24 Kasım 2024 Pazar Türkçe Subscribe Login

Catalog

Months
Days
Pages
SAYFA CUMHURİYET 15 AĞUSTOS 2006 SALI 2 OLAYLAR VE GÖRÜŞLER EVET / HAYIR OKTAY AKBAL Dünya Çıldırmıştır... M. İskender ÖZTURANLI undan beş yıl kadar önce yazdığım bir yazıda ‘‘Dünya çaldırmış olabilir mi?’’ diye soruyor ve bunun olasılığını vurguluyordum. (Cumhuriyet 3 Ekim 2001) Şimdi ise yaşadığımız çeşitli olaylar karşısında ‘‘Dünya çıldırmıştır, insanlar çıldırmıştır’’ demek zorunda kalıyorum. Çünkü dünyanın her yanında ateş ve savaş, her yöresinde kan ve gözyaşı vardır. Devletler birbiriyle itişmekte, insanlar hiç yoktan birbirlerini öldürmektedirler. Fransız düşünürü Camus, 17. yüzyılın ‘‘matematik çağı’’ olduğunu söylemiştir yapıtlarından birinde. 18. yüzyılı ‘‘fizik çağı’’ olarak nitelemiştir. 20. yüzyılın ise ‘‘korku çağı’’ olduğunu belirlemiştir. Eğer yaşamış olsaydı hiç kuşkusuz 21. yüzyılın ‘‘çılgınlık çağı’’ olduğunu savlardı. Çünkü insanlık bugüne değin böylesine çıldırmamıştır. 20. yüzyılın başlarında yaşanan Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra, savaşları önlemek amacıyla ‘‘Milletler Cemiyeti’’ kuruldu. Bu örgüt, cılız ve güçsüz olduğu için İkinci Dünya Savaşı’nı önleyemedi. Hitler ve Mussolini, bu savaşta dünyayı kana boyadı. Savaş sonunda faşizm yıkıldı, demokrasiler kazandı. Şimdi ise dünya barışını bozan demokratik ülkelerdir. Amerika’dır, İngiltere’dir, İsrail’dir. Bu ülkeler kendilerini emperyalist emellere kaptırdıkları için, barış bir görüntü olmaktan ileri gidememiştir. Çünkü emperyalizm, savaş ve dövüş demektir. Emperyalist devletler savaşla beslenirler, savaşsız yaşayamazlar. İnsanları ve devletleri sömürmenin son durağı savaş ve dövüştür. Amerika, önce Vietnam’a saldırmıştır. Bu saldırıyı Birleşmiş Milletler değil, Vietnamlılar durdurmuştur. Dünyayı ölümsüz bir barışa kavuşturmak için çeşitli toplantılar ve barış konferansları düzenleyen Birleşmiş Milletler, bu alanda etkisiz kalmıştır. Arkasından Birinci ve İkinci Körfez savaşlarında, bu kuruluşun güçlü olmadığı anlaşılmıştır. Savaş yolunda uluslararası bir karar alınmamasına PENCERE mış, göç halinde bulunan zavallı insanların üzerine yıldırımlarını yağdırmıştır. Bu suretle hukuka, adalete ve insanlığa aykırı davranışlar sergilemiştir. Böylesine bir rezaleti bugüne değin görmemiş olan tarih, önce İsrail’i, sonra da ABD’yi ve hatta Birleşmiş Milletler’i hiçbir zaman bağışlamayacaktır. Ancak saldırının 32. gününde Güvenlik Konseyi, ‘‘çatışmaların sona erdirilmesi’’ yolunda sonucu belirsiz bir karar alabilmiştir. Yaptırım gücünden yoksun konseyin, beş daimi üyenin her birini ayrı ayrı hoşnut etmek amacıyla aldığı bu kararın uygulanıp uygulanamayacağı da henüz belli değildir. Ayrıca Filistin hakkında herhangi bir karar yoktur. Filistin’de vahşet bütün çirkinliğiyle sürecek demektir. Binlerce günahsız insanın, genç yaşlı, çoluk ve çocuğun yaşamını yitirmesinden sonra güçlükle alınabilen söz konusu karar, ABD’yi olduğu kadar Birleşmiş Milletler’i de suçluluktan ve vicdan azabından kurtaramayacaktır. Ne yazık ki insanlık henüz yabanıllığı ve zorbalığı ortadan kaldıramamıştır. Zorbalık egemen olduğu sürece de savaşın önlenmesi ve barışın gerçekleşmesi olanaksızdır. İsa’dan 500 yıl önce Platon, toplum düzeninin nasıl olması gerektiğini araştırırken adalet kavramını gündeme getirmekle işe başlamıştır. ‘‘En büyük haydut kimdir’’ diye sormuştur önce. Ve şu yanıtı vermiştir: ‘‘En büyük haydut, düşünde yaptıklarını uyanıkken de yapan adamdır.’’ Arkasından şöyle tamamlamıştır sözlerini: ‘‘İşte yaratılıştan zorba olan kişi, devletin başına geçerse, böyle yapar.’’ Bugün de haydutlar ve zorbalar egemen olmak istemektedirler dünyaya ve dünya düzenine. Bu emperyalizmin ve kapitalizmin zorbalığıdır. Ne var ki insanlık savaştan usandığı gibi bu zorbalardan da bıkmış usanmıştır. Bu haydutları durdurmak, sömürüyü ve savaşı önlemek, insanı ve insanlığı seven tüm insanların görevi haline gelmiştir. Bu görev yerine getirilmeli ve dünya zorbalardan kurtarılmalıdır. Barışa ulaşmanın başka yolu yoktur. Balbay, Çağdaş Bir Evliya Çelebi mi? ‘‘Gezme sözcüğünün bende ilk çağrıştırdığı, yeniden doğmak, çoğalmaktır.’’ Mustafa Balbay dünya gezilerine çıkarken bu özdeyişi yaşamış... ‘‘Gezmek öğrenmek, gezmek dinlenmek, gezmek yaşamı katlamak, gezmek dünyada ne kadar küçük olduğumuzu görmek, gezmek dünyayı içimize sığdırmak...’’ Cilt cilt ürünler: İran Raporu, Ortadoğu Asya Ülkeleri, Çin’in Uzun Yürüyüşü, Afrika’nın Uçlarında, Tarihin Arka Odası, Amerika, Balkanlar, Irak Bataklığında, Ülkelere Değil Savaşa Düşmanım... Ayrıca bir benzersiz şiir kitabı: ‘‘Afedersin La Fontaine?..’’ Çağdaş bir Evliya Çelebi mi? Nasıl bunca geziye çıkacak zaman bulmuş? Bu iş güç arasında bu genç yaşında? Sonra da oturup yazmış hepsini!.. Gittiği her ülkenin tarihi, insanları, özellikleri, gündelik yaşamı... İçlerinden biri, en yenisi, özellikle şu günlerde hemen her okura seslenen bir inceleme, bir saptama: ‘‘İran Raporu’’... Bin yıllık bir komşumuz. Yavuz Selim’le Şah İsmail savaşlarından bu yana bir barış içinde yaşadığımız bir komşu; büyük, anlamlı, zengin bir komşu... Yönetim anlayışından, dünya görüşünden kuşku duyduğumuz, yine de yakın ilgimizi sürdürdüğümüz yetmiş milyonluk bir toplum... ??? İran’da rejimin ana öğeleri nedir? Humeyni nasıl bir rejim kurdu? Din devlet ilişkisi? İran, rejimini niye dışa taşımak istiyor? İran’ın silahlı gücü nedir? İran’ın nükleer çalışmaları dünya için tehlike mi? Balbay, bu sorulara inandırıcı, daha da çok, belgelere dayanan yanıtlar veriyor. Bununla kalmıyor, kendi izlenimlerini, görüşlerini de ekliyor... Üstelik bir bilimsel çalışmanın sıkıcılığı da yok. Bir yolculuk anıları gibi okuyorsunuz. Öğrenerek, anlayarak kendi gözünüzle görmüş gibi... Mustafa Balbay’ı ‘‘Cumhuriyet’’ okurlarına tanıtma için mi yazdım bu satırları? Gerek var mı? Her gün karşınızda, iç ve dış sorunları usta bir anlatımla, dostça bir yaklaşımla... Bir gazete yazarının başlıca özelliği, rahat, kolay okunmasıdır. Hani ne derler, su gibi... Ben size bir şeyler veriyorum, öğretiyorum demeden, işi başka yönlere kaydırmadan., dostla konuşur gibi... Balbay’ın çok sevdiğim bir kitabı da La Fontaine’le karşılıklı dertleşmeleri... İşte biri: La Fontaine ‘‘Sık sık kimlik öyküleri duyuyorum’’ demiş. Balbay yanıtlıyor: ‘‘Evet usta.. yeni yeni kimlikler üretiliyor / Bazen de bir kimlik ötekinin içinde eritiliyor / İki eritmeden bir kimlik çıkarılıp / Ulus imal ediliyor / İnsanoğlunu önce kimliklere ayırıp / Sonra da birbiriyle savaştırıyorlar / Aslın önemli değil / Kimliğini değiştiriyorlar / Kabul etsen de etmesen de / Sen busun diyorlar.’’ Balbay’ın kitaplarıyla hep birlikte güzel, yararlı gezilere... B karşın Amerika ve İngiltere’nin Irak’a saldırısını durduramamıştır. Saldırgana ‘‘dur ve çekil!’’ diyememiştir. Bu nedenle günümüzde Irak, bir iç savaşın eşiğine sürüklenmiştir. Şimdi ise emperyalist bir devlet olan İsrail, Hamas ve Hizbullah’ı ortadan kaldırma sözde nedeniyle hem Filistin’e, hem Lübnan’a saldırmış, bu ülkelerde taş üstünde taş bırakmamıştır. Hamas ve Hizbullah’la hiç ilişkisi bulunmayan günahsız insanları bombalayarak evlerini yakıp yıkmıştır. Dünya, bu yabanıllığa seyirci kalmış, üstelik Amerika, öncelikle kendi çıkarlarını düşündüğü için İsrail’in ‘‘kendini savunma hakkının bulunduğunu’’ söyleyerek bu ülkeye modern silahlar göndermiştir. Saldırı ile savunma birbirine karıştırılmış, İsrail’in aşırı ve orantısız eylemlerine göz yumulmuştur. Barışı korumak amacıyla toplanan Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi, bu konuda ‘‘ateşkes kararı’’ alamadan dağılmıştır. Avrupa Birliği bu vahşet karşısında suskun ve seyircidir. Rusya’da toplanan ve G8’ler adı verilen zengin ülkeler topluluğundan olumlu bir karar çıkmamıştır. Evlerini terk eden milyonlarca Filistinli ve Lübnanlı barınacak yer aramaktadır. Kentler elektriksiz, bebeler susuz ve aşsız kalmıştır. Zulüm, dünyayı sarmış, sarmalamıştır. Kimi ülkeler saldırıdan 15 gün sonra Roma’da ‘‘Barış Konferansı’’ düzenlemişler, ne var ki zulmü durdurmak için ateşkes çağrısı ve en hafif bir kınama bile akıllarına gelmemiştir. Her zaman olduğu gibi şimdi de doymak bilmez emperyalist ve kapitalist güçlerin isteği ve egemenliği gerçekleşmiştir. Lübnan’a saldırının başlamasından yirmi gün sonra toplanan Güvenlik Konseyi, ABD’nin engellemesi sonucunda bir kez daha ateşkes kararı alamamış, ‘‘insanlık savaşı yok edemezse, savaş insanlığı yok edecektir’’ gerçeğini göz ardı etmiştir. Türlü baskılar karşısında güneydeki Lübnanlıların kuzeye göç etmelerini sağlamak için 48 saat ateşkesi kabul eden İsrail, bu sözünde de durma Acaba Şair Haklı mıydı?.. Bir dost telefonda: Bugün, dedi, hava çok sıcak.. Ağustosta, dedim, hava sıcak olur.. Ama, dedi, yalnız sıcak değil, ağır... Gerçekten ağır bir hava vardı.. Nâzım’ı anımsadım.. ? ‘‘Hava kurşun gibi ağır Bağır bağır bağır bağırıyorum Koşun kurşun eritmeğe çağırıyorum...’’ Şair 1930 Mayısı’nda yazmış bu şiiri.. Peki, bugün kimse dönüp bakıyor mu?. Çağrıya kulak asıyor mu?.. El vermeye koşuyor mu?.. ? Teknolojik devrimin iletişimine diyecek yok!.. Lübnan’da bombalarla öldürülen, yıkıntıların içinden çıkarılan, annesinin koynundan koparılan bebeklerin cesetleri daha soğumadan fotoğrafları televizyonlara ve gazetelere yansıtılıyor... Bilim ve teknoloji ne kadar gelişti, değil mi!.. Beş kıtaya yayılmış; Avrupa’da, Amerika’da uygarlığın tadını çıkarıp, emperyalizmin lezzetini duyumsamış kişi bu manzara karşısında ne yapıyor?.. ‘‘O milyonların milyonda biridir O bir sıra neferidir Damarlarındaki bilmem hangi suyun kanı değil.. O bir yarış hayvanı değil, Yüzü herkesin yüzüne benzer Su içer ağzıyla ayaklarıyla gezer... Onun için; başlayan biten, başlayan iş var.. Sorgu soruş yok... Gidiş var. Duruş yok... O milyonların milyonda biridir. O bir sıra neferidir...’’ Sıradan kişi televizyonların karşısında ağzı açık, gözleri açık, toplu cinayeti izlemekten gayrı ne yapabilir ki... Şair bu şiiri de 1930 Mayısı’nda yazmış... Yıl 2006!.. Evet, sıradan kişi su içer ağzıyla, ayaklarıyla gezer, gözleriyle Ortadoğu’da insan katliamını izler, uygarlığına da doğrusu diyecek yoktur... ? Dostum telefonda: Bugün, dedi, hava çok sıcak.. Ağustos’ta, dedim, hava sıcak olur.. Ama, dedi, yalnız sıcak değil, ağır.. Nâzım’ı anımsadım: ‘‘Hava kurşun gibi ağır.. Bağır bağır bağır bağırıyorum..’’ Nâzım’ın çığlıklarını kimse duymadı, duymak istemedi, şairin sesi ağır havada dağıldı gitti... Acaba şair haklı mıydı?.. Şu dünyanın haline bak!.. Teknolojik devrimin pazarında satılan son model televizyonun ekranında ne seyrediyorsun?. Çocuk ölüleri... Hamile cesetleri.. Bebek naaşları.. Uygarlığın teknolojik devriminin son silahlarının marifetleri.. Acaba şair haklı mıydı?.. Hiroşima’ya atılan atom bombasından sonra ne demişti: ‘‘İnsanlar sizleri çağırıyorum: Kitaplar, ağaçlar ve balıklar için, buğday tanesi, pirinç tanesi ve güneşli sokaklar için.. Üzüm karası saçlar, saman sarısı saçlar ve çocuklar için..’’ Acaba şair haklı mıydı?.. ? Evet, Ortadoğu’nun kara üzüm gözlü çocukları için ağlarken durup düşünmenin zamanıdır: Acaba şair haklı mıydı?.. Bir Öğretmenin Ardından... Dr. Okan TOYGAR, ÇYDD Çukurova Şubesi Başkanı umhuriyet eğitim tarihinin en başarılı kurumu olan Köy Enstitüleri 1940 yılında kuruldu ve kapatıldığı 1954 yılına kadar birçok köy çocuğunun çeşitli alanlarda yetişerek topluma yararlı olmasını sağladı. Bu kurumlardan yetişen öğrencilerin topluma sundukları en uzun süreli ve en belirgin hizmet eğitime olan katkılarıydı. Pek çoğu yaşadığı sürece Köy Enstitülerinin kırsala götürdüğü aydınlanmayı Anadolu’ya yaymaya çalıştı. İşte bu öğrencilerden birisi de Düziçi Köy Enstitüsü’nden Mehmet Bozdoğan idi. Türkçe öğretmeni C MENDERES ASLİYE HUKUK MAHKEMESİ’NDEN ESAS NO: 2005/1291 Davacı Hazine vekili tarafından davalı Mehmet Deniz aleyhine mahkememize açılan men’i müdahalekal davasının yapılan yargılaması sırasında verilen ara karar gereğince; Davalının adresi mahkememizce tespit edilemediğinden dava dilekçesinin ve duruşma gününün ilanen tebliğine karar verilmiştir. Davalı MEHMET DENİZ’in duruşmanın atılı bulunduğu 28.9.2006 günü saat 09.55’te duruşmada hazır bulunması veya kendisini bir vekille temsil ettirmesi, aksi halde yargılamaya HYUY 213/2 maddesi uyarınca yokluklarında devam edilerek sonuçlandırılacağı dava dilekçesi ve duruşma gününün tebliği yerine geçerli olmak üzere ilan olunur. Basın: 39846 olarak çok uzun yıllar ülkesine hizmet etti. 40 yıl boyunca öğrencilerine en değerli varlığımızın Mustafa Kemal Atatürk’ün kurduğu laik, demokratik ve bağımsız cumhuriyet olduğunu anlattı. Kendisi gibi yurtsever aydınlar yetiştirmeye çalıştı. Emekli olduktan sonra da meslek yaşamı boyunca öncülüğünü yaptığı aydınlanma mücadelesine sivil toplum örgütlerinde devam etti. Bir dönem başkanlığını da üstlendiği Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği Çukurova Şubesi’nde etkin çalışmalar yaptı. Kendine özgü sakin üs lubu ve duyarlı kişiliğiyle yönlendirdiği bu çalışmaların bir kısmında kendisine yardım etmekten büyük mutluluk duydum. Mehmet Bozdoğan, öğrencilik yıllarından başlayarak sanata ve özellikle edebiyata büyük ilgi duydu. Şiirleri çeşitli dergilerde yayımlandı, dergi çıkardı, kitap yazdı. Kısacası geçen günlerde sessizce aramızdan ayrılıncaya değin hep toplum içerisinde ve toplumsalcı düşünce ile yaşadı. Ölümüne neden olan hastalığını dahi rahatsız etmemek için sevenlerine haber vermemişti. Çevresine karşı son derece say gılı ve duyarlı bir kişiydi. Bu ilkeli aydının beklenmeyen kaybı, bana yine ilkeli bir aydın olan ve düşünce düşmanlarının acımasızca kıydığı Cavit Orhan Tütengil’in günlüğüne yazdıklarını anımsattı. Buraya sadece bir kesitini aldığım 25 Mart 1955 tarihli günlüğünde şöyle diyor değerli bir yazar ve bilimadamı olan Tütengil, (*) ‘‘Benden yarına kalacak olan, namusluca yaşanmış bir hayat, kitaplarım ve çocuklarım olabilir, sorumluluğumu hiçbir zaman unutmamalıyım. İçinde bulunduğum çetin çalışma yolu ancak metotlu ve sabırlı bir çalışma ile aşılabilir. Sanat dalları hayatın tuzudur, dilimden gelen ku ruluğu sanatın ılık nefesiyle gidermeliyim. Tabiatı ve insanı sevmek esastır. Akıl, hayatı ve olayları anlamanın en güvenilir aletidir. Doğruluk, sadelik ve alçakgönüllülük, dün olduğu gibi yarın da yoldaşlarımdır. Olup olacağımız bir cenaze hem de kim bilir nerede, nasıl ve kaç yaşında; her türlü küçüklüğü, mürailiği gülünçleştirir. Her şeyin hesabını kendimize vermeli, herkesten önce kendimizden utanmalıyız.’’ İşte Tütengil gibi Mehmet Bozdoğan’ın da kendisine rehber edindiği benzer ilkeler, onun da Tütengil gibi örnek bir aydın olarak hatırlanmasını sağlayacak. Çağdaş, Atatürkçü, demokrat ve yurtsever bir Cumhuriyet öğretmeni olan Mehmet Bozdoğan’ı tanıdıktan sonra, Türk toplumunun çağdaşlaşmasını istemeyen karşıdevrimcilerin neden Köy Enstitülerini kapattığı çok daha iyi anlaşılıyor. Üzülerek söylemek gerekir ki Cumhuriyet tarihimiz için oldukça önemli olan bir kuşak artık yavaş yavaş bizlere veda ediyor. Umarım doğanın kanunu olan bu süreç oldukça yavaş ilerler. Çünkü insansal değerlerin parayla ölçüldüğü yeni dünya düzeninde arkadan gelenlerin onları ve onların yaşama ait düşüncelerini anlamaları oldukça zaman alacak gibi duruyor. Gençlerin tarikatlara çekilmeye çalışıldığı, iş bitirici ve köşe dönmeci olarak yetiştirilmeye çalışıldığı bir dönemde sayısı gittikçe azalan bu kimisi öğretmen, kimisi şair, kimisi yazar ya da gazeteci, ama hepsi birer Cumhuriyet aydını olan bu kuşağın önemi daha da artıyor. Bizlere yaşamın anlamı ile birlikte toplumsalcı düşünceyi öğreten bu değerlere sahip çıkmalı, onları kucaklamalı ve tüm birikimlerinden en geniş şekilde yararlanmalıyız. Mehmet Bozdoğan, hepimizin şu an koşmakta olduğu maraton koşusunu en önde ve başı dik olarak bitirdi. Geride yetiştirdiği yüzlerce aydın ve dürüstçe yaşanmış bir hayat bırakarak. Ne mutlu ailesine. (*) Oktay Akbal’ın 16.9.2004 tarihli köşe yazısından. Türkiye Gazeteciler Cemiyeti’nin yayınladığı günlük sivil toplum gazetesi BİZİM GAZETE tarafsız haberleri, ilginç röportajları, araştırmaları, köşe yazıları ve ülke sorunlarını yansıtan raporlarıyla 10 yıldır okurlarıyla el ele... Tel: 0 212 511 94 94 Abone: 0 212 513 83 00 CUMHURİYET 02 CMYK
Subscribe Login
Home Subscription Packages Publications Help Contact Türkçe
x
Find from the following publications
Select all
|
Clear all
Find articles published in the following date range
Find articles containing words via the following methods
and and
and and
Clear