26 Aralık 2024 Perşembe Türkçe Subscribe Login

Catalog

Months
Days
Pages
9 AĞUSTOS 1989 DİZt YAZI CUMHURİYET/7 Konservatuvar eğitiminin yaygınlaştırılması ve sanat için ayrılan kamusal kaynaklar sürekli tartışma konusu Eğer bale, opera, tiyatro ya da klasik müzik gibi sanat dallarına toplumun çok ufak bir bölümü ilgi gösteriyorsa konservatuvar gibi bir eğitim kurumuna gerek olup olmadığı tartışma gündemine gelecektir. Sanat etenegı gjtimle gelişir ^^^^«^^^•İ^^^^^^^^. ^ R B ^ >3M Tutucu ve gelenekçi çevreler, "bize yabancı sanat dalları" için büyük kamusal kaynak ayrılmasını eleştiriyorlar. Oysa, evrensel sanat düzeyine ulaşmak için egitimin yaygınlaştırılması gerekiyor. Türk toplumu dansa çok açık Doç. Inci Kurşunlu, konservatuvarın bale bölümünden mezun. Konservatuvarı bitirdikten sonra bir süre Devlet Opera ve Balesi Genel Müdürlüğü'nde dansçı olarak çalışmış, sonra konservatuvarda öğreticiliğe başlamış. Halen Konservatuvar Bale Bölümü Başkanlığı görevi yapan Doç. Kurşunlu sorularımızı şöyle yanıtladı: Sayın Korşunlu, siz nasıl balerin olmaya karar venniştiniz? KURŞUNLU Henüz 6 yaşındayken "Kırmızı Pabuçlar" filmini görmüştüm ve daha o zaman balerin olmaya karar vermiştim. Yetiştiğim evde klasik muzik kültüru çok yüksekti, belki bu da kararımda etkili olmuştur. Babam balerin olmamı istemiyordu, müziğe yönelmemi arzuluyordu. Bir ilkokul öğretmeni olan annem ise çok anlayışlıydı. On yaşımda iken beni gizlice giriş sınavına soktu ve ilk iki yıl babam baleye gittiğimi bilmedi, muzik bölümüne devam ediyorum sandı. Efendim biraz giriş sınavından ve konservatuvardaki bale oğretiminden söz eder misiniz? KURŞUNLU Sınavda fıziksel yeteneğe, ritm duygusuna ve kulağın müziği algılama kapasitesine bakılıyordu. Bizim öğrencilik dönemimizde, bakın çok ilginç, kültür dersleri hocalarını çok iyi anımsıyorum. Çok iyi hoçalardı. örneğjn matematik dersine Kurtuluş Lisesi hocaJarı gelirdi ve bize çok aniayışlı davranırlar, seçkin bir sanatçı muamelesi yaparlardı. Bunun bizler üzerinde çok olumlu etkisi vardı, bu hocalara karşı raahçup olmamak için çok çalışırdık. liba en büyük sorun, hâlâ süren sorun Türk balesi için Turk pedagoglarına sahip olmamak. Biz bugun 10 yıl süren bir eğitim veriyoruz, ama mezunlarımızdan hoca olarak yararlanamıyoruz, çünkü onların lisans düzeyinde diplomalan yok. Zorunlu olarak yabancı hoca kaynağına yöneliyoruz. Koregraf olmak için sadece teknik yeterlikle sınırlı kalmamak gerek. Kültürel birikim çok önemli. Yani koregraf, teknik bilgisi ile bu kültürun zenginliğinin sentezini yapabilmeli. Yaratıcılığın tek koşulu bu. Ankara Konservatuvarı Bale Bölümü Başkanı Doçent Inci Kurşunlu: 3 Toplam nüfusu 60 milyona yaklaşmış ve sjyasal söylem olarak Avrupa' ile bütünleşmeyi hedeflemiş bulunan Türkiye'de opera ve bale gibi sanat dallarına gösterilen ilgi son derece düşüktür ve bu alanda herhangi bir yorum ya da değerlendirmeye gerek yok gibidir. Müzik açısından da farklı bir dururaun söz konusu olmadığı açıktır. Yukandaki rakamlar Türk toplumunun birtakım kültürel etkinliklere giderek azalan bir talep gösterdiğini kanıtlamaktadır. örneğin 17 milyonluk Demokratik Almanya'da toplam tiyatro «eyircisi bir yılda 15 milyondan 13.5 milyona düşünce bir tartışma gündeme gelmiş, ne tür politikalar ve sübvansiyonlarla toplam tiyatro seyircisinin arttırüabileceğinin yollan araştırılmaya başlanmıştır. Türkiye'nin parçası olmayı amaçladığı Avrupa Topluluğu ülkelerinde de durum farklı değildir. örneğin geçen yılda Birleşik Krallık'ta toplam tiyatro seyircisinin sayısı 33 milyonu geçmiş bulunmaktadır. Başka bir deyişle, yüksek düzeyli sanat etkinliklerine karşı bir ilgisizlik belki her toplumda başgöstermış bulunmaktadır, ama Türkiye için bu alanda ortaya çıkan sorun farkhlık arz etmektedir. Eğer bale, opera, tiyatro ya da klasik müzik gibi sanat dallanna toplumun çok ufak bir bölümü ilgi gösteriyorsa, konservatuvar gibi bir eğitim kurumuna gerek olup olmadığı tartışma gündemine gelecektir. Toplumun çok ufak bir azınlığının kültürel gereksinmelerini karşılamak için acaba yüksek bir maliyet bedeli ödemeyi gerekli kılan eğitim kurumlannda ısrar etmek, bunları geliştirmeye çalışmak anlamlı bir iş olacak mıdır? Bu sonıya iki türlü cevap verildiği görülmektedir. Türkiye'de sanat eğitiminin yüksek maliyetini söz konusu eden bir kısım tutucu ve gelenekçi çevreler, toplumun ilgi göstermediği, "bize yabancı gelen sanat dallan" için büyük kamusal kaynakların ayrılmasını eleştirmektedirler. Diğer görüş ise Türkiye'de sanatsal alanda ortaya çıkan sorunlann ve geriliğın eğitim yetersizliğinden kaynaklandığını vurgulamaktadır. Buna göre Türkiye'de gerçek sanat anlayışının gelişip yerleşmesi için eğitimden geçmiş ınsan sayısının hızla artması gerekmektedir. Örneğin bu görüşe göre müzik alanında yaşanılan sıkıntılann temelinde eğitimsizlik yatmaktadır. Halbuki muzik eğitiminin yaygmlaşması, müzik eğitimi yapmış insanların sayısının artması ile bu sıkmtı çö* zülecek; ister halk müziği, ister pop müzik, ister Türk müziği yapsın, eğitilmış müzikçi her türü çok daha yüksek duzeyde üretebilecektir. Konservatuvar eğitiminin yaygmla$masım savunanlara göre ulusal sanatın oluşabilmesi için evrensel düzey ve ölçülere çıkmak gerekmektedir ve bunu ancak egitimin yaygmlaşması ile sağlamak mumkün olabilir. Burada ilk akla gelen ve kamuoyunda tartışma konusu yapılan sanat dalı müzik olmaktadır. Türk müziğinin ulusallaşraası, ancak evrensel düzey ve ölçülere çıkarak sağlanabilir, aksi takdirde ulusal sanat değil bir folk sanatı söz konusu olacaktır. örneğin Ispanyol ulusal müziğinin temsilcilerinden olan Albeniz, tspanyol halk müziğinin ezgilerini, beğenilerini kullanmaktadır. Ancak Albeniz'in müziği evrensel ölçülere ve düzeye ulaştığı için ulusal müzik kimliği taşımaktadır. Bu görüşü savunanlara göre bir toplumda geleneksel bir sanat dalının olduğu gibi sürdürülmesi folk sanatına sahip çıkmak anlamına gelmektedir. Sanatsal yaşamı folk sanatı ile sımrlamak, ulusal sanatın büyük ölçüde geri kalması sorununu gün<fşme getirmektedir. Uzun yıllar müzik ve tiyatro/opera alanlannda eğitim veren Ankara Konservatuvan'nda 1951 yılında bale eğitimi de verilmeye başlanmıştır. Aslmda ilk resmi bale okulu 1948 yılında, Istanbul'da "Bale Akademisi" adı ile kurulmuştur. Yabancı hocalar ile eğitime başlayan akademi, 1951 yılında öfcrencileri ile beraber Ankara1 Balede Türk ekolü Halbuki şimdi üniversiter bir kuruluşuz ve sanatçı olduğu kadar kuramcı da yetişürmek zorundayız. Bale bir tür zanaat olmaktan çıkıp bilim haline gelebilecek, böylece Türk ekolünün gelişmesi için bir eşik açılmış olacak. Ama diğer taraftan da üniversitenin sırtında bir yük gibi hissediyoruz kendimizi. Üniversite içinde önemsenemeyiz ve ezilir gideriz korkusunu nedense hep duyuyoruz. ÇAGA AÇILAN KAPI KONSERVATUVAR Yüklü program Örneğin ben tngilizceyi orada, yani normal ortaokul öğretimi içinde öğrendim. Bir taraftan da haftada 10 saatlik bale dersimiz vardı. Ayrıca bale tarihi, ikili çalışma gibi yardımcı meslek dersleri de alırdık. Şimdi bakıyorum da.bayağı yüklü bir programın altından kalkmışız. Tabii bir de sayımız azdı. 50 öğrenciydik ve bu, hocalardan daha fazla yararlanmayı sağhyordu. Şimdi bale bölümunde 180 öğrenci var. Yani mükemmel bir eğitim gördüğünüzü mü söylemek istiyorsunuz? KURŞUNLU Hayır. Mezun olduktan 1 yıl sonra eğitim için Londra'ya gittim ve bizim programın ne kadar yetersiz olduğunu anladım. Ortam yetersizdi, hocalar yetersizdi ve sonuç olarak program yetersizdi. Ama başka bir şey vardı. Çok hevesliydik, korkunç bir dans sevgimiz ve disiplinimi* vardı. Mezunlar için istihdam sorunu da yoktu, her mezun dans edebiliyordu. Benim mezun olduğum yıllarda seyircinin yüksek talebi ve ilgisi vardı. Bütün bunlar bir araya gelince oldukça yüksek performanslı bir eğitim ortaya çıkıyordu. Konservatuvar, sanat heyecanı çok yüksek bir kurumdu. Sonra zamanla işe politik etkiler girdi. Sanatçı olmayanlar konservatuvarda yönetici olmaya başladı, ilgisiz yasaklar konmaya yönelindi ve tabii sorunlar başgösterdi. Ben doğrusu hâlâ o eski ve uygar konservatuvarı arıyorum. Yani şimdi leknik düzeyi daha >ükselmiş olmasına karşın eski eğitim düzeninde daha iyi sanatçı yetişiyordu mu demek istiyorsunuz? KURŞUNLU Bizim öğrencilik dönemlerimizde eğitim teknik açıdan daha yetersizdi, ama dediğim gibi çok yüksek bir motivasyon vardı. Ama gatörlüğü'ne bağlı bir kuruluşa dönüştürülmüştür. Üniversiter bir kuruluş haline gelmenin konservatuvar için ek bir saygınlık ya da prestij sağlamadığı açıktır. Konservatuvar, yetenekli ve seçkin insanların eğitildigi kurumdur ve bu özelliği nedeniyle belli bir saygınlığa ve prestije sahiptir. Bununla beraber üniversiteye bağlandıktan sonra konservatuvar hocalanna akademik unvanlar verilmesi ilginç gelişmelere neden olmuştur. Üniversitede verilen akademik unvanların bir bilimsel düzeye erişildiğinin göstergesi olduğu ve nesnel ö\ Türkiye'de 2 bin kişilik salonumuz olsa ve orada baleyapsak, eminim her gecedolar. Tek sorunumuz dediğim gibi Türk bestecilerinin ve koregraflannın eksikliği. Şu anda çocuklarda yoğun bir dışarı gitme eğilimi var. Tabii bir büyük sorunumuz da burokrasi. Biz daha çok Sovyet hocalarını kullanıyoruz. Ortaya iki yönlü bürokratik engeller çıkıyor. Yani burada MlT orada KGB, kim gitti, kim geldi diye karışıyor. Belki kendi açılarından haklılar, ama biz tabii sadece etkin bir bale eğitimi ile ilgilendiğimiz için onların sorunlanna yabancı kalıyoruz. Öu çerçeve içinde mezunlannızı dansçı olarak nereye koyuyorsunuz? KURŞUNLU tyi bir eğitim yapıyoruz. Türk balesi olarak biz artık tngilizlerden daha ileri bir noktaya gelmiş bulunuyoruz. Bizim çocuklarımız teknik olarak artık Kraliyet Balesi'nde dans edecek duzeydeler. Ancak henüz Türk toplumu çoksesli müziğe alışık değil, ama dansı seviyor. Bence çoksesli müzik sorunu dans ile çozülebilir, çünkü toplum dansı seviyor. Türkiye'de 2.000 kişilik salonumuz olsa ve orada bale yapsak, eminim her gece dolar. Tek sorunumuz, dediğim gibi Türk bestecilerinin ve koregraflannın eksikliği. Şu anda çocuklarda yoğun bir dışarı gitme eğilimi var. Burada solist olacağına dışanya gidip corp de ballet içinde yer almaya razılar. tyi yetişmiş oldukları için de dışanya gitmede sıkıntı çekmiyorlar. Sonuç olarak eğitimde oldukça ileri bir düzeye ulaştığımızı söylemek mumkün, ama henuz toplum bu ileri düzeydeki gösteri potansiyelinden tam anlamı ile yararlanamıyor. çülerle değerlendirme yapılması gerektiği genel kabul görmüş esaslardır. Ancak bir sanat dalında yeterliğin bir akademik unvan ile belirlenmesi pek o kadar kolay bir iş sayılmaz. Sanatsal duzey ve yaratıcılığı, somut, nesnel ölçütlerle ifade etmek oldukça zordur. İşte bu nedenle konservatuvarlarda akademik unvanların dağıtılması tartışmalara, sorunlara neden olmuş gözükmektedir. Konservatuvar üniversiteye bağlarunca konservatuvar hocalanndan birer dilekçe vermeleri istenmiş; dilekçe verenler bir yabancı dil sınavına tabi tutulduktan sonra doçent ya da profesör unvanları ile öğretim üyeliği kadrolanna atanmışlardır. Böylece konservatuvarda üniversiter bir sistem kurulmuş ve bundan sonra akademik unvan kazanma konservatuvar profesör ya da doçentlerinden oluşan jüriler eliyle yürümeye başlamıştır. Konservatuvarda akademik unvanlann kazanımı ve bu unvanlann bölüm başkanlığı ya da benzeri yönetsel kadrolara atanmada esas alınması belli sıkıntılar yaratmış gözükmektedir. Konservatuvarda sanat eğitimi yapılmaktadır ve sanatsal düzey ya da yaratıcılık 'bilgi birikiminden çok beceri ya da yeteneğe dayanmaktadır. Başka bir deyişle üniversitedeki akademik unvanlar esas olarak bilgi düzeyini ve birikimini ifade etmekte, ama bu sistemin sanatsal dallara uygulanması o kadar kolay olmamaktadır. Örneğin bale, opera, tiyatro, müzik alanlannda doktora çalışması yapmak oldukça kısıtlı bir alanla sınırlanmış gözükmektedir. Ancak opera ya da tiyatro tarihi ya da müzikoloji gibi dallarda doktora çalışmasımn olanaklı olduğu söylenmektedir. Sanatsal yaratıcılık hiç kuşkusuz bir bireysel beceri gerektirmektedir, ama beceri ve yetenek mutlak olarak eğitime gereksinme göstermektedir. Örneğin nüfusu 38 milyon olan Polonya'da guzel sanatlar oğrenimi gören öğrenci sayısı 69.000, müzik eğitimi veren kurum sayısı 200 civarındadır. Federal Almanya'da yüksek duzeyde müzik eğitimi veren kurum sayısı 76'dır. Türkiye'de ise konsenatuvar sayısı, ancak veni 5'e çıkmıştır ve bunlardan biri sadece "Türk sanat müziği" üzerinde eğitim, öğretim vermektedir. Yukarıda da değinildiği gibi bütün dünyada tiyatro, opera, bale gibi sanatsal tüketim alanlannda bir gerileme söz konusudur. Bu, karmaşık ve çok nedenli bir olgudur ve örneğin televizyonun yaygmlaşması bu gerilemede önemli bir etken sayılabilmektedir. Ama yine de toplumların ya da bir başka deyişle kültürlerin sanatsal üretimı önemini korumakta, bu alanda kapsamlı kamu politikalarının izlenmesi söz konusu olmaktadır. Örneğin Japonva'da her yıl bestelenen müzik parçalarının listesi adeta kuçük bir kitapçık oluşturmakta, evrensel müzik alanındaki yaratıcılık ciddi devlet desteklerine konu olmaktadır. Televizyon kültürel tuketim olanağını büyuk yığınların ayağına getirmiştir. Her türlü gösteri sanatı ya da müziksel etkinlik televizyon aracılığıyla geniş yığınlara iletilebilmektedir. Önemli olan bu etkinliklerin düzeyi ve kalitesidir. Bunu sağlamanın tek volu ise eğitimdir. Sanat eğitiminin yaygmlaşması sadece yetenekli bireylerin yeteneklerini yukarı düzeylere çıkarmasını sağlamak ile kalmayacak, toplumsal beğeni düzeyini de geliştirecektir. Bu nedenle konservatuvarlar son derece önemli eğitim kurumlandır \e bunların sayılarının artması gerekmektedir. Kırk yıla yakın bir süredir eğitim veren bale bölümü, bu dönem içerisinde 200 civarında ögrencı mezun ettı. ya gelmiş ve konservatuvarın bir bölümüne dönüşmüştur. Kırk yıla yakın bir süredir eğitim veren bale bölumu, bu dönem içinde 200 civarında oğrenci mezun etmiştir. Bale bölümünün gelişmesinde ünlü tngiliz hoca Dame Ninette de Valois'run unutulmaz katküarı vardır. 1950'li yıllann başında Ankara'ya gelen Valois, bölum öğrencileri ile tanıştıktan sonra çok şaşırmış ve bu şaşkınlığını açıkça ifade etmiştir. Bale bölümunde okuyan öğrencilerin dokuz yıllık bir eğitimden geçeceklerini bildiklerini, fakat mezun olunca ne yapacakları hakkında bir fikir sahibi olmadıklarını görmek Ingiliz dansçının çok garibine gitmiştir. Ama kolay kolay eşine rastlanmayacak garip duruma karşın bale eğitimi oturmuş, yerleşip gelişmiştir. Ankara Konservatuvan için en önemli değişikliklerden biri, YÖK Yasası ile universiter bir kuruluş haline gelmesidir. YÖK Yasası'nın yürürlüğe girdiği 20 Temmuz 1982 tarihinden sonra butün konservatuvar lar birer üniversiteye bağlanmış ve bu çerçeve içinde Ankara Konservatuvan, fakülte yetkisine sahip kılınarak dogrudan doğruya Hacettepe Üniversitesi Rek Bilkent Üniversitesi Müzik ve Sahne Sanatlan Fakültesi Dekanı HalilErsin Onay: ıneticilik yapmak kaçımlmaz oluyor. Önce öğretimden başhyorsunuz, neyı nasıl en iyi biçimde verebilir mi araştırıyorsunuz ve bunun sonucu olarak yönetsel görevlere yaklaşıyorsunuz. Istanbul'da uluslararası bir gençlik sanat festivali düzenledik. Bizim çocuklar, yaşamlannda ilk kez kendi akranları yabancılarla aym sahneyi paylaşarak müzik yapülar. Her alanda olduğu gibi özellikle sanat alanında da dünya ile sıkı bir ilişkiye girmek gerekiyor. İzole kaldınız mı gelişmek çok zordur. tyi muzik öğrenmek ve sonra iyi müzik yapabilmek için dünyanın her tarafında neler yapıldığını, hangi düzeylere erişıldiğini bilmek, onlarla yarışmak gerekir. Son 3 yılda bir konseriniz ya da resitaliniz oldu mu? ONAY Hayır, yapamadım. 1983 yılında Almanya'da misafir öğretim üyesi olarak çalışırken Ankara'ya, Devlet Konservatuvan'nda müdürlük yapmak üzere çağnldım. lşte bu göreve başlamadan önce en son olarak 6 Haziran 1983 günü Almanya'da bir konser verdim, üç gün sonra da başka bir yerde tekrar çaldım. Sonra Türkiye'ye dönüp yeni göreve başladım. Geliş o geliş oldu ve o zamandan beri öğreticiyonetici olarak çalışıyorum. Arada bir kendi kendime pivano calısıyorum, o kadar. Tek çözüm müzik eğitiminin yaygmlaşması GENCAY ŞAYLAN Siz halen bir yiiksekögrenim kurumunda yöneticilik yapıyorsunuz, ama bir de sanatçı kimliğiniz var. tsterseniz buradan başlayalım. Bize müziğe nasıl başladığınızı, kariyerinizin nasıl geliştigini anlatır nusınız? ONAY Müziğe, hatırlayamayacağım kadar küçük bir yaşta başladığımı söyleyebilirim. Istanbul Belediye Konservatuvan'nda çok küçük yaşta çocuklar için eğitim olanaği vardı ve ben 4 yaşımda buraya devam etmeye başladım. llkokulu bitirince de büyük bir istekle Ankara Devlet Konservatuvarı'na gittim ve burada 9 yıllık bir eğitim gördükten sonra yüksek devre mezunu oldum. Arkadan 1416 sayıh yasa uyarınca açılan sınavı kazanıp bursla Fransa'ya gittim ve burada 5 yıl daha eğitim gördüm. Böyle bir olanaktan yararlandığım için kendimı olağanüstü şanslı görüyorum. Örneğin bir piyano sanatçısı için Pierre Lancan, Pierre Fiquet ve Thierre de Brundoff gibi hocalarla çalışmanın gerçekten çok büyük bir şans olduğunu düşunüyorum. Hâlâ böyle sınav kazanmış, yetenekli çocuklar devlet bursu ile dışanya gönderilebiliyor mu? ONAY Hayır. Ama keşke gönderilebilse. Bu tür ihtisas ya da çalışma olanaklarının sağlanması çok yararlı oluyordu. Bakın bugün belli bir yere gelmiş sanatçı arkadaşlanmızın çoğu bu yasadan yararlandı. Şimdi bu olanak oldukça kısıldı. Anladığım kadan ile bunun nedeni de bizim kurumlarımızda lisans öğretimi yaptırılması. Deniyor ki burada lisans yapıldığma göre Avrupa'da lisansüstü çalışma yapılmalı. Ama Avnıpa'da lisansüstü eğitim yapan kurum sayısı çok az, daha doğrusu orada böyle bir ayrım çok anlamlı bulunmuyor. Bence bu tür bakmaktan vazgeçmek gerek, ille yüksek lisans diploması versin diye kurum aramanın anlamı yok. Önemli olan yurtdışında eğitimi sürdürme olanağıdır ve belki de bundan da önemlisi eğitici kişidir. Yurtdışında çoğu zaman şeklen bir okula kaydolunur, esas olarak bir hoca ile ya da bir icracı ile çalışılır. Okula kaydolmanın gereği öğrenci müfettişliğinin ısrarıdır. Okula kaydolmak, bir iki diploma almak elbet yararlıdır, ama esas olan iyi bir icracıyı, iyi bir hocayı izlemektir. Olaya bu açıdan bakınca ben, teİcrar ediyorum kendimi çok şanslı görüyorum. Çünkü çok iyi hocalarla çalışmak olanaği buldum. Sayın Onay peki yöneticilik nasıl devreye girdi? ONAY Bakın şöyle başladı. Yurda dönme karan vermemiştim, ama bir resital için Paris'ten lstanbul'a gelmiştim. Provalarımı da o sırada yeni kurulmakta olan tstanbul Devlet Konservatuvan'nda yapmaya başladım. Çok ilgili, yetenekli gençler vardı. Kapı arkasına gelip benim provalarımı dinliyorlardı. Aynca öğretici olarak çalışan birkaç arkadaşım da vardı. Onlar bana bir heyecan aşıladılar. Yeni oluşmakta olan bir sanat eğitimi kurumunda bildiklerimi gençlere öğretmek. Böylece karanmı verdim ve Paris'e gidip eşyalarımı topladım. Oradakı hocalanm bu karanmdan hiç memnun olmamışlardı, ama ben karanmı vermiştim. Böylece gelip Istanbul'da "sanatçıöğretmen" olarak çalışmaya başladım. Yıl 1974 idi. Hocalığa başlayınca ve hele çalıstığınız kurum yeni kuruluyorsa yö nanın eğitim öğretim için düzenlenmesi inanın hiç kolay bir şey değildir. Böylece çok sıkı bir çalışma temposuna girmek gerekti. Duşünün, boylesine bir durumda yöneticilik yapacaksınız, bir taraftan da müzik dinleyecekseniz, kendi alanınızda kim ne yapmış izlemeyi sürdüreceksiniz. Çok yoğun ve tempolu bir çalışma yapmak gerekiyordu. Daha sonra da Bilkent'e gectiniz değil mi? ONAY Bilkent'e hoca ve yeni fakultenin kunıluşuna yardımcı olarak gorev yapmam konservatuvarda iken başlamıştı. Yani önce yanzamanlı olarak çalışıyordum. Sonra tam zamanlı olarak buraya geçtim ve halen Müzik ve Sahne Sanatlan Fakültesi DekanlığVnı yürütüyorum. Bu noktada kamuoyunu da ilgilendiren bir sorun hakkında göriişünüzü almak istiyorum. Sanattaki birikim ve yaratıcılık ile bilimdeki birikim farklı. Son yıllarda güzel sanatlar eğitimi veren okullardaki akademik unvanlar tartışmalara neden oldu. Örneğin müzik ya da bale alanında doçentlik, doktora çalışması nasıl yapılır? Ya da bir Idil Biret, Menç Sumen konservatuvarda hocalık yapmak isterlerse doktoran yok, docentliğin yok mu denecek? l l a l ı l £ ı ^ i n Onay: Sanat eğitiminin sonu yok. Birtakım aşamaiari geçmek, dünyadaki gelişmeleri yakından izlemek, bir taraftan da her aşamada sahnede terlemek gerek. Öbür taraftan da diğer bilim dallannda olduğu %ibi akademik çalışma yapmak söz konusu. Ama sistem ne olursa olsun, öğretici kadro için bir yetkinlik hiyerarşisi olmalı. Çok genç yaşta yetişüğiniz okula miidiir olmak güzel bir şey olmalı değil mi? ONAY Benim için çok çekici bir görevdi. Ama gerçekten çok da sorun vardı. En başta gelen sorun okulun fiziki yetersizliğiydi. Temeli 1927 yılında atılan Ankara Konservatuvan hakikaten çok güzel bir binaydı. Hâlâ bu binanın önünden geçerken hem sevinirim hem de sanatsal yaşamımızda büyük yeri olan.adeta bir tarihi temsil eden binanın şimdi belediye işleri için kullanılmasından üzüntü duyarım. Düşumın, sanat dunyamızın butün büyük isimlerinin yetiştiği o salon ve sahnede şimdi sadece nikâh kıyılıyor. Ama bu eski bina gerçekten art\k yetersizdi. Her tarafı bölünmüş, derslik haline getirilmişti. Bu dersliklerın bazısına uzun boylular eğilerek girmek zorunda kalıyordu. İşte altından kalkmak zorunda kaldığımız ilk işlerden biri yeni binaya taşınmak oldu. Aslında yeni bir binaya taşınmak bizim öğrencilik günlerimizden beri gundemdeydi. Maketler vardı ve bize yeni binanın özellikleri anlatılırdı. Bol bol çalışma alanı, ses geçirmeyen odalarda, piyanocu ile tromboncu yan yana iki odada çalışabilecek. Yeni bir bina vardı, ama iki yıldır boş duruyordu. Hiç kuşkusuz bir mimarlık şaheseri değildi. ama alan olarak buyüktü. Eski bina en fazla 200 öğrenciye eğitim verecek kapasiteliydi ve öğrenci sayısını arttırmak mumkün olmuyordu. Halbuki yeni binada çok rahat bir biçimde 2.000 öğrenciye eğitim vermek olanaklıydı ve ben oradan ayrılırken öğrenci sayısı sanıyorum 1.200 civarındaydı. Yalnız bir konservatuvarın veni bir binava taşınması ve biONAY Bu konunun tartışmalı olduğu doğrudur. Konservatuvar üniversiteye bağlanmadan önce böyle bir sorun yoktu. Öğretim kadrosu içinde kendisine göre bir hiyerarşi oluşmuştu. Başlangıçta hocalar orta ve lise düzeyinde ders verebilecek hocalar ve yüksek düzeyde ders verebılecek hocalar diye ikiye aynlıyordu. Daha sonra da "konservatuyar. sanatçılığı" diye bir kurum oluşturulmuştu. Sanat eğitiminin, bildiğiniz gibi sonu yok. Birtakım aşamaiari geçmek, dünyadaki gelişmeleri yakından izlemek, bir taraftan da her aşamada sahnede terlemek gerek. Bir taraftan da diğer bilim dallarında olduğu gibi akademik çalışma yapmak söz konusu. Ama sistem ne olursa olsun öğretici kadro için bir yetkinlik hiyerarşisi olmalı. Bakın konservatuvarı bitiren bir sanatsal hiyerarşi içine girıyor, orkestrada çalmaya başlıyor, sonra solist oluyor, konser icracısı oluyor. Peki hocalar ne olacak, hep hoca mı kalacak? 70'li yıllarda çıkartılan konservatuvar sanatçılığı müthiş bir heyecan yarafmıştı. Acaba ben olur muyum, olamaz mıyım diye öğretici kadro bir heyecana düşmüştü. Batı'da bu böyle değil, yani unvanlar ve hiyerarşi katı esaslara göre belirlenmiyor. 3035 yaşından sonra hiç konser yapmamış, ama çok unlü öğrenciler vetişürmiş hocalar var. Batı'da genellikle hocalık yapanlara profesör deniyor, ama öyle ara hiyerarşik unvanlara pek rastlanmıyor. Bu, özellikle icraya dayalı sanat dalları için söz konusu. SİİRECEK BITTI
Subscribe Login
Home Subscription Packages Publications Help Contact Türkçe
x
Find from the following publications
Select all
|
Clear all
Find articles published in the following date range
Find articles containing words via the following methods
and and
and and
Clear