01 Haziran 2024 Cumartesi Türkçe Subscribe Login

Catalog

Months
Days
Pages
SAYFA CUMHURİYET 23 OCAK 2002 ÇARŞAMBA 12 KULTUR [email protected] Resimler, uzmanlar tarafindan bilimsel yöntemlerle incelenerek gerçek bir an önce ortaya çıkanlmalı ŞusahtePicassolar sorunuK41AÖZSEZGİN Üzerindenbir buçuk yıl gibi uzun- ca bir zaman geçmiş olmasına kar- şın, Türkiye'de ele geçirilen Picas- so imzalı resimler, yazılı ve görsel medyanın diline düşmüş ironikgö- lüntüsüyle güncelliğini yitirmemi- şebenziyor. Ankara Resim Heykel Müzesi'nde koruma altında sergi- lenmeye aluıan dört tablo da dahil olmak üzere, bugüne kadar yaka- lanmalan geniş bir zaman dilimi- ne yayılan, o nedenle de güncelli- ği hiç eskimeyen bu tür tablolann on üçü bulmuş olması, kuşkusuz bu ironik görüntünün başlıca nedeni- dir. Böylece Türkiye, bir "Picasso cenneti" olarak alaya alındı, bulu- nan tablolan görmeye bile gerek duymayan yetkili-yetkisız pek çok kişı, bu resimlerin tümünün sahte olduğu konusunda neredeyse söz birliği ettiler. Yabancı kamuoyu ilgisiz Yabancı kamuoyu, bir ıki yorum dışında, genellüde ilgisiz davrandı, basında çıJcan tartışmalan, Türki- ye'nin "sanat açüğTna bağlayan- lar oldu. Örneğin yaklaşık bir yıl ka- dar önce Amerika'da yayımlanan Washington Post, bütün tartışmala- ra karşın, konuyu açıklığa kavuş- turmak üzere, bugüne kadar ulus- lararası düzeyde bir sanat uzmanı- nın Türkiye'ye davet edilmemiş ol- masuıın altını çiziyordu. Bir habere göre resimlerin bir bö- lümünün Hermitage kaynakh ol- duğunu göz önünde bulunduran müze müdürii, fotoğraflardan in- celediği tablolann ikisinin "takfit" olduğunu öne sürüyor, bunlann ori- jınallerinin Hermitage'da sergilen- diğine dikkat çekiyordu. Hangile- riydi bu resimler, geri kalanlarhak- kındaki kanılar neydi? Doğrusu, Kültür Bakanhğı da bu konuda kuşkulan silecek bir giri- şimde bulunmakta, o kadar da du- yarlı davranmıyordu. Belki de tü- mü, 1991 'deki Körfez Savaşı sıra- ürkiye, bir 'Picasso cenneti' olarak alaya alındı, bulunan tablolan görmeye bile gerek duymayan yetkili-yetkisiz pek çok kişi, bu resimlerin tümünün sahte olduğu konusunda neredeyse sözbirliği ettiler. Yabancı kamuoyu, bir iki yorum dışında, genellüde ilgisiz davrandı, basında çıkan tartışmalan, Türkiye'nin 'sanat açlığı'na bağlayanlar oldu. sında Kuveyt'ten Iraklı subaylar ta- rafindan çalınmış olduğu belgelen- diğine göre Kuveyt hükümetinin bir açıklama yapması gerekmez miydi? Kültür Bakanlığımız, her- halde böyle bir açıklamanın gele- ceğine kesin gözüyle baktığından, kendi inisiyatifini devreye sokmak- ta acele etmiyordu. Ağızdan ağıza dolaşan söylentilere ve zaman za- man da yetkililerin dile getirdikle- ri ifadelere bakılırsa, Picasso'nun oğlu Ispanya'dan davet edilmişti, onun gelmesi bekleniyordu. Böy- lece Picasso'nun oğlunun, babası- nın resimleri konusunda "uzman" olduğunu öğrenmiş oluyorduk. Yetkililer 'mnursamaz' Daha sonra bu davet gerçekleş- meyince, Kültür Bakanlığı'nın Pa- ris 'te "Administration Picasso" ad- lı kuruluşla bağlantı kurduğu öğre- nildi. Verilen habere göre resimle- rin fotograflan ve belgeler, bu ku- ruluşa gönderihniş ve alınan rapor- da, resimlerin dördünün (hangile- ri?) sahte olduğu sonucunavanlmış- tı. Sahte resimleri gerçeklerinden ayırt etme konusunda teknolojik verilerin doğruya çok yakın bilgi- ler sağlayabildiği bir dönemde, salt fotoğraflara dayanarak sağlıklı so- nuçlara nasıl ulaşılabildiği sorusu yanıt bekleyedursun -ilk dört res- min arkasından ele geçirilenlerin sahteliği kuşku götürmüyor- An- kara Resim-Heykel Müzesi'nde ko- ruma altında sergilenen ve ciddi bir incelemeden geçirilmesi gereken resimlerkarşısındakı "umursaınaz" tavn anlamak mümkün değil. Kuşkular giderilmeli Ocak ayuıın ilk günlerinde (2-3 Ocak) CNN Türk televizyonunda yayımlanan ve benim de katıldı- ğım dosya niteliğindeki program, konuya ilk kez, her tür ironik yo- rumun dışında ciddi bir yaklaşım getiriyordu. Ancak benimle yapı- lan görüşmenin band kaydı, çok küçük bir bölümüyle yayımlandı- ğından, konu üzerine görüşlerim bütünüyle ekranayansımadı. (Cün- ton'ın köpeği Buddy'nin ölümü ve tiyatroda çıplaklık sorunu, progra- mın sorumlulannı daha fazla ilgi- lendirmiş oünalıydı.) Başta "Köylü KaduT (Madam Putman portresi), şu anda Ankara Resim-Heykel Müzesi'nde, müze kaydınageçirilmeden sergilenmek- te olan dört resim hakkında, kesin- liğinden kuşku duyulmaksızın öne süriilen olumsuz yargılann aksine, sahte ya da gerçek olduklaruıa iliş- kin herhangi bir yorumda bulun- maksızın, önerimi yinelemek isti- yorum: Sözkonusu resimler, her tür kuşkunun hiç değilse önemli ölçü- de bertaraf edihnesine olanak ve- recek bir doğrultuda, Picasso uz- manlan tarafından gözden geçiril- meli, bilimsel yöntemlerle incelen- meli. Bu resimleri, Türkiye'de pa- zarlamak için getirenlerin ifadele- ri de dikkate alınarak, resimlerin kaynaklan konusundaki aydınlatı- cı bilgılerin ışığında somut sonuç- lara vanlmasını kolaylaştıncı ola- naklardan yararlanılmalı. Spekülasyonlann önü, bu yolla aluıabilir ancak. Toptan ya da kes- tirmeden "sahte" suçlamalan kadar, umursamaz bir tavırla, sorunu ört- bas etme çabalan da bir yarar ge- tirmeyecektir. David Cronenberg Beckett 'le buluştu ENGİN AŞKEV USTALAR BÎRLEŞMESİ-Cronenberg iç kurgusu Samuel Beckett'le örrüşen 'Orümcek' fîhnini Torooto'da tamamladı. duyumsadığını" itiraf ediyor. "Örümcek"te, dengesi so- runlu küçük bir çocuğu öy- külüyor yönetmen. Babası- nın, annesini acımasızca öl- dürdüğüne inanan çocuk, bir gizem karmaşasıyla iç içe olan küçümen yaşamının her kesinnde, babasının onu da öl- düreceğine inanmıştır. Seçkin Ingiliz aktörii Ralph Fîen- nes'in başrolü oynadığı film, akıl hastanesine kapatılan bir dışlanmışın, yetiş- kinlik bölümünde- ki ruhsal deprem- lerini irdeüyor. Hep geriye dönen, hep çocukluğunu anım- sayan bir üzgü sü- recidırbu. Gabriel Byrne,Lynn Redg- rave ve Miranda Ricbardson'un da oynadığı "Örûm- cek", Cronen- berg'in "Kan Ba- ronu" diye anılmasına yol açan diğer filmlerinden ol- dukça farklı. Yönetmen David Cronen- berg şöyle belirliyor sanat- sal iletisını: "Örümcek,benim yumuşadığımı sananlann va- nılgısı olacak. Ödünsüzlük, benim temel kuralun olarak yine karşuuzda. Ne gişe so- runuyla, ne eleştirmen kor- kusuyla kaygdanan bir ada- num. Her yapıtmu kendim inandıgım için yarattun." TORONTO - Ürkünç te- malann olağandışı yorumcu- su Kanadalı yönetmen Da- vid Cronenberg, iç kurgusu Samuel Beckett'le örtüşen "Spider-Örümcek" adlı fil- minin çekimini Toronto'da bitirdi. Hemen her setinde bomboş mekânlann ve mad- desel yalnızlığın görünüm- lerini getiren Cronenberg, gerçekte Kanadalı romancı Patrick McGrath'tan uyar- lanan yapıtında, "Beckett'in kendi özyaşamından esinlendiğinP vur- guluyor. Beckett'in he- men her romanın- da,özelükle"Mol- loy"da gördüğü- müz "başıboş,gös- terişe dudak bü- ken, kendi içe kapanık e\re- ninden de etkilendiğini'' be- lirtiyor Torontolu yönetmen. " Yıflannr sırtmda aynıgiysi- leri taşıyan, varsılnğa horia- \icı gözlerie bakan ve cebin- de riirün torbasından başka hiçbir şey balunmayan Bec- kett'i" son yıllarda yeniden keşfettiğini söyleyen Cronen- berg, "umutsuzluğun ve ka- ranhğın simge adlan Dosto- ye\'ski, Kaflca veBeckett'in ta- dınısonzamanlarda dahaiyi •Patrick McGrath'ın romanından uyarlanan film, dengesi sorunlu bir çocuğun yaşamını anlatıyor. eçtığımız günlerde Türk Amerikan Derneğinde Martin Berkofsky ve genç piyanist Atakan San bir konser verdiler. Berkofsky ve Atakan'dan şölen AHMETSAY ANKARA - Ankara'da bu yıl kon- ser müziğinin tadı tuzu yok: Cumhur- başkanlığı Senfoni'nin konser salonu "tadilat" nedeniyle kapalı. "Verdiğinıiz rahatsizüktan dolayıözürdileriz." Tam da konser sezonuna rastladığı için, or- kestramız dört aydan beri etkinlikle- rini birtakım değişik mekânlarda sür- dürüyor. Konser müziğini ara ki bula- sın. Bilkent Senfoni ise eski havasın- da değil: Başkentin müzik yaşamına katkı getiren yabancı şef ve solistlerin yolu Bilkent'e pek düşmez oldu. Ne yapalım, biz de dinletilerin pe- şine düşeriz. (Bu güzelim "dinleti" sözcüğünü "reshal'' anlamında kulla- nıyorum). Önce şunu belirteyim: An- kara'da yabancı kültür merkezlerinin düzenlediği dinletilerin müzik yaşamı- mızda değerli bir yeri vardır. Onlar "tadilat" falan gibi durumlan sezona raslatmadıklan için, özellikle beş yıl öncesine kadar birkaç olağandışı so- listi dinleme fırsatı bulurduk. Türk Amerikan Kültür Derneği'nde Martin Berkofsky ile Atakan San'run sunacağı eklemlenmiş piyano şöleni- ne işte böyle koşarak gittim. ABD'nin yetiştirdiği parlak piyanistlerden biri olan Berkofsky'den, Beedıoven"ın "Ay Işığı Sonaü"nı dınlemek için, kar, buz dondurucu soğuk bize vız gelir. Henüz 19 yaşındaki yeteneğimiz Atakan ise piyano edebiyatının en önemli eserle- rinden biri olan, Liszt'in "Siminör Pi- yano Sonaö"nı yorumlayacaktı. Berkofsky'yi 22 >ıl önce bu salon- da ve bu piyanoda yine dinlemiştim hayranlıkla. Salon aynı salon, piyano da aynı piyano, ama piyanonun son durumunu size nasıl anlatsam? Ben bu kadar yorgun bir konser piyanosu görmedim hayatımda. Inanın, bir pi- yanoya "hurda" dememek için "yor- gun" diyorum: Ince sesleri tınlatacak birkaç sekizliyi kapsayan tuşlan tam sağır. Bastırmak değil, yumruklansa. hatta kla\-yenin üstünde îspanyol dans- lan uygulansayine tınJamayacak. Içim- den "eyvah" demeye başladığım sıra- da, derneğin Amerikalı sayın müdürii ayağa kalkıp dinletiyi durdurarak bır açıklama yaptı: "Piyanonunkısabirba- kundan geçmesi geretdyor, 10 dakika araverebiKr miyiz?'' Verdik. Amerika- lılar ne derse biz yapanz. Fuayede usulca gezinirken dinleyi- cilerden birbayyaklaştı bana. Önce adı- mi sordu, "Tamam" dedi gülümseye- rek, "size bir şey sormak istrvorum: Bu pi\ ano>nAmerikahlar acaba Afga- nistan'dan nugedrmiş?"Ben provokas- yona gelecek adam değilim, derhal ya- nıtı yapıştırdun: "Hayır! Bu piyanoyu 25 vıldan beri tanınnı, hep buradadır, biraz yorgun gaöba-." 'Geleceğin piyanistlerinden biri' îşte söz konusu piyanoda Atakan San bir mucize yarattı: Bir yandan Liszt'in müthiş eserinden "orkestra renkleri" çıkarmaya çabalarken bir yandan da ince sesli tuşlara abandı. Yahu biz ne kadarçilekeş bir milletiz? Uzatmayayım, dinleti sonrası Atakan'ı kucakladım, sadece gelecek günleri konuştuk onunla. Atakan, şubat ayın- da özel bir Amerikan bursuyla New York'taki ünlü Julliard Müzik Oku- lu'na gidiyor. îşte şuraya yazıyorum: Birkaç yıl sonrasının en değerli genç piyanistlerinden binrü tanıyacaktır yer- yüzü. Bu çocuğumuzu Izmir'de beş yıl önce tanımıştım. sonra Çukuro\a Ünhersitesi Devlet Konservatuvan'nda piyanist Can Çoker' in öğrencisi oldu. Atakan olağanüstü bir gelişim göster- miş. San'yı elinde tutan Berkofsky Martin Berkofsky'yi ise böyle bir değerimizi keşfedip onun elinden tut- tuğu için kutlamakla yetinmek istemi- yorum: Ender görülür bir "müzikçi dayaraşması'' dolayısıyla Berkofsky'nin insanlık gözünde daha da \iiceldigini açıklamayı görev biliyorum. Sırası mıdır. değil midir, bu işler- den pek anlamam, izin verirseniz bir- kaç satırla başkentteki yabancı kültür merkezlerine değineceğim: British Co- uncil, "Yıhn Genç Mözisyeni'' adıyla her yıl düzenlediği ciddi yanşmalar sonucunda derece alan yetenekli genç- lerimize burslar verirdi; hatta Ingilte- re'ye gönderilecek bu gençler için bü- yükelçilikte müzikli törenler düzen- lenirdi. 2002'de bu yanşmalar ve burs- lar kaldınldı. Biliyor muydunuz? Fransız KültürMerkezi, müzik eüdn- liği düzenlemez. Sanki 17. yüzyıldan günümüze değin Avrupa müziğini et- kileyen koskoca bir "EransızstiB" yok- muş gibi... îtalyan Kültür Merkezi ise müzik etkinlikleri bakımından ortada görünmez. Doğrusunu isterseniz, An- kara'da artık sadece Almanlann ünlü "Goethe Enstitösü'' ıle baş başa kal- dık. Şöyle diyebiliriz: Yabancı kültür merkezlerinin başkent müzik yaşamı- na çok yönlü katkısı meğer eskiden- miş. Yanıt aramıyoruz. Herhalde en şık ya- mt, bu kez Atakan San'dan gelecek. DEFNE GOLGESİ TTRGAY FtŞEKÇt Sanki Sait Falk Gaye Boralıoğlu. Hepsi Hikâye (lletişim Yayınla- rı) adlı ilk kitabında oykü türünün gizlerine ermiş bir yazar olarak ortaya çıkıyor. Nedir bunlar? Başta bir öykünün yoktan var edilmesi. Yani bir olay ya da olaylar zincirine dayanmadan, anlık bir zaman diliminden, görüntülerden ya da olgulardan öykü ya- ratılması. Bu tür öyküyle dilimizde Sait Faik ile ta- nıştık. Bir anın, bir sesin, bir kokunun, bir duruşun da öyküsünün yazılabileceğinı ondan öğrendik. Sonra Hemingway'den Paul Auster'e dek çağ- daş Amerikan yazarlarından böylesi öykülerokuduk. Gaye Boralıoğlu da daha ilk kitabında, böylesi ay- rıntı ustalıklarına dayanan oykü anlayışının dilimizde- ki parlak bir örneği olarak karşımıza çıkıyor Öylesi- ne gerçek, hayatta karşılığı olan aynntılarla kurulu- yor ki öyküleri, bu ayrıntılardan genişliğine bir ger- çek dünyaya ulaşıyor okur. Yazarın bir kahramanı var. GünümüzTürkiyesi'nde yaşayan genç bir kadın. Onun hayatının çevresinde oluşan geniş bir görünümde hem ülkeyi hem de sı- radan bir bireyin yaşam koşullannı izliyoruz. İşte bu- rada yazar, küçük aynntılardan öylesine bütünlüklü bir insan ve ülke görünümü çıkanyor ki onun peşin- den gidip ülke üstüne de düşünebilirsiniz, insan üs- tüne de... Edebiyat urünleri genellikle yazıldıkları dönemin ınsanı ve toplumunu anlatırlar. Okuduğunuz edebi- yat yapıtı size türlü yazınsal tatlar, sanatsal derinlik- lersunmasının yanında, dönemini anlatan ipuçlan da içerir. Bunlara bakarak o dönemi anlayabilirsıniz. Bizim edebıyatımızın son yirmi yılında verilen ürün- lerde bu özellik gıderek azaldı. Yazarianmrz başka dö- nemlere ilgi duymaya, onlan anlatmaya yöneldiler. Bu nedenle günümüz toplumunu anlatan edebiyat ürun- lerine az rastlanıyor. Gaye Boralıoğlu'nun kitabı böy- le bir boşluğun ortasına düşmüş olmasıyla, edebi- yat tarihimiz açısından da önemli bir yerde duruyor. Öykü kahramanı, çalıştığı yer olarak "fabrika Ğan söz ediyor. Fabrika çağdaş sanayi toplumunun nab- zının attığı yerdir. Orada üretilir toplumun günlük ha- yatının gereksinımleri de, bılinci de, bilinçsizliği de. Yalnızca bu seçim bile, fabrikayı, öykülerinın aynntı zenginliği içinde temel etkenlerden biri kılması bile, yazarın toplumu anlatmadaki geniş bakışlılığının bir göstergesı. Öteki unsurlara da bakalım. Yalnız yaşa- yan bir genç kadın, annesi, temızlikçisi, ev sahibi, mü- dürü, musluk tamircisi, ev eşyaları, polis, tatil köyü, sevgili, koca, vergı fışleri, sonsuz uzayan ayrıntılar. Bu aynntı zenginliği içinde yitebilirdi de yazar. Ama öyle olmuyor işte, bütün bu binlerce aynntı, çerden çöpten yapılma kusursuz biryontu gibi, günümüz in- sanını anlatan görkemli bir bütünlüğü oluşturuyor. Günumüzün ıçleracısı insanı ve toplumu, belki en iyi mizahla anlatılabilirdi. Yazar da ister istemez ka- lemini mizaha bulamış. Okudukça güler misiniz, ağ- lar mısınız size kalmış. Ben okuduklarımdan etkilendim. Biryazann yaşa- dığı toplumu anlatma isteği ve bunda ulaştığı başa- n heyecanlandırdı benı. Has edebiyat ürünleriyle kar- şılaştığımda duyduğum o mutluluk sardı içimi. Böylesi kitaplar yalnızca kendi varlıkları içinde an- lam bulmuyor. Onlara bakıp öteki kitaplan, yazarla- rı, dahası tüm bir edebiyat dünyasını da değerlen- dirme olanağı yaratıyor. Bu yönüyle HepsiHikâye gü- nümüz edebiyatı için bir mihenk taşı işlevi de görecelc Peggy Lee yaşamını yıtirdi • Kültür Senisi-Caz sanatçısı Peggy Lee 81 yaşında kalp krizi nedeniyle Los Angeles'daki evinde yaşamını yitirdi. Lee, Ts ThatAHTherels'adh şarkısıyla 1969 yıhnda 'eniyi çağdaş kadın yorumcu' dalında Grammy Ödülü'ne layık görülmüştû. 1941 yılında Benny Goodman Orkestrası'yla çalışmaya başlamasıyla müzik yaşamına atılan Lee, daha sonra grubun gitaristi David Barbour'la e\lendi. Aralannda 'The Jazz Singer' ve 'Midnight Serenade' gibi önemli yapımlann olduğu filmlerde de rol alan Peggy Lee, alkolik bir şarkıcının yaşamını konu alan 'Pete Kelh/'s Blues' adlı fümle 1955 yıh en iyi yardımcı kadın oyuncu ödülüne layık görüldü. Bir Disney klasiği olan "The Lady and The Tramp'in orijinal film müziğinde sesinin yanısu^ kalemiyle de yer aldı. K Ü L T Ü R » Ç İ Z İ K K Â M İ L M A S A R A C I
Subscribe Login
Home Subscription Packages Publications Help Contact Türkçe
x
Find from the following publications
Select all
|
Clear all
Find articles published in the following date range
Find articles containing words via the following methods
and and
and and
Clear