14 Kasım 2024 Perşembe Türkçe Subscribe Login

Catalog

Months
Days
Pages
SAYFA CUMHURİYET 12 TEMMUZ 2006 ÇARŞAMBA 2 OLAYLAR VE GÖRÜŞLER AÇI MÜMTAZ SOYSAL Ulus Bunlara İzin Vermez... Cumhurbaşkanı her kesimin güven duyduğu, aydınlık Türkiye’yi temsil edebilen, anayasayı ve Cumhuriyet ilkelerini içine sindirmiş, Türk devrimine inanmış birisi olabilir. Ulusumuz ve ulus adına hareket eden aydınlık kurumlar, ülkemizin bir İslam devleti olmasına izin vermezler. Kendi görevlerini yaptıkları sürece, imamlara saygımız vardır, ancak bu ulus, bir imamın cumhurbaşkanı olmasını istemez ve buna izin vermez. PENCERE ‘Condi’ ile Apo... Bugün yarın derken yazmakta geciktim; baktım dün Bekir Coşkun konuya köşesinde el atmış: ‘‘Abdullah ile Condi...’’ Yazıdan birkaç satır: ‘‘Sevinmelisiniz. Dışişleri Bakanı Gül, sütsüz çikolata görünümlü ABD Dışişleri Bakanı Condoleezza Rice’a kısaca ‘Condi’ dediğini açıkladı. Zaten o da buna ‘Abdullah’ diyormuş. Ne mutlu... Bu ilişkilerin iyi olduğunu göstermesi açısından önemli ise, o zaman ‘Abduş...’ diye seslense, demek ki daha da iyi olabilir. Bu durumda ilişkiler ‘iyi değil’ demek olanaksız. O zaman diyelim ki şöyle başlıyordur resmi görüşmeler: ‘Condi...’ ‘Oh Abdullah’...’’ ? Filistin’de, Irak’ta, Afganistan’da, tüm dünyada, Müslümanları kim vurduya getiren gücün Condi’siyle Abdullah Gül arasındaki yakınlığa ne denir?.. Ancak benim aklıma takılan, olayın bir başka yanı... Abdullah Gül, Condoleezza Rice’a ne diyor: Condi... Rice ise Gül’e nasıl ‘hitap’ ediyor: Abdullah!.. Olur mu hiç... Bir kişiye küçük adıyla seslenmek ‘samimiyet’i vurgular; ama, Gül yakınlığını ‘Condoleezza’ diye belirtmiyor, daha da ötede bir sarmaş dolaş söz konusu: Condi!.. Bu durumda Condi’nin ‘Abdullah’ demesi araya mesafe koyar... Peki, ne demeliydi?.. Sevgili Bekir Coşkun ‘Abduş’u öneriyor; ama, daha çarpıcısı var: Apo!.. ? Bilindiği gibi Apo, PKK’nin lideri Abdullah Öcalan’ın lakabı sayılır, Haso, Hüso, Cemo gibi kısaltılmışıdır.. Condi’nin Gül’e ‘Abdullah’ demesi yetmiyor... ABD Dışişleri Bakanı’yla bizimkinin daha içli dışlı olması için Gül, Rice’a ‘Condi’ diye hitap ettiği zaman Condoleezza’nın da Abdullah’a nasıl seslenmesi gerekirdi: Apo!.. İlişki işte o zaman tam acıklı mizaha dönüşürdü. ? ABD’nin (bir bakıma Bush ile Rice’ın) elinin altındaki Kuzey Irak’ta üstlenen PKK, Türkiye’yi kanlı terörle vurmaya çalışırken GülRice muhabbetindeki çelişkinin daniskasını vurgulamak için Condi’nin karşılığının Apo olduğunu anımsamak, mizahın yazıyla karikatürüdür... Condi Kuzey Irak’ta PKK’yi gözeterek Apo’ya gönderme yapmıyor mu!.. Kıbrıs’ta Yeni Oyun AVRUPA BİRLİĞİ’NİN, Ankara’daki iktidarın, Lefkoşa’daki Talat yönetiminin çabaları nihayet meyve verdi; ‘‘çözüm’’ görüşmeleri yeniden başlamak üzere. Tabii, herkesin hesabı, niyeti ve özlemi farklı. AB’nin, şöyle ya da böyle, dayanıksız da olsa kısa zamanda bir çözüme vararak, Türkiye’yle müzakere süreci sona ermeden, yani bu ülkeye tam üyelik vermeden, sözde ‘‘birleşmiş’’ Kıbrıs’ı Anadolu’dan koparma hesabı. Sonuçta tam üyelik alamayacağını ve zaten bunu içtenlikle istemediğini bilen AKP iktidarının, Kıbrıs’ı vererek süreci bir noktaya kadar sürdürüp bu sayede cumhuriyetin ilkelerini aşama aşama örseleme niyeti. Talat yönetiminin, Türkiye’den bir an önce koparak Rum kardeşleriyle kucaklaşıp bir an önce kapağı Avrupa’ya atma özlemi. Herhalde, bugünlerden başlayarak niyetlerin, hesapların ve özlemlerin hep aksi söylenecektir. ‘‘Kıbrıs sorununu AB parantezinin dışına çekerek yeniden Birleşmiş Milletler çerçevesine soktuk; daha ne istiyorsunuz?’’ diyenler bile çıkar. Genel Sekreter Annan’ca yollanan İbrahim Gambari misyonu görüşmeleri başlatmış görünse de, artık açıkça beliren bir gerçek karşısında bunun ne anlamı olabilir? Kıbrıs konusunda Türkiye’ye karşı öylesine bir ‘‘kombine oyun’’ oynanmakta ki, futbol alanında yeryüzünün en marifetli teknik direktörü, dünyanın en iyi takımına bile böylesine uyumlu bir oyun oynatamaz. AB, Atina, ‘‘Kıbrıs Cumhuriyeti’’ ile bir bakıma bütün Batı dünyası, ABD ve Birleşmiş Milletler arasında oynanan, eşgüdümü İngiliz diplomasisince sağlanan bu oyunu bozmak, ancak böyle bir davada ‘‘hem haklı ve hem güçlü’’ olduğunuza içten inanmakla mümkündür. e var ki, Ankara’yla Kuzey Kıbrıs’taki iktidarlara bu ülkenin İkinci Cumhuriyetçileri de eklendiği için, böyle bir bombardıman altında Türk halkının inancı sarsılma tehlikesiyle karşı karşıyadır. Bereket, AB’nin aptalca nekesliği bu tehlikeyi azaltmış, durumu fark eden Mütareke medyasının tutumunda da hafif değişiklikler görünmeye başlamıştır. Yine de Lefkoşa’daki görüşmelerde Talat tarafının tutumunu ve orasıyla Ankara’daki danışmanlar arasındaki paslaşmaları dikkatle izlemek gerekiyor. Baştan aşağı Osmanlı vakıflarının malı olan Maraş’ın boşaltılması, Gazimağosa Limanı’nın ortaklaşa işletilmesi, asker çekmenin başlatılması gibi konular şimdiden gündeme sürülmeye başlanmıştır bile. ürkiye’nin Doğu Akdeniz’deki durumunu ve özellikle İskenderun Körfezi’yle Mersin Limanı’nın stratejik değerini bilenler bunlara seyirci kalabilirler mi? Kuzeyini şimdi yönetmekte olanların Avrupalılık özlemlerine bırakılacak kadar önemsiz midir Kıbrıs? Erol ERTUĞRUL Hukukçu ürkiye Cumhuriyeti, kuruluşundan bu yana, rejim tehlikesi ile bu kadar yüz yüze bulunmadı. Öyle ki bu kez, dışarıdan ya da içeriden birilerinin zorlamaları ile değil, doğrudan ülkemizi yönetenler tarafından böyle bir tehlike oluşturuldu. Anayasanın ikinci maddesinde ‘‘laik ve sosyal hukuk devleti’’ olarak nitelenen cumhuriyetimiz, laik olmayan bir kadro tarafından yönetilmektedir. Bu kadro, geçmişte açıkça dile getirdiği laiklik karşıtlığını bu kez de açıkça söylüyor. Başbakan Erdoğan’ın ‘‘Halk isterse laiklik tabii ki elden gidecek. Bir insan hem Müslüman, hem laik olamaz’’, ‘‘Türkiye’yi İslami devlet planı içinde düşünüyorum, Türkiye’nin yarınında artık Kemalist ve benzeri rejimlere yer yoktur. Türkiye Cumhuriyeti’nin 70 yıllık geçmişine baktığımızda, rejimin başarılı çıktığını söyleyemeyiz’’ sözlerini unutmadık. Aynı biçimde, Başbakanlık Müsteşarı Dinçer’in de benzer nitelikteki, ‘‘Kemalist rejimin başarısızlığı ortaya çıkmıştır. Günümüzde artık, İslami yönetim biçimine dönmek bir zorunluluktur’’ sözleri belleklerdedir. Hem Başbakan, hem müsteşarı bu sözlerini hiçbir biçimde yalanlamadılar. ‘‘Bu görüşlerimizi değiştirdik’’ demediler. Tersine, eylem ve davranışlarıyla bu sözlerinin arkasında olduklarını kanıtladılar. Milli Görüş tabanından gelen AKP kadroları, her eylemleri ile İslamcı bir dünya görüşüne sahip olduklarını ortaya koydular. Yoğun bir kadrolaşma ile devleti büyük ölçüde ele geçirdiler. Devletin önemli kurumlarına, bu işi en iyi yapanları değil, kendilerine en yakın olanları getirdiler. Bu nedenle, TRT gibi, THY gibi, geçmişte başarılı önemli devlet kurumları tam bir başarısızlığa itildi. TRT dinci bir yayın kuruluşu durumuna getirildi. Dünyanın en başarılı havayollarından birisi olan THY, saatler süren ertelemelerle uçan, başarısız bir havayolları durumuna düşürüldü. Önce, değiştik diyerek ya da aymaz ve satılmış bir bölüm yazara böyle olduklarını T N T yazdırarak, yaymaya çalışarak yol aldılar, şimdi günü geldiğini düşünerek daha ileriye gitmeye çalışıyorlar. İmam hatip liselerinin önünün açılmasını, sıkmabaşı ülkenin en önemli sorunu durumuna getirdiler. Bu uğurda devletin temel kurumları ile çatışmayı göze aldılar. Anayasa Mahkemesi’nin, Danıştay’ın, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin kararlarını yok saymaya, görmezlikten gelmeye çalıştılar. ‘‘AB böyle istiyor’’ diyerek TSK’yi köşeye sıkıştırmak için uğraştılar. Bir savcıyı kullanarak Şemdinli İddianamesi ile ulusumuzun onuru Türk ordusunu çete kurmakla suçladılar. Bunlar yetmedi, Danıştay saldırısını TSK ile ilişkilendirmeye uğraştılar. Sıkmabaş ile ilgili kararlarından ötürü, Başbakan, TBMM Başkanı, Danıştay’ı hedef gösteren saldırgan açıklamalar yaptılar. AKP’ye yakınlığı ile bilinen bir gazete, kararı veren Danıştay üyelerinin fotoğraflarını yayımladı. Danıştay’ın kuruluş yıldönümünde, Danıştay Başkanı ölüm tehditleri aldıklarını söyledi. Başbakan’ın buna yanıtı, ‘‘Bunları her yıl dinliyoruz’’ biçiminde oldu. Kız kardeşleri ve annesi sıkmabaşlı, geçmişte Hizbullah davasında savunmanlık yapmış, öğrencilik yıllarında ülkücüİslamcı bir avukat, çantasında üyelerin fotoğrafları bulunan gazete ile Danıştay’a geliyor, ‘‘Ben Allah’ın askeriyim, türban kararından ötürü sizleri cezalandırmaya geldim’’ diyerek kararı veren üyeleri kurşun yağmuruna tutuyor. Bir değerli Danıştay üyesi yaşamını yitiriyor, dört tanesi yaralanıyor. Başbakan, TBMM Başkanı, ‘‘Olayın türban ile ilgisi yoktur’’ biçiminde açıklamalar yapıyorlar. Katil avukat, her aşamadaki anlatımında, saldırıyı sıkmabaş kararından ötürü gerçekleştirdiğini, Cumhuriyet gazetesine bombayı da kendisinin attığını söylüyor; yetkili ve sorumlular, hiç sıkılmadan, çete uydurmasını yayıyorlar. Olayı TSK ile ilişkilendirmeye çalışıyorlar. Satılmış basın bu yolda bilgi kirliliği yaratıyor. Bu da yetmiyor, birkaç gün sonra, sözde çete evleri basılıyor. Basına uydurma bilgiler sızdırılıyor. Olay saptırılmaya ve unutturulmaya çalışılıyor. Başta Başbakan ve TBMM Başkanı olmak üzere, yönetim kadrolarının olaydaki sorumluluğu ortada iken bir işadamları toplantısında Başbakan ile el ele ve güler yüzle resim çektirmek, Başbakan’ı aklamak, sorumluluğunu ortadan kaldırmak anlamına gelmez mi? Aynı günlerde, sıkmabaşlı kızların arasına girerek, onlarla gülerek resimler çektirmek sıkmabaşı hoş görmek anlamına gelmez mi? Oysa artık herkes biliyor ki sıkmabaşın inançlarla bir ilgisi yoktur. Kadınların bu tür kapanmalarını öneren dinsel bir kural yoktur. Böyle kapananlar, çağdaş Cumhuriyet ilkelerine ve Türk aydınlanmasına karşıdırlar. Böyle kapananlar gerçekte şeriat hükümlerinden ve bu tür bir yönetimden yanadırlar. Böyle bir özgürlük, demokrasiyi yok etmek özgürlüğüdür. Hiçbir yönetim, kendisini yok etme özgürlüğünü kimseye tanıyamaz. Başbakan’ın eşinin dış gezilerde ve resmi toplantılarda sıkmabaş ve tepeden tırnağa kapalı giysileri ile Türk kadınını temsil etmesine olanak da yoktur. Türk kadınlarının bu duruma karşı çıkmaları da görevleridir. Bu yönetim, Cumhurbaşkanı, Anayasa Mahkemesi, Yargıtay, Danıştay, TSK, YÖK, üniversiteler, barolar ile kavgalıdır. TÜSİAD gibi işadamları kurumları da bu yönetimin eylemlerine karşıdır. Bu kurumların tümü, ulusun kurumlarıdır. AKP yönetimi, son genel seçimlerde aldığı yüzde yirmi beş oy ile ulusun tüm kurumlarını karşısına almıştır. ‘‘Cumhuriyet’’ sözcüğünü dillerinden düşürmüyorlar. Ancak onların kafalarındaki cumhuriyet, ‘‘İslam Cumhuriyeti’’dir. Yeri geldikçe ‘‘laiklikten’’ söz ediyorlar, ancak onların kafalarındaki laiklik, yalnızca ‘‘din ve vicdan özgürlüğüdür’’. Bir bölüm aymaz ve satılmış yazarın desteğinde, ülkemizi hızla dinselleştirmeye çalışıyorlar. Ulusun tüm aydınlık kurumlarının kendilerine karşı olduklarını unutuyorlar. Başbakan Erdoğan, öyle görülüyor ki şimdi cumhurbaşkanı olmak istiyor. Cumhurbaşkanı her kesimin güven duyduğu, aydınlık Türkiye’yi temsil edebilen, anayasayı ve Cumhuriyet ilkelerini içine sindirmiş, Türk devrimine inanmış birisi olabilir. Ulusumuz ve ulus adına hareket eden aydınlık kurumlar, ülkemizin bir İslam devleti olmasına izin vermezler. Kendi görevlerini yaptıkları sürece, imamlara saygımız vardır, ancak bu ulus, bir imamın cumhurbaşkanı olmasını istemez ve buna izin vermez. CUMHURİYET 02 CMYK
Subscribe Login
Home Subscription Packages Publications Help Contact Türkçe
x
Find from the following publications
Select all
|
Clear all
Find articles published in the following date range
Find articles containing words via the following methods
and and
and and
Clear