Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Yıllar
Günler
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
28 Haziran 2017 Çarşamba Akademi 3 >> değildir. Ülkemizin son dönemlerindeki siyasal tartışmaların sandık ile demokrasi ilişkisi konusunda epeyi bir bilgi ve tecrübe birikimi sağlamış olduğunu kabul edebiliriz. Kaldı ki, üniversite gibi mükemmelliği hedef almakla yükümlü olan bir kurumda seçime dayalı olan ama katılımcı olmayan bir demokrasi pratiği, çalışma ortamının vasata meyletmesiyle de sonuçlanabilir. O halde, bu konuda biraz daha yaratıcı düşünmeye mecburuz. Örneğin, rektörler seçimle değil de üniversitenin kendi içinde oluşturduğu ve her düzeyde temsil içeren bir komisyonun adayları mülakattan geçirmesi yoluyla belirlenemez mi? Burada önemli olan ilke, sandığa oy atıp sonra bir kenara çekilmek değil, sürece bizzat katılımdır. Aynı mantıkla, rektör bir kez seçildikten sonra, yine her düzeyde (bölüm, fakülte, vb.) kurullara karşı sorumlu olmalıdır. Kararlar kurullar tarafından verilir; rektör onları yürütmekle sorumlu olur. Şu anda geçerli olan düzende de Senato ve Yönetim Kurulu gibi kurullar vardır. Ancak, üniversiteyi içeriden tanıyanlar bilirler ki, bu kurullar yine rektörün kendisi tarafından oluşturulmuş, ona tabi olan kurullardır. Aynı durum fakülteler düzeyinde de geçerlidir. Bu kurulların hem temsil nitelikleri hem de yetkileri çok sınırlıdır. Yapının asıl değiştirilmesi gereken unsurları sandık yöntemlerinde değil, bu gibi noktalardadır. lParayı veren düdüğü çalar (mı?) Buraya kadarki değerlendirme, da ha büyük bir soruyu da önümüze koymaktadır: Üniversite içinde kıdemin, başarının, yetkinliğin bir önemi yok mudur? Demokratik bir ortam yaratacağız diye herkesi bir ve eşit mi kabul edeceğiz? Bu soruya verilecek yanıt, üniversite içindeki ilişkilerin nasıl düzenlenmesi gerektiği konusu kadar, üniversitenin dışarıyla, özellikle siyasal iktidarla ilişkisinin nasıl düzenlenmesi gerektiği konusuna da ışık tutar. Üniversite içerisinde tabii ki hocaöğrenci, ustaçırak ilişkileri olacaktır. Öğrenmenin yolu bilgi ve tecrübenin paylaşımından geçer. Paylaşacak daha fazla birikime sahip olanların sözü, haliyle, daha fazla dinlenme potansiyeli taşır. Ancak, bu ilişkilerde baskı, otorite, hiyerarşi kabul edilemez. Bunun çok basit bir nedeni vardır. Düşünce, ancak özgür olduğu ortamlarda yeşerir ve gelişir. Bir hoca öğrencisine kendi bildiklerini aktarırken, onun da kendi düşüncesine sahip çıkmasını ve o düşünceyi savunabilmesini desteklemekle yükümlüdür. Eğer öğrenci kendi düşüncesini karşı tarafı ikna edecek şekilde anlatıp savuna Üniversitelerarası Kurul’un 12 Eylül darbesinden iki yıl sonra aldığı bir kararla Kenan Evren’e fahri hukuk doktorası verildi. Evren’in solundaki, 1981’de kurulan YÖK’ün ilk başkanı İhsan Doğramacı. Bugün üniversitelerde YÖK öncesi dönem neredeyse hiç bilinmiyor. biliyorsa, her şeyden önce hoca ona saygı duymalıdır. Sadece o kadar değil; öğrencinin düşüncesini ikna edici bulduğu takdirde hoca ondan yeni bir şey öğrendiğini kabul etmeli, gerektiğinde kendi düşüncesini de değiştirebilmeli, yok eğer ikna olmadıysa neden ikna olmadığını öğrencinin anlayabileceği gerekçelerle açıklamalıdır. Öğrenci, hocadan bağımsız bir şekilde kendi düşüncelerini ve buluşlarını ortaya atıp bunları savunabilir noktaya geldiği zaman (ve ancak o zaman), hoca görevini yapmış sayılır. Acaba mevcut durumda hocaöğrenci veya profesörasistan ilişkileri böyle midir? Bir örnek verelim: Bırakınız ezberlenmiş bilgilerin lisans derslerindeki sınavlarda satır satır geri istenmesini, bağımsız araştırma yapma yetkinliğine sahip olması gereken bir yüksek lisans veya doktora öğrencisi tez aşamasına geldiğinde hocasından ne bekleyebilir? “Tez” adı üzerinde, özgün bir sav ortaya atıp onu kanıtlarıyla açıklamayı içerir. “Tez savunması” da yine adı üzerinde, bir jürinin sorduğu sorulara tatminkâr yanıtlarla bu savın sağlamlığının tasdikini içerir. Oysa, üniversitelerimizdeki genel pratik, hocanın öğrenciye bir konu “önermesi” biçimindedir. Genellikle hocanın kendi ilgilendiği bu konu, daha “önerildiği” anda öğrencinin de işine gelir. Hoca kendince öğrenciye neler yapması gerektiğini anlatır ve (işler yolunda giderse) hocanın beklentile ri çerçevesinde çalışma tamamlanır. Aslında hoca öğrenciye hiç yardımcı olmamıştır. Daha doğrusu, belki diploma almasına yardımcı olmuştur, ama bir akademisyen olarak yetişmesine yardımcı olmamıştır. Çünkü bu genç “akademisyen” bağımsız ve özgür bir şekilde, kendine özgü düşünce ve savlara sahip olacak nitelikte yetişmemiştir. Akademik çalışmanın bu özelliği, üniversitenin dışarıyla ilişkisinin nasıl olması gerektiği konusunu da aydınlatır. Tıpkı yargıçların “bağımsız ve tarafsız” olması, daha doğrusu sadece ve sadece hukuka bağımlı ve ondan taraf olması, kamuoyu dahil herhangi bir güç odağının, hele hele siyasal iktidarın ve sermayenin güdümünde olmaması gerektiği gibi, akademi ve akademisyenler için de yaratıcı araştırmalar yapmanın ve yeni kuşakları hakkıyla eğitmenin tek yolu, onlara bağımsız ve tarafsız bir şekilde düşünme ve çalışma özgürlüğü tanımaktan geçer. Bu özgürlüğü sağlamanın kurumsal yolu ise “özerklik”tir. Üniversite ancak kendi kendine, sadece onu oluşturan unsurlar tarafından yönetilmelidir. Genel piyasa koşullarında veya söz gelimi kâr amacı güden bir özel şirkette “parayı veren düdüğü çalar” kuralı geçerli olabilir. Ama üniversitede asla! Bu durum, özel üniversitelerde akademisyenin ücretlerini ödeyen patron için olduğu kadar kamu üniversitelerinde akademisyenlerin maaşlarını ödeyen devlet (daha doğrusu siyasal iktidar) için de geçerlidir. Peki ama özerklik keyfilik veya ba şıboşluk mudur? Herhangi bir hesap vermeyi içermez mi? Tabii ki içerir ve içermelidir, ama şimdilik bu önemli soruyu ortaya atmakla yetinip yanıtını başka bir yazıda irdelemeye çalışalım. l Diğer başlıklar Özerkliğin yanı sıra, etraflı bir tartışmayı gerektiren daha çok sayıda konudan söz edilebilir. Örneğin, birçok üniversitemizde artık olağan bir uygulama olarak kabul edilen yabancı dilde eğitim doğru ve yararlı bir uygulama mıdır; doçentlik sınavları nasıl olmalıdır; puanlamaya dayalı yükseltme iyi ve doğru bir sistem midir; akademik özgürlüğün temel dayanağı olan iş güvencesinin koşulları neler olmalıdır; vs. Daha genel düzeyde, örneğin, üniversitenin kamuyu bilgilendirme görevi nedir ve nasıl düzenlenmelidir? Bunlar gibi, üzerinde durma fırsatını bulmadan benimsemiş veya kanıksamış olduğumuz çok sayıda konu başlığı dikkate alındığında, yeniden inşanın unsurlarını düşünmek belki kolay olmayacaktır. Ancak, hazırlıklı olmak için çaba sarf etmeye değer diye düşünüyorum. n * YÖK verilerine göre halen 65’i vakıf olmak üzere toplam 183 üniversitemiz vardır. Bunların yaklaşık 45’i 1990’lı yıllarda, 100’den fazlası da 2003 yılından bu yana kurulmuştur.