey, her şey “Devrim Yazıları ve Babeuf Dosyası” adlı kitapta yer almış. Babeuf’ün mahkemede yaptığı konuşma, Türk basınında çıkmış hemen hemen bütün makaleler ve yazılar... Her kitaplıkta yer alması gereken bir yapıt. Bir belge, bir tanık. 40 yıl önceki Türkiye’nin çağdaş uygarlıktan nasıl geride olduğunu açıkça belirleyen bir olay, bir kanıt... ??? Babeuf, duruşmasında 1793 Anayasası’nı övüyor, savunuyor, o anayasanın çiğnendiğini söylüyordu: “Halk ezilince başkaldırmaya hak kazanır” diyordu. “Fransa bir Cumhuriyet olarak mı kalacak, yoksa kolunu kanadını kıracak haydutların pençesine mi düşecek” diye soruyordu jüri üyelerine... Marcel Willard şöyle yazıyor: “Eşitler cumhuriyeti ekonomik ve politik bakımdan olgun değildi ve Babeuf’ün yanılgısı, biraz geç ve çok erken haklı olmaktı; 1793’ü kurtarmak için biraz geç, kesinliğe, bilimselliğe varmadan hayal ettiği gerçek demokrasiyi hangi güçlerin, nasıl doğuracağını görebilmek için çok erken. Babeuf’le birlikte ilk devrim son bir silkinişle ölmüş oluyordu. Tarih onların ölülerini birbirinden ayıramayacaktı.” ??? Son olarak 1964’te bir gündelik gazetede çıkmış bir yazımdan şu cümleleri sunayım: “Düşünceler, fikirler yasalarla önlenseydi dünya ortaçağdan kopup bugünkü uygarlığa gelebilir miydi? Bunu anlatamıyoruz. Her çağda ileri görüşler ortaya atılır. O çağın dar anlayışı kavrayamaz bunları. Suçlandırır, yasaklar. Ama biz daha Babeuf’teyiz! Daha Direktuvar çağının görüşlerini yasaklamaya uğraşıyoruz. Yüzyıllar gerisinde kalan bir tutumla serçe parmak boyu ilerlemeye imkân yoktur.” Yazımın sonunda şu soruyu sormuşum: “Hani, kim ilerlemek istiyor zaten, desenize?” “Babeuf Olayı” kitabının yazarı ve bu olayın bir kahramanı Vedat Günyol, hem beni, hem böyle kuşkuya düşen herkesi şöyle yanıtlamış: “Kim mi ilerlemek istiyor? Türk ulusu...” Erendiz ATASÜ erinkanlı bir durum irdelemesi yapalım: AKP’nin sandıktan çıkmasıyla sonuçlanan 2002 aceleci seçiminin ardından, Türkiye’nin yeniden başvurduğu aceleci seçimle TBMM’ye giren dikkate değer öğelere göz atalım: Daha güçlü bir AKP, milliyetçilik ve antidemokratik yüzde10 barajını bertaraf etmenin nihayet bir yolunu bulmuş ayrılıkçılık. 22 Temmuz 2007 seçimlerinin kanımca en dikkate değer yüzü, bireysel iradeyle oy veren seçmenlerin, tarikat, aşiret yapılanmalarının kararlarına göre blok halinde oy kullananlara göre sayıca azlığıdır. Durum eskiden de böyleydi. Günümüzde değişen şudur: Tarikataşiret yapılanmasının aydınlanma ve demokratikleşme ile zayıflaması beklenirken, tersi gerçekleşmiş, genç nüfusun ülkenin çeşitli başarısızlıkları sonucu bu yapılanmalara kaymasıyla kalabalıklaşan ve 1980’lerden beri de sermaye ağına iyice dahil olan anılan toplumsal örgütlülük biçimi, gerçek bir güce erişmiştir. 22 Temmuz sabahı, oy kullandığım mekânda, kimi çifte bastonla, kimi yürüteçle, kimi yakınlarının kollarında iki büklüm, dört kat merdiveni yakınmasız tırmanan yaşlı seçmenlerin manzarası ömrüm oldukça gözlerimden gitmeyecek. Cumhuriyetin yetiştirdiği son sorumluluk kuşağı... S tarihin karşı devrimci öğeleri de onlarda herhangi bir duyarlılık yaratamamaktadır. Demokrat Parti adının bu seçimlerde sadece sağır kuyuya bir sesleniş olarak kalması bu savın açık kanıtıdır. Alevi sermayesi Alınlarındaki geleneksel al çatkılarının üstüne Atam izindeyiz sloganları yazılı, bir ellerinde Bağımsız Türkiye pankartları, öbür ellerinde AKP flamalarıyla zafer kutlayan Alevi genç kadınların fotoğrafı (Radikal, 23 Temmuz 2007), Türkiye’de kavramların içinin nasıl boşaldığını, yakın tarih bilinci olsun iletilememiş genç kuşakların söylemle eylemin arasındaki uçurumu algılayabilmekten nasıl da uzak durduğunu gözler önüne seren trajikomik bir belgedir. Fotoğraf içeriğinin arkasında, Sünni tarikat sermayesiyle birleşmeyi çıkarlarına uygun bulan Alevi sermayesinin yattığını ileri sürmek bilicilik sayılmasa gerek. Güneydoğu’dan iktidarın sağladığı oylar, yöre tarikat ağının Kuzey Irak’a yapılan ticarete dahil olmasıyla ilgili değil midir? Türkiye’nin, moda deyimle, mozaiğinin AKP’de buluşması ulusal birliğin güvencesi sayılabilir mi? Sermaye uzlaşmaları, har vurup harman savurmak üstüne değil de üretime dayalı olsaydı, belki. Ama heyhat, Türkiye kendini besleyen tarımını batırmış, sanayileşme yolunda hızla ilerleyen bir ülke iken fabrikalarını satışa çıkarma yolunu tutmuştur. Mozaik buluşması, kurucuları köktendincilikten gelen AKP’yi orta yola çekmeye yeter mi? Herhalde Türkiye’nin vitrini, yani büyük kentlerin merkezlerindeki yaşam, yakın tarihte pek değişmeyecek, kimi kültür faaliyetleri sürecek, ekranlardan yarı çıplak kadın bedenleri eksik olmayacak, ama varoşu ve taşrayı kara bulut gibi saran sivil dinci baskı daha da koyulaşarak bireyi büsbütün ezmeyi ve şekillendirmeyi sürdürecektir. Cumhurbaşkanlığının freni olmaksızın, bürokraside ve Cumhuriyetin laik yapısını koruyan kurumlarda kolayca gerçekleşecek iktidar kadrolaşması yüzünden tarikat mensubu olmayan gençlerin devlet kademelerinde iş bulmaları imkânsızlaşacak; dinci sermayenin yaygınlaşması sonucu benzer bir sonuç özel sektörde de ortaya çıkacak; günübirlik çarelere eğilimli halkımızın bu engel karşısındaki tutumu, daha çok sayıda yurttaşın tarikat çatısı altına girmesi olacaktır. Perişan edilmiş tarım üreticisinin AKP’ye oy vermesi, ne sadece din duygularının sömürüsüyle ne de hane başına birer kilo bulgur dağıtılmasıyla açıklanabilir! Değişen dünya, köylülüğün dayanışma, imece, konukseverlik gibi erdemlerini aşındırmış, kısa vadeli kurnazlığını ise kapitalizmin fırsatçılığını bu özelliğe katarak güçlendirmiştir. İktidara bağlılık gösteren tarım işçisi onun gözüne girerek bir şeyler kopartabileceğini düşünmektedir. Yöntemin başarılı örneklerinin birkaç adetle sınırlı kalacağını, pastanın tüm tarım üreticisine yetmeyeceğini, şansına ve Allah’a güvenen tarım işçisi hesap etmemiştir. ‘Öcüler güçleniyor’ Uluslararası sermaye imparatorluğuna karşı ulusal çıkarları ve ulusal onuru korumak faşizm değildir. Bu önemli fark, kimi basının “öcüler güçleniyor’’ çığlıkları arasında Türkiye’de gözlerden kaçırılırken, ulusalcı kesimin de içindeki kimi faşizan odakları ayıklayamaması, bilinçli seçmende tereddüt ve atalet yaratmıştır. Elbette sadece ulusalcılık üstüne sol bir siyaset kurulamaz. Ancak, salt asker karşıtlığı üstüne de demokrasi kurulamaz! Sosyalizmin enternasyonalizmi emek tabanlıdır. Emekle ilişkisini kesmiş bir ulusalcılık karşıtlığının sadece ve sadece uluslararası sermayenin yeni imparatorluğunun işine yarayacağını, belki gençlik heyecanlarıyla sürüklenenler kestiremez ama.. gün görmüş, akıllı fikirli adamların bunu hesap edebilmeleri gerekmez miydi! Çalışanların yasal haklarını askıya alan, yasalarla başı hoş olmayan, polisi gaddar, boğazına kadar yolsuzluk dosyalarına batmış bir iktidardan özgürlük bekleyenler umduklarını bulabilecekler midir? İki kişiden birinin ülkenin bugünü ve yarınına yönelik kaygı ve/veya ilgi taşımadığı, paralanan ve kanayan Ortadoğu’nun göbeğinde durduklarını unutup da “Yaşasın, borsanın istikrarı bozulmadı!’’ diyerek en zengininden en yoksuluna kadar bayram yaptığı bir Türkiye’de, basının yanlı tutumu nedeniyle seslerini işittirebilme imkânları zaten fiilen hayli kısıtlanmış ve bundan böyle herhalde daha da kısıtlanacak olan endişeli Cumhuriyetçilere ise, kanla fokurdayan coğrafyamızda iktidarın icraatının ve destekleyicilerinin fikriyatının maceralarını seyretmek düşecektir! Buyurun baylar, meydan da sizin, sorumluluk da! Türkiye’nin toplumsal yapısı Seçimlerin işaret ettiği diğer önemli husus, Türkiye’nin toplumsal yapısının ve insan malzemesinin tümüyle değişmiş olduğudur. Artık halkın sağduyusundan ya da sezgisinden söz açabilmek mümkün değildir. Halkın sağduyusu dediğimiz, sözlü kültürle kuşaktan kuşağa aktarılan bir tür örtük tarih bilincidir. Türkiye halkı, kalabalık varoşları doldurmak üzere köyünden ve toprağından koparken özelliklerinden de kopmuştur. 20. yüzyılın başındaki küllerinden yeniden doğuş deneyiminin izlerini canlı tutan bilinçli kitleler kuşkusuz vardır, sayıları hiç az değildir, sadece orta sınıftan ibaret de değillerdir; fakat kalabalık ülkedeki oranları nüfusun beşte biridir. Genç kitlenin en büyük çoğunluğu için ne Kemalist ne sol değerler bir anlam taşımakta; yakın CUMHURİYET 02 CMYK
Subscribe Login
Home Subscription Packages Publications Help Contact Türkçe
x
Find from the following publications
Select all
|
Clear all
Find articles published in the following date range
Find articles containing words via the following methods
and and
and and
Clear