24 Kasım 2024 Pazar Türkçe Subscribe Login

Catalog

Months
Days
Pages
SAYFA CUMHURİYET 20 KASIM 2006 PAZARTESİ 10 DIŞ BASIN DEĞİŞEN DÜNYADAN HÜSEYİN BAŞ Ülkenin seçkinleri, kendilerini birbirinden çok farklı iki dünya arasında bölünmüş görüyor Türkiye’nin kimlik krizi... örünüşte birbiriyle bağlantısız üç olay Türkiye’nin kimlik krizi konusunu öne çıkardı ve AB sürecinin dolambaçlı yoluna dikkat çekti. Türkiye ile AB arasındaki karışık ilişki, 12 Ekim’de üç başkentte istismar edildi. Stockholm’deki İsveç Akademisi Orhan Pamuk’un Nobel Edebiyat Ödülü kazanan ilk Türk yazar olduğunu duyurdu. Paris’te meclis Osmanlı Türkiyesi’nin soykırım yaptığının reddinin cezalandırılmasını öngören tasarıyı onayladı. Aynı gün, Türkiye 260 askeri Lübnan’a yolladı. New Yorker dergisindeki makalesinde Pamuk, kendi dramının Türkiye’ye pek yabancı olmadığında ısrar etti; yaşadıkları Çin’de ve Hindistan’da da görülen “yeni küresel fenomenin” bir parçasıydı. ‘DinSiyaset İttifakı’ Üzerine Samuel Huntington’un emperyal güçlerin hammadde kaynağı yoksul ülkelere saldırılarının üzerini örtmeye yönelik ünlü ‘Medeniyetler Çatışması’ kuramının kısa sürede ipliğinin pazara çıkmasının ardından kimin icadıdır bilinmez. BM Genel Sekreteri Annan, İspanya Başbakanı Zapatero ve AKP lideri Erdoğan’ın katılmasıyla iki yıl önce terörün ve savaşların kaynağı ‘Medeniyetler Çatışması’nın, ‘Medeniyetler İttifakı’na dönüştürülerek gezegenin ebediyen savaş belasından kurtarılacağı iddiasıyla yeni bir tez ortaya atılmıştır. İkinci tez iki yıllık ‘yoğun’ çalışmaların sonunda, aralarında çeşitli dinlere mensup ‘ulema’nın da yer aldığı ‘akil adamlar’ tarafından hazırlanan sonuç belgesinin geçen hafta Hıristiyan Batı ile İslam dünyası arasında köprü olarak tanımlanan İstanbul’da açıklanmasıyla noktalandı. Huntington’un emperyalizmin saldırılarını gözden kaçırmaya yönelik kuramının ardından gelen bu ikinci kuram, birincisine karşı çıkıyormuş gibi yaparak terör denilen afetin ‘medeniyetler çatışmasının’ ‘medeniyetler ittifakına’ dönüşmesiyle ortadan kalkacağı türünde bir kamuflaj girişimi olarak, kuşkusuz, temelde birinciden pek farklı değil. Tek farkı, gezegeni savaş afetinden kurtaracak bu evlere şenlik safsatanın gerçekleşmesi sürecinde ‘siyasal İslama’ meşruiyet kazandırma yolunun açılması. ‘Akil adamlar’ tarafından hazırlanan sonuç belgesinde yer alan ‘İslam dünyasındaki iktidar çevreleri tarafından şiddet yanlısı olmayan siyasi gruplara (sanırız tarikatlar) dinci veya laik nitelikleri gözetilmeksizin, siyasete katılım imkânı sağlanmalı. Bu, ortak girişimlerle hazırlanacak filmler, televizyon programları ve medya ile desteklenmeli. Öğrencilerin diğer kültür ve dinleri anlamaları sağlanmalıdır.’ ‘Akil adamların’ ulemanın dışında kalanlarının dile getirdikleri, aslında yukarıdaki dinci yaklaşımla bütünüyle çelişen tek doğru, ‘çatışmaların temelinde’ malumun ilamı da olsa, ‘din değil, siyaset vardır’ saptamasıdır. ??? Sözde kuramın saçma sapan tutarsızlığının tozu dumanında üstü örtülmek, gözlerden saklanmak istenen de aslında bu. Örneğin İsrail’in Filistin topraklarını işgal etme, ABD’nin binlerce kilometre uzaktan gelip Irak’ın petrol yataklarını ele geçirme ve Ortadoğu’ya egemen olma girişimlerine halkların direnmesi, toprakların ve ülkelerinin zenginliklerini savunma refleksinden değil ‘medeniyetler çatışmasından’ kaynaklanmaktadır. Dolayısıyla da ‘medeniyetler çatışmasının’, ‘medeniyetler ittifakına’ dönüşmeliyle ‘çatışma’ denilen bu ‘küçük pürüz’ de kendiliğinden ortadan kalkacak, sözgelimi Irak’ta, Filistin’de, Afganistan’da halk güle oynaya ‘müstevliyi’ baştacı edecek, özlemle bağrına basacaktır’ (!) ‘Dinler arası ittifak’ aslında eski bir hikâye. İzninizle 22 Kasım 2005’te Cumhuriyet gazetesinde yayımlanan ‘Takunya Sesleriyle Uyanmak’ başlıklı yazımızdan konuyla ilgili bölümü anımsatmak isterim : “...Sayın AKP liderinin BM Genel Sekreteri, İspanya Başbakanı Zapatero eşliğinde soyunduğu ‘medeniyetler ittifakı’ aslında yeni bir buluş değil. Medeniyetler arası ilişkiler 19982001 tarihleri arasında ilk kez İran Cumhurbaşkanı Hatemi tarafından BM Genel Kurulu önünde ‘medeniyetler diyaloğu için bir dünya programı’ önerisi dile getirilmişti. Ancak bu girişim El Kaide’nin İkiz Kuleler saldırısıyla, tabir yerinde ise ölü doğmuştur. BM Genel Sekreteri’nin folklorik yanı bir tarafa bırakılırsa, başarı şansı hayli kuşkulu ölü doğmuş bir girişimi diriltmeye neden gerek duyduğunu bilmiyoruz. Ama Sayın AKP liderinin işe şaşırtıcı bir şevkle sarılmasının nedenlerinin gizli kapaklı yanı yok. O, uluslararası arenada din işlerini de kapsayan bir girişimde rol almaktan hoşnut... ‘Dört yıldan bu yana inanılmaz ölçüde kadrolaşarak, laik Cumhuriyetin tüm kurumlarına siyasal İslamın libasının giydirilmesi,TV kanallarının’ mescide çevrilmesi, eğitimin siyasal İslam yönünde yapılanmak istenmasi, siyasal İslamı dünyevi uğraşların tümünde tek referans yapma çabalarına bakıldığında cemahiriyeşeriat hedefine ne ölçüde yaklaşıldığını görmemek için insanın ya molla ya da kör olması lazımdır.” AKP liderine göre Türkiye, ‘ılımlı islam’ kimliğiyle dünyaya barışı hâkim kılacak ‘dinler arası ittifak’ için biçilmiş kaftandır. Ülkede, dört yıldan bu yana bu kimliğin yerleştirilmesi yününde ciddi mesafeler alınmıştır. Son ‘eğitim şurası’nda, yakın geleceğin siyasetinin dinci şekillenmesini hedefleyen kararların, ‘Akil Adamların ve Ulemanın’ yukarıda özetlenen görüşlerine tıpatıp uygun olması da ayrıca dikkat çekicidir. Bunlara AKP yönetiminin çoğunca trajikomik hüsranla biten pratik zekâ heveslerini de katmak gerekir. Burada da bir taşla birkaç kuş birden vurmaya kalkmışlar, ‘amaçlarını’ gizlemeyi başaramamışlardır. Le Monde gazetesine göre İstanbul buluşması ‘Avrupa’da tam bir kayıtsızlıkla karşılanmış. Gerçekten de, iki yıldan beri tantanayla sürdürülen ‘medeniyetler ittifakı’ ya da dinler arası ittifakta İslam dünyasının adı yok. Şu sıralar valizlerini toplamakla meşgul Annan’ın bu işten ne umduğunu bilemiyoruz. Zapatero’ya gelince... Onun derdi bu yolla, siyasal İslamın giderek yerleşmekte olduğu Mağrip ülkeleri ve Arap dünyası ile yerinde sayan ilişkilerini düzeltmek... AKP lideri ve partisi ise bu nafile işten uluslararası anlamda dişe dokunur çıkar sağlamış değil. Ama o zaten ‘ılımlı İslam’la hedefine doğru ilerlemekte kararlı. G Avrupa’da da sorun var Orta sınıfın hızla genişlemesiyle “bu yeni elitler Batılı olmayan burjuvazi veya zenginleşmiş bürokrasi kendi servet ve iktidarlarını meşrulaştırmak için iki ayrı faaliyet alanını izlemeye kendilerini zorunlu hissediyorlardı. Birincisi, bu sınıflar Batı’nın üslup ve davranışlarını kendilerinde var gibi göstererek servetlerinin hızlı artışını meşrulaştırmak zorundaydılar. Böyle bir kanaat için talep yarattıktan sonra kendilerinde halka hocalık etme görevi görüyorlardı. Gelenekleri görmezden geldikleri için konusu, Avrupa’daki karikatür krizi, Papa’nın kendilerine kızıldığında, buna yanıtları tarih dersleri Türk milliyetçiliğini körükledi. tehlikeli ve hoşgörüsüz bir milliyetçilikle Ama bu yayılan milliyetçiliğin geri dönüşü oluyordu. Bir tarafta, küresel ekonominin içinde, Türk eliti kendini iki “ayrı” dünyaya bir parçası olma çabası, diğer tarafta demokrasi ve özgürlüğü Batı buluşu olarak bölünmüş görüyor. Bir taraftan Kemalist vizyonun, Batı dünyasının sadık müttefiki gören kızgın milliyetçilik.” Türkiye’nin olan Türkiye’si, diğer yandan çoğunluğu kimlik krizini şiddetlendiren, bir parça da Müslüman bir toplumun İslam devleti Batı’nın Türkiye’ye tutumundaki kararsızlık. olmaması; aynı zamanda hem devlet hem de İslamcılıkla Batılılık, gelenek ile laiklik, Batı toplum olarak demokratik ve laik bir yapıya ile Doğu arasında gidip gelen Türkiye’nin sahip olması. Yani, Türkiye toplum olarak yaşadığı kimlik kriziyle karşılaştırıldığında Müslüman, laik ve Avrupa’da da bir sorun var. demokratik, fakat devlet Avrupa, “uygar dünya” olarak sadece laik ve olarak kendini bir taraftan KP hükümeti, demokratiktir. Aydınlanma’nın mirasçısı Kemalizme karşı bir İslamcı olarak görürken, Haçlı AB’nin pek çok parti olmasına rağmen AKP, Seferleri kadar ilkel olumsuz davranışına Türk milliyetçiliğinin tutkuları da içinde karşın Batı ile işbirliği devasa rezervuarına siyasi barındırmaktadır. Önemli bir manevrayla girerek bir nokta da, Türkiye’nin yapmayı tercih etti. hassas bir sürecin içinde yer AB yolundaki hedeflerinin almıştır. Milliyetçilik, sürekli değişmesidir. Diğer İslamdan sapmayı da getirdiği için gizli bir parlamentolar da Fransız yasasını örnek siyasi plan. Bunun etkileri bütün Ortadoğu alabilirler. AB Komisyonu Başkanı Barroso için büyük olacak. Fakat, AKP bu riskli rotayı şöyle diyordu: “Türkiye reformlara devam AB katılım isteğiyle bağdaştırabilecek mi? etmeli, ifade özgürlüğü ve dinsel haklar benimsenmeli, limanlar Rumlara açılmalı.” İki yıl önce, AKP ideologları daha liberal demokrasi, güçlü hukuk devleti ve AB üyeliği Fakat, Barroso Türkiye’nin AB üyeliğinin amaçladıklarını ifade ediyorlardı. daha zaman alacağını da ifade ediyor. Türk Ama 12 yıl içinde kamuoyunun tutumu diplomasisi ise yükselen milliyetçiliğin değişti. Burada AB’ye düşen Türkiye’ye üstesinden gelmek için baskı altında kalacak. ayrımcılık yapmaktan çok her aday ülkeye AB’nin çifte standartları, Bush’un Haçlı davrandığı gibi dürüst ve eşit bir uzaklıkta savaşı, Irak savaşı, Filistin sorunu, Kürdistan durmasıdır. Burada önemli olan AKP’nin AB’ye katılım momentumunu elinde bulundurmaya istekli olup olmamasıdır. AKP, demokratikleşme ve AB ajandasını Türkiye’de sivil kesimin üstünlük sağlaması yolunda bir ilerleme olarak görmektedir. Bu da AKP’ye seçim siyasetinde yeni bir oyun alanı yaratacaktır. AKP, AB’nin birçok kötü muamelesini sineye çekerek Batı’yla işbirliği içinde kaldı. ABD’den de onay alındı Ceza Yasası’nın 301. maddesini değiştirebileceği garantisi verdi. AKP Fransız meclisinin inkâr yasası konusunda misilleme yapmayacağı sinyalini verdi. Türklerin haksızlığa karşı öfkesi, kontrollü şiddeti ve ağırbaşlı feveranıyla olağanüstüydü. Papa 16. Benedictus’un gezisi eleştirilere rağmen gerçekleşecek. AKP, Lübnan’a asker planını, Meclis’ten geçirdi. Şüphesiz, AKP, ABD’nin Ortadoğu’ya istikrar getirmek amacındaki politikalarıyla Türkiye’nin gireceği işbirliğinin AB katılım planlarıyla bağlantılı olduğunu hesap etmektedir. Başbakan Erdoğan, 2 Ekim’de ABD’ye yaptığı ziyarette önemli bir onay da almıştır. Başkan Bush, “Türkiye’nin AB üyeliği ABD’nin de çıkarlarına da uygundur” demiştir. (Asia Times, HongKong, 21 Ekim) İngilizceden çeviren: S. Güneş Güvenç A FRANSIZ SOSYALİSTLERİ Avrupa’nın yapılanmasında 3 yaklaşım THOMAS FERENCZI ransa’daki Sosyalist Parti’nin üç başkan adayının her biri sosyalizmin üç farklı şeklini temsil ediyor. Aynı şekilde onlar Avrupa yapılanmasının üç farklı yaklaşımının da temsilcileri. Özellikle Türkiye konusu farklılıklarını belirliyor. Türkiye AB’ye girmeli mi? Avrupa’nın bununla güçleneceğini düşünen Dominique StraussKahn, “evet” diyor. Avrupa’nın bu üyelikle zayıflayacağını düşünen Laurent Fabius ise “hayır”. Müzakere sonuçlarını beklemek isteyen Ségolène Royal’ın yanıtı ise “belki”. Bu yanıtların her biri Avrupa’ya yönelik farklı bir vizyonu tarif ediyor. StraussKahn, Akdeniz çevresinde oluşmuş büyük bir birliğin, ABD, Çin ve Hindistan gibi güçlere kafa tutabileceğini öne sürüyor. Fabius bunun tam tersini; Avro bölgesiyle şekillenmiş çekirdek bir Avrupa’nın dış ülkelerle bağları olmasını, yani Türkiye’ye ayrıcalıklı ortaklık verilmesini öngörüyor. Royal, Fransızlar isterse Türkiye’yi AB’ye almaya hazır ve bundan ötesi konusunda da öneride bulunmuyor. Bu farklılıklar sınırlarını sorgulayan AB’ye sunulan seçeneklerin çeşitliliğini ortaya koyuyor. StraussKahn’ın görüşü Michel Rocard gibi pek çok Avrupalı yetkilinin görüşünü andırıyor; federal bir Avrupa rüyası birliğin tüm kıtaya yayılmasıyla olanaksız hale geldi. Onlara göre Avrupalılar hukukun çatısı üzakere altında geniş bir barış alanı sonuçlarını yaratarak büyük iş beklemek başardılar, ancak bu gerçek bir siyasi ortaklık anlamına isteyen gelmiyor. Bu durumda Segolene Türkiye gibi yakın devletleri Royal, dışarda bırakmanın bir Türkiye’nin nedeni bulunmuyor. Kuşkusuz, StraussKahn, Avrupa Birliği Rocard’dan farklı olarak üyeliğine 2004’te Komisyon’a, Avrupa “belki” diyor. siyaseti projesinden vazgeçmediğini, birliğin “kuzey buzullarından güney çöllerine kadar yayılmasının” ortaklık bağlarını zayıflatacağı görüşünü iletmişti. Fabius’un korktuğu çözülme de bu. Fabius Avro bölgesindeki ülkelerle işbirliğini güçlendirerek yeni bir Avrupa fikrini başlatmayı hedefliyor. Bu ilk çemberdeki birleşme “Avroistekli ülkelerin ortak proje çevresinde birleşmeleri ve küreselleşmede ortak bir eylem belirlemeleri” şeklinde ortaya konuyor. Diğer çemberlerin ise diğer üyeler ve çevre ülkelerden oluşması öngörülüyor. Bu anlayış geniş bir “Avrupa Devletler Örgütü” içinde “Avrupa Birleşmiş Devletleri’nin” kurulmasını öneren Belçika Başbakanı gibi en federalciler tarafından savunuluyor. Royal sosyalist projeyi ele aldığında daha sınırlı bir yaklaşımla, ilk dönemde “aday ülkelerin ölçütlere uymasına bakılması” ve diğer ülkelerle de “stratejik ortaklık” öngörüyor. Tutumlar birbirinden uzak değil. Özellikle zaman konusunda farklılık gösteriyorlar. StraussKahn uzun, Fabius orta, Royal ise kısa vadeli tutum belirliyor. Üçüne bakarak Sosyalistlerin Avrupa’nın yarınıyla ilgili yeniden yapılanmadaki farklı aşamalar konusunda iyi bir tablo ortaya koydukları söylenebilir. F Güney Lübnan’da konuşlu UNIFIL gerçekte gizli bir NATO ordusu M Ortadoğu’da inanılmaz bir görev ROBERT FISK BM Güçleri, Şiileri korumak için Lübnan’da olduklarını iddia ediyorlar. Şiiler, BM’nin İsrail’i Hizbullah’tan korumak için Lübnan’da olduklarını düşünüyor. Bütün bunlar barış koruyucularının gerçekte gizli bir NATO ordusu olmasından mı kaynaklanıyor? 28 yıldır kayda değer her tarafsız ülkenin asker taburları üzerinde dalgalanan BM bayrağı, artık Fransız, İspanyol taburları ve Alman deniz birlikleri ve dört NATO generalinin ofisleri üzerinde dalgalanıyor. UNIFIL, BM’nin Lübnan’daki “Geçici Gücü”, ağır silahlarıyla bir NATO kuvveti. Kendini Şii köyleri arasından bir “tampon” güç olarak tanımlıyor. Onları, Şii Hizbullah’ın geçen temmuzda 2 İsrail askerini kaçırıp 3’ünü de öldürmesinin ardından Lübnanlıları vahşice bombalayan İsraillilerden “korumak” için orada. görevi, Lübnan ordusunun gerillaları silahsızlandırma görevine yardımcı olmak. Yarıdan fazlası Şii olan Lübnan ordusu da bunu yapamayacağına göre, BM Hizbullah füzelerini temizleyemeyecektir. Burada ne işleri var? Öyleyse UNIFIL’in burada ne işi var? Batı’nın ateşli isteğinin bir simgesi olarak, şüphesiz Ortadoğu’ya “barış” getirmek için. Ve Hizbullah içindeki destekçilerini silahsızlandırarak İran’ı zayıflatmak. Ama başaramayacak. Pellegrini, bir gazeteciyi “UNIFIL’in Hizbullah’ı silahsızlandırıp silahsızlandırmayacağını sormaktan vazgeçin artık” diyerek azarladı. Hizbullah, Litani nehrinin güneyinde tepeden tırnağa silahlı bir biçimde, İsrail’le yeniden savaşa hazır bir şekilde kalacak. Pellegrini şimdi BM bölgesinin “bozulmasının” tehlikelerinden bahsediyor ve haklı. UNIFIL komutanının eski yardımcısı Timur Göksel BM’nin görev kapasitesi hakkında tehlikeli ve doğru bir tahminde bulunmuştu: “Bir BM misyonu iyi başlarsa iyi gider. Kötü başlarsa başarısız olur.” O zamanlar Bosna’daki UNPROFOR hakkında konuşuyordu, ancak bugün Lübnan’daki UNIFIL hakkında da konuşuyor olabilirdi. Ve misyon iyi başlamadı. Her gün Lübnan üzerinde uçan İsrailliler UNIFIL’in Hizbullah’a silah akışını engellemek için neler yaptığını görmek istediklerini söylüyorlar. Lübnanlılar ise UNIFIL’in İsrail hava gücüne karşı onları neden korumadığını soruyorlar. Ama UNIFIL için başka tehlikeler de söz konusu. Sayda ve Trablus’ta oğullarını Irak’a ABD’ye karşı savaşa gönderenler var. Bu gençleri bombalı araçlarla intihar saldırısı düzenlerken gösteren videoları bana izlettiler. Bu insanlar da “yeni” UNIFIL’i bir NATO gücü olarak görüyor. Filistin kampı Ayn el Helve’de bir söylenti dolaşıyor. “İyi bir sürücü isen listenin en başındasın.” El Kaide, UNIFIL’i tehdit etti bile. Pellegrini sürekli “Biz işgalci değiliz” diyor. Hizbullah suçlanmamalı Peki, bunu neden söylüyor? Başarının önündeki siyasi engeller de büyük. Örneğin, ABD hâlâ eski Başbakan Hariri cinayeti için Suriye’yi suçlamaya hevesli, fakat Şam Beşar Esad’ın bununla ilgisi olmadığında ısrarlı. Suikastla ilgili BM soruşturması dağılıyor. Artık Esad’ın adı BM raporlarında geçmiyor. Yeni hedef geçen yıl esrarlı bir şekilde intihar eden eski içişleri bakanı. Esad karşıtlarına göre onun ağabeyi de geçenlerde intihar etmiş. Suriye’nin Irak’ta ABD’ye destek vermesinin yolu açıldı mı? Şam’ın Lübnan’daki direnişi tekrar güçlü kılabilmek için Irak’taki ABD ordusuna karşı direniş üzerinde yeterli gücü var mı? Yanıt: Muhtemelen, evet. Ve Hizbullah, Litani nehrinin güneyinden geçen her aracı gözetliyor. Çünkü, Fransızlara karşı bir intihar saldırısı olursa, kendisinin suçlanacağını biliyor. Suçlanması gereken Hizbullah değil. Sorumlular, NATO’ya saldırmak isteyen El Kaide de olabilir. Böylece, Hizbullah Güney Lübnan’daki Avrupa ordularının en güçlü koruyucusu olabilir. Alın size düşünülecek bir şey... (The Independent, İngiltere, 15 Kasım) ‘Sağlam’ bir kuvvet Ama UNIFIL artık alışılageldiği üzere dost, tarafsız ve yumuşak bir güç olmaktan çok NATO askerlerinin ateşe karşılık vermek üzere eğitildikleri “sağlam” bir kuvvet. Güney Lübnan halkı bu yeni gücün kendilerini değil İsrail’i korumak için orada bulunduğunu biliyor. UNIFIL, hem Lübnan’ı hem İsrail’i korumak amacında olsaydı, sınırın iki tarafında da bulunurdu. Bir Lübnanlının tanımıyla, operasyonlarıyla Hizbullah’ı sınırdan uzaklaştıramayan İsrail’in yerine gelen bir güç. Ama, UNIFIL’e göre durum böyle değil. General Pellegrini, görevlerinin Hizbullah’ı silahsızlandırmak olmadığını belirtiyor. BM kararına göre UNIFIL’in (Le Monde, Fransa, 17 Kasım) Fransızcadan çeviren: Elçin Poyrazlar CUMHURİYET 10 K
Subscribe Login
Home Subscription Packages Publications Help Contact Türkçe
x
Find from the following publications
Select all
|
Clear all
Find articles published in the following date range
Find articles containing words via the following methods
and and
and and
Clear