26 Aralık 2024 Perşembe Türkçe Subscribe Login

Catalog

Months
Days
Pages
SAYFA CUMHURİYET 7 NİSAN 2006 CUMA 2 OLAYLAR VE GÖRÜŞLER AÇI MÜMTAZ SOYSAL Bilim Bilim Etiği Ahlak Ahlak doğrudan yana olmak, insandan ve emekten yana olmak, insanı en yüksek değer bilmek, adam gibi adam olmak ve esasen ‘‘çok istediği şeyleri bile istemeyebilecek kadar cesur olmak’’ değil midir? PENCERE bilim adamlarına ve onlardan oluşmuş gerçek bir bilim camiasına olan gereksinim acil bir insanlık ve ahlak sorunudur. Sonuç Yayınlarla ilgili olarak karşımıza çıkan olumsuzluklar birer ahlak sorunudur. Bilim etiği kavramı bilimsel üretim sürecinin ve bu süreç sonunda elde edilen bilgilerin kullanımıyla ilgili olarak bilim adamlarının ve bilim dünyasının siyasal ve sosyoekonomik açıdan sorumlulukları bağlamındaki ahlak değerlerini irdeler. Bilim etiği bağlamında da bireysel ahlaki tercihlerin rolleri unutulmamalıdır. Kanımca hepsi bağlamında ve hepsinin ötesinde bireysel sorumluluklarımız, sadece bilimsel süreçler ve bilim etiği açısından değil tüm dünyayı kavrayış açısından önemlidir, çünkü neoliberal politikalar tüm ekonomik, sosyopolitik süreçleri, bunları belirlemekte kullandığı araçlardan biri haline getirdiği bilimi ve dolayısıyla bilim etiği’ni de ilgilendiren her şeyi, bireyin hiçbir sorumluluğunun olamayacağı, sanki kendiliğinden olup biten bir sistem sorunu olarak algılatıyor ve ‘birey kavramının’ sadece bireysel hak ve özgürlüklerle olan ilişkisini öne çıkararak, tüm bu süreçlerde bireyin kişisel tercihlerinin ve eleştiri haklarının önemini unutturmak istiyor. Yeni dünya düzeninin bireysel sorumluluktan hiç söz etmemesinin/ettirmemesinin en önemli nedeninin, bireysel sorumlulukları görmezden gelmenin örgütlenmenin önündeki en etkin yöntemlerden biri olacağını görmesidir. Bu nedenle, bilim dünyasına ilişkin ahlak sorunlarını ve bilim etiğini tüm bu politikalar bağlamında bir sistem sorunu olarak sorgularken bir yandan da gördüğümüz ahlaksızlıklarda ve bilim etiği açısından yaşanan olumsuzluklarda da bilim adamlarının bireysel sorumlulukları olduğu gerçeğini unutmamalı ve unutturmamalıyız. Hukukla Kavganın Anlamı SİNİRLERİ bozulan Sayın Başbakan partilerden, üniversiteden, bürokrasiden sonra şimdi de yargıyla kapıştı. Hedef, Danıştay. Müteahhitlere seslenirken ‘‘Danıştay’da birçok engelle karşı karşıyayız’’ demiş. Barajlar yapma hevesi Danıştay’a takılıyormuş. Nerede engel varsa, müteahhitler ona bildirmeliymiş; tıkanmalar ‘‘dayanışma’’yla açılacakmış. ma, mücadele için saptanmış görünen hedefte yanılmamak gerek. Başbakan, galiba ‘‘Hazine’’ derken yaptığı gibi ‘‘Danıştay’’ derken de daha geniş, daha temel bir başka şeyi kastediyor; hukuka dayalı devlet düzenini. Çünkü, ‘‘Bürokrasi ve yargı mekanizması ağır işliyor’’ deseydi, ya da ‘‘Yasalar kötü yazılmış, işleri yavaşlatıyor’’ diye yakınsaydı, daha somut konuşmuş olurdu. Ne var ki, o zaman da kendisine ‘‘Siz iktidarsınız, bürokrasiyi ve yargıyı çabuklaştıracak reformları yapın, yasaları daha iyi yazın’’ derdiniz. Hayır, öyle değil. Aslında, kurallara bağlanmış düzen ve böyle bir düzeni sürdürmeye çalışan kamu görevlileri rahatsız ediyor onu. Belli ki, kural mural dinlemeden istediğini istediği gibi yapsa ve kimse bu tutumunun karşısına engel koymasa çok memnun olacak. Seçimle işbaşına geldiğini, ‘‘ulusal irade’’yi temsil ettiğini, ‘‘atanmışlar’’ın, kurallara uymayı sağlamak için de olsa ‘‘seçilmişler’’e engel olmamaları gerektiğine inanıyor. Seçilmek için aldığı oyun kayıtlı seçmen sayısına göre yüzde yirmi beşi aşmadığını, yüzde yüz olsa bile ona her şeyi dilediği gibi yapma hakkını vermiş olmayacağını düşünmeden. ‘‘Atanmış’’ dediklerinin birer kamu görevlisi olduğunu, onların bulundukları görevlere, lider gölgesine sığınıp seçmen aldatmakla değil, kimi seçilmişlerin çabalarını kat kat aşan deneyimlerle geldiklerini unutarak. Tehlike buradadır. Böyle bir zihniyet, kendisine haktan, hukuktan, hatta seçmen oyundan da daha fazla güç verecek bir inanca dayandığını ve ‘‘ilahî doğru’’ların ondan yana olduğunu söyleyebileceği bir ortama kavuştuğunda, her şeyi yapma kudretini de kendinde bulur. Kutsal kitaplara dayalı siyasal rejimlerin ya da ‘‘yukarılardan sesler duyduğunu’’ söyleyen Bush gibilerin dehşet verici yanı budur. emek ki, basit bir ‘‘Danıştay kavgası’’ndan daha ciddi bir olguyla karşı karşıyayız. Olaylar, kurumlar ve kurallar dolayısıyla perde perde, yavaş yavaş açılan korkunç bir tehdidin yüzü ortaya çıkıyor. Dolayısıyla, bu ülkenin 27 Mayıs öncesinin ‘‘Meclis istibdadı’’ndan ya da 12 Mart ve 12 Eylül’lerin ‘‘otoriter yönetim’’lerinden daha ciddi bir rejim tehlikesine doğru sürüklenmekte olduğunu bilmek gerekir. Prof. Dr. Mine ANĞ KÜÇÜKER İstanbul Tıp Fakültesi Öğretim Üyesi A Ü D lkemizde bilim insanları tarafından özellikle son yıllarda ‘‘bilim etiğini’’ konu edinen toplantı ve yayınlardaki artış, bu yayınlar ve etkinliklerin aracılığıyla ‘‘bilim etiği ‘’ konusunda gündem oluşturulabilmiş olması sevinç vericidir. Özellikle bu konuyu çok önemseyen TÜBA gibi bir kurumun varlığı son derece umut vericidir ve önemsenmelidir. Ancak esasen akademisyenleri doğrudan ilgilendiren, onların dünyasına ilişkin bu sorunsalın akademisyenlerin başlıca unsuru oldukları kurumlar olan üniversitelerin gündemine bir türlü ciddi anlamda gelmiyor olması çok üzücü olduğu gibi bir o kadar da anlaşılması güç bir durumdur. Bunu neye bağlamak gerek? İnsanoğlu olan akademisyenlerin de diğer toplum katmanlarında olduğu gibi postmodern dünyanın gereği (!) olarak faydacılıklarına mı, özdenetim ve liyakat temelinde var olabilen gerçek bir bilim camiasının henüz yeterince güçlü bir şekilde oluşmamış olmasına mı? Ya da postmodern kapitalist dönemde üniversitelerin biçim değiştirtilen rollerine ve topluma yabancılaşmalarına ve bu bağlamda özne olmaktan çıkıp nesneleşen bir akademisyen modeli nin ortaya çıkışına mı? Doğru cevap belki de aslında bütün bu olası nedenler zaten birbirine bağlı olduğu için, hepsine birden olmalıdır. ‘‘Bilim etiği’’ deyince, görülen o ki ele alınan temel sorunsal daima ve öncelikle ve çoğu kez sadece ‘‘yayınlar’’ ya da bir başka ifadeyle ‘‘bir araştırmanın planlanmasından yayın haline gelmesine dek katedilen süreç’’te kesinlikle yapılması ve kesinlikle yapılmaması gerekenlerdir. Benim kişisel fikrim, yayınlarla ilişkili olarak ortaya çıkan sorunların tartışılmasının ‘‘etik’’ kavramı yerine ‘‘ahlak’’ kavramıyla ilişkilendirilmesinin gerekli olduğudur. Bilim etiği kavramı temel alınarak tartışılan ‘‘masa başı yayın’’ yapmak, uydurmak, yalan söylemektir; ‘‘intihal’’, bir başkasına ait yayından çalmaktır; bu örneklerde de görüldüğü gibi, bunlar doğru ve dürüst bir insan olmak için öğretilen/öğrendiğimiz değerlerdir; bunlar yaşam bilgisidir. Yaşama ilişkin bu en basit bilgilerimize göre bir bilim insanının, yapmadığı bir araştırmayı ‘‘masa başı’’nda uydurarak bir yayın ortaya çıkarması uydurmak, yalan söylemek değil midir? Başkasının yaptığı bir çalışmayı, kendi yapıp yazdığı bir çalışma gibi kendi adıyla yayımlamak çalmak, yalan söylemek değil midir? Bunlar kolay ve hızlı biçimde unvanlar elde etmenin yollarıdır; peki bu aslında zor, saygın, bilgiyle ve bilgelikle dolu süreci emek vermeden, hak etmeden, basit bir ‘‘statü’’ elde etmeye döndürmek de ahlaki bir sorun değil mi? Kaldı ki sadece yayınlar üzerinde durulması asla yeterli değildir. Çünkü bütün ahlak sorunları sadece yayın yapmak süreciyle ilgili değil bilim dünyasında. Bilim camiasında bilim adamlarının varoluş nedenleri ve biçimlerine ilişkin tercihleri de ahlakla çok yakından ilgili. Bilim adamlarının kazandıkları statüleri yitirmemek, çeşitli biçimlerde kazanç hanesine yazılacakları arttırmak gibi insan olmanın onuruna yakışmayan çıkarlar için bilimsel doğruları ve toplumsal gerçekleri çarpıtmaları, bilimi kendi çıkarlarına alet etmeleri, edenlere göz yummaları, susmaları bir ahlak sorunu değil mi? Bu duruş biçimleriyle ahlaksızlığın, üstelik, yeniden ve yeniden üretilerek toplumu içten çökertiyor olmasına göz yummak ahlaklı bir tavır olabilir mi? ‘‘Bilim etiği’’ ise toplum için ve toplumsal bir üretim olan bilimi üreten bilim adamlarının toplumsal sorumlulukları bağlamındaki ahlak değerlerinden söz eder. Bilim etiği öncelikli olarak bir sistem sorunudur ve ‘‘bilim etiği’’ kapsamında, gerek toplumsallığı da içeren bir üretim biçimi olan bilimin üretilme sürecini gerekse bu süreç sonucunda elde edilen bilgilerin kullanımını belirleyenkim için, ne için, nasılbilimtoplum, bilimiktidar, bilimsermaye ilişkileri felsefi bir temel üzerinde irdelenir. Bu nedenle bilim etiği sadece bireysel davranış biçimlerine indirgenemez ve aslında egemen ideolojinin siyasal ve sosyoekonomik perspektiflerle sorgulanmasını gerektirir. Ancak, gerçekte bilim etiğine aykırı edimlerin, durumların, kararların, günümüzde, çoğu kez, egemen ideolojinin tüm araçlarıyla topluma dayattığı görüşlere uygun olduğu için etik bir sorun olarak algılanması güçtür. Yine de soyutlama ve düşünme yeteneğiyle donanmış olması umulan bilim adamının bütün bunların farkında olmak ve mücadele etmek sorumluluğu vardır: Siyasal bilinç... İşte tam bu noktada ‘‘bilim etiği’’ kavramının elbette ahlakı da içine aldığı bir kez daha hatırlanmalıdır. Çünkü, son kertede bütün bunların bilincinde olmama halinin bile bireysel tercihlerle yakından ilişkisi olan bir ahlak sorunu olarak ele alınması gerektiği unutulmamalıdır. Bilimtoplum, bilimiktidar, bilimsermaye ilişkileri ve bilimin merkezinde insanın olup olmaması sorusuna verilen yanıt bağlamında tercih edilen kişisel duruşların, yapıp etmelerin bir ahlak sorunu olmadığını kim söyleyebilir? Bilim adamlarının, birey olarak bu ilişkilerin var olmasında, sürdürülmesinde ve yeniden üretilmesinde, kişisel hırslarını, çıkarlarını gözeten ihtiraslı tavırları, sorumluluklarını unutuvermeleri, bilgilerini, bilimsel çalışmalarının sonuçlarını belirli grupların ya da güç odaklarının çıkarlarına sunmaları bir ahlak sorunu değil midir? Tüm bunları bilerek statüparagüçün bileşkesinde var olmayı ve bunu gerçek bir bilimsel varoluş saymayı, bunu başarının göstergesi olarak dayatan bir sistemi yaratmayı seçmek, böylesi bir sistemin içinde olmak ve ölçüt bunlar olunca her yolun geçerli olacağını görmemek, görmek istememek ya da görüp kabul et mek ahlaki sorumlulukla nasıl bağdaşabilir? Ahlaksızlığın gerçek bir bilim camiasının oluşmamasına, bilim camiasının oluşmamasının da ahlaksızlıklara yol açması şeklinde tezahür eden bir kısırdöngünün içinde bireysel olarak yer almak bir ahlak sorunu değil midir? Ahlak doğrudan yana olmak, insandan ve emekten yana olmak, insanı en yüksek değer bilmek, adam gibi adam olmak ve esasen ‘‘çok istediği şeyleri bile istemeyebilecek kadar cesur olmak’’ değil midir? Bir bilim adamı söz konusu olduğunda kimi zaman sevilmemeyi, dışlanmayı, yalnız kalmayı, statü sahibi olmamayı ya da statüyü yitirmeyi göze alacak kadar cesur olmak. Ancak, ne yazık ki neoliberalizmin bilim ve bilim adamları (neredeyse tanrılaştırılarak) da dahil olmak üzere tüm araçlarıyla değerleri altüst ettiği, tüm kavramların içini boşalttığı bir dönemdeyiz; bu bağlamda, bilim adamları bu değerler tahribatının hem mağdurudurlar; fakat daha da vahimi hem de tahribatın oluşmasında, derinleşmesinde ve yeniden üretilmesinde rol almışlardır ve almaktadırlar. Galilei’nin bilimsel doğruyu savunmak için gösterdiği cesareti bugün herkes alkışlıyor. Günümüzdeyse tüm insani değerleri altüst eden postmodernizmin kanatları altında sömürünün postmodern araçlarıyla bezenmiş kapitalist düzende doğruyu savunacak ve doğru olacak kadar cesur olmanın Galilei’den daha büyük cesaret gerektirdiği açıktır. Çünkü bugün ahlaklı tavır almamızı gerektiren konular ‘‘dünyanın dönüyor’’ olmasından daha karmaşık, daha güç anlaşılır ve daha güç karşı durulur şeyler. Günümüzün insanı olarak güç, para, ün kıskacından kendisini kurtaracak, içten bir alçakgönüllülükle kendini bilgiye ve bilginin insan için olmasına hasredecek, salim, sağduyulu, ihtiraslarından arınmış, özgürleşmiş bir insan olma durumuna erişecek Tarikat Koalisyonu ve Ulusal Koalisyon... Hazreti Muhammet döneminde, Müslümanlıkta tarikat yoktu; İslamda bu marifet sonradan ortaya çıktı. ‘Tarik’ yol anlamına geliyor, sözüm ona yol gösterici bir ‘şeyh’ ortaya çıkıyor, Müslümana diyor ki: Ben Allah ile senin aranda komisyoncuyum!.. Cennet’e gitmek istiyorsan benim örgütüme gir!.. Peki, tarikata girmeyen Müslüman Cehennem’e mi gidecek?.. ? Zamanla İslamda bir araba dolusu tarikat oluştu... Atatürk bunları yasaklamıştı, ama şimdi ortalıkta tarikattan geçilmiyor, ülkemizde bugün için en etkilisi ve geçerlisi Nakşibendiliktir... İki meşhur şeyhinin adını bilmeyen yoktur... Kim bunlar?.. Mehmet Zahit Kotku.. Ve Esat Coşan.. Necmettin Erbakan, “Mehmet Zahit Kotku Hoca Efendi”ye biat edenlerdendir... Peki, “Fethullah Gülen Hoca Efendi” nerede?.. Nakşiliğin Saidi Nursi kanadından Nurculuğun bir yerinde... Ya RTE nereden geliyor?.. Sorulur mu!.. Erbakan’ın tilmizi Erdoğan’ın kimliği belli değil mi?.. ? Tarikatçılığın iyice dal budak saldığı Türkiye’de bir de cemaatçilik mesleği gelişti... Cemaat çok geniş yelpazeli bir sözcük; ‘İslam cemaati’ dediğiniz zaman dünyadaki tüm Müslümanlar anlaşılır; ama bir camide toplananlara da ‘cemaat’ denir.. Günümüzde, bir tarikata bağlı bulunmakla birlikte, kendi tezgâhını kuranların çevresinde toplananlar da ‘cemaat’ diye vurgulanıyor... Sözgelimi: “Fethullah Gülen Cemaati!..” Bilmem dikkat ettiniz mi, ‘Hoca Efendi’ kimi zaman ‘Hocaefendi’ diye bitişik yazılıyor... Tarikatın başına ‘şeyh’ denir; cemaatin başına da ‘Hocaefendi’ demek münasip kaçıyor... ? Ülkemizde tarikatçılık ve cemaatçilik öyle bir palazlandı ki tutabilene aşkolsun!.. Çünkü eski tarikatların tasavvuf erbabı sizlere ömür!.. Artık bu tezgâhta ticaret ve siyaset var!.. Eskiden tarikat şeyhleri saf Müslümanı Allah’a ulaşmak yolunda ‘itikâf’a çağırırdı, şimdiki Hocaefendi’ler ‘iktidara’ ulaşmak yolunda kullanıyor... Bugün Türkiye’ye egemen tek parti olan AKP tarikatlar ve cemaatler koalisyonudur... ? Laik Türkiye Cumhuriyeti elden gitti gidiyor... Deniyor ki: Dinci koalisyonun karşısında alternatif olarak bir ‘ulusal koalisyon’ oluşturulamaz mı?.. Kolay değil... Dinci koalisyondaki şeyhler, hocaefendiler politikayı ve stratejiyi laik kesimdekilerden çok daha iyi biliyorlar; amaçta birleşebiliyorlar... Bizim kesimde ise burnunun ucunu göremeyen takımı ya da tayfası en yakınındakilere saldırmayı bireysel doyumu için bir marifet sayıyor... egemen 0212 629 07 10 CUMHURİYET 02 CMYK
Subscribe Login
Home Subscription Packages Publications Help Contact Türkçe
x
Find from the following publications
Select all
|
Clear all
Find articles published in the following date range
Find articles containing words via the following methods
and and
and and
Clear