Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
16 AMSTERDAM AMSTERDAM 17 GEZEKALIN Mustafa Balbay ankcum@cumhuriyet.com.tr YEMEN ARŞİVLERİNDE Özgürlük çöplüğü bir kent Erkan Tuncay msterdam üstündeyiz; uçak süzüle süA züle inmeye başlıyor. Yeşil, toprak rengi bez parçaları, çok geçmeden yapılara, yollara, araçlara, insanlara dönüşüyor. Sokaklar, yollar bir ressam eliyle çizilmişçesine düzenli. İlk izlenimim bu oluyor. Sonra rüzgar gülleri üstünden geçiyoruz. Güller göllere, göller kanallara dönüşüyor. Otlayan birkaç inek ve at, dokunacak kadar yakın. Düzen, hep düzen duygusu. ‘‘Bir karmaşadan çıktım. Ya da, ülkemde nehirler, trafik her şey ters yönde akıyordu. Şimdiyse başka ülke insanlarının içine düşüverdim’’ diye geçiriyorum içimden. Ne var ki ‘‘kara’’da hayat başka. Hollanda’nın başkenti Amsterdam’da temiz caddeler merkeze yaklaşınca değişmeye başlıyor. Karmakarışık bir trafik. Tramvay sanki otobüsleri kenara ite ite geçiyor. Otobüsler de yayaları. Yayalar trafik ışıklarını beklemiyor. ‘‘Düşte miyim, burası İstanbul mu yoksa’’ diye kendime soruyorum. Bir Beyoğlu sokağındaymış gibiyim. Yan yana dizili kafa tütsüleme yerlerine bakıyorum. Burada yasal doz alınabiliyor. Dışarıya taşan bir koku var. Nargile kokusundan daha farklı. Bu kokuyu aldıkça, her an bir İstanbul sokak satıcısının sesi geldi gelecek diye öylece bekleyip duruyorum. Kraliçe Evi’ne varmak için geniş caddelerden geçiyoruz. Yerler çöp dolu. Sayısız yabancı gezgin her tarafı doldurmuş, Amsterdam’ı gezmeye çalışıyor. Yalnız bu gezginler ülkelerindeki alışkanlıkları da beraberlerinde getiriyorlar. Bu yüzden gezginlik, her yere çöp atabilme hakkını(!) yürürlüğe sokuyor. Kent merkezi kirden geçilmese de, oradan biraz uzaklaşınca temiz caddelere, sokaklara kavuşunca içiniz rahatlıyor. Zaten öyle yerlerde gezginlere pek rastlamıyorsunuz. Olsa olsa gezginler kanal gezisinde yeniden kalabalıklaşıyor. Bir saatlik kanal turu için, garın yanındaki tur bürolarında soluklanıyoruz. Tur ederi, bürolar arasında bir iki euro değişiyor. Siyah tenli, dişleri bembeyaz gence, kişi başı sekiz euro ödüyoruz. ‘‘Şükren ceziren’’ yani ‘‘teşekkürler’’ ve ‘‘afven’’ yani ‘‘bir şey değil’’ eşliğinde! Kanal turu, meraklı bakışlar eşliğinde başlıyor. Kaptan Hollandalı. Yolcuların biletini girişte alıyor. Kaptanın gözleri uzak denizlere yazgılı. Sanki bu yüzden tuAmsterdam’ı yakından tanıma olanağına böylece kavuşmuş oluyoruz. Tekne, 1540 tarihinde yapılmış evin yakınında biraz eğleşiyor. Her eski yapının çatısı altında, büyük duvar saatleri için yer ayrılmış. Ama, bu yapıların hiçbirinde saat yok. Saat yerleri bir boşluğa açılıyor. Tarihi evlerin tümünün ön cephesi dar. Evler geriye doğru uzanıyor. Hemen açıklama kasetten geliyor, ‘‘ O tarihlerde vergi, evlerin ön cephelerinin genişliğine göre alındığı için’’diye. O da ne? Bir müzik! Düğün alayını taşıyan bir başka tekne yanımızdan geçip gidiyor. Herkes mutluluk içinde. El sallayışımız karşılık görüyor. Kanallar bir yaşam biçimi olmuş. Kıyısındaki oturma yerlerinde içenler, yemek yiyenler, hatta kanalın üstündeki tekne evlerde yaşayanlar bile var. Tekne ev hep demirli duruyor. Belediyeye bu evler için, yer kirası ödendiğini öğreniyoruz. Kanal turu bitiminde, üstüme bir hüzün çöküyor. Çöpler arasında yolumuzu yeniden bulmaya çalışıyoruz. Ertesinde bir alana varıyoruz: Kırmızı Işıklı Sokak. Bir de burası gezilecek. Yıllardır kafa tütsüleme yerlerinden başka, Amsterdam’ın en önemli simgesi olmuş, Kırmızı Işıklı Sokak. Herkes gezebiliyor. Çocuklarıyla bile gezenler var. Özellikle Kırmızı Işıklı Sokağı yabancılar doldurmuş. Çinliler, Japonlar, Araplar... Sayısızca insan. Ellerinde fotoğraf makineleri. Başı örtülü kadınlar kocalarının yanı başında bu sokakları arşınlıyor. Yan yana dizili küçük odaların yanından geçip gidiyoruz. Bu odaların ışıkları, perdeleri kırmızı. Her şey kırmızı bu sokaklarda. Kırmızı iç çamaşırı giymiş kadınlar, cam kapıların önünde bir tıklama sesi için bekliyorlar. Kırmızı bu sokaklarda hem aşkın, hem de hüznün sözcüsü oluyor. Az ötede tekerlekli bir sandalye duruyor. Üstünde saçı sakalı birbirine karışmış bir adam oturuyor. Yanından geçip gidiyoruz. Adam elindeki içki şişesiyle, dostluğunu kanalla paylaşıyor. Kanala dalgın dalgın bakıyor. Çok geçmeden arkamızda bir gürültü kopuyor. Şişe bir yana, adam bir yana düşüyor. Öte kıyıdan bir ses, ‘‘ Hey babalık! Yardıma ihtiyacın var mı’’ diye soruyor. Adam düştüğü yerden hemen yanıt veriyor, ‘‘ Hayır! Sadece içki ve kadına ihtiyacım var!’’ Kırmızı Işıklı Sokağı, bu yanıt daha iyi açıklıyor. Belki Amsterdam’ı da! ru bir deniz yolculuğu olarak saymıyor. Küskün bir yüz görünümüyle kasetçalara elini uzatıyor. Bu turun başladığı anlamına geliyor. Kanalların en dar yerinde bile iki tekne rahatça geçebiliyor. Kanalların boz bulanık bir suyu var. Buna rağmen sular kokmuyor. Deniz suyunda da buna benzer bir bulanıklık söz konusu. Evlerin yanından geçip giden kanallar, kenti bir yakadan öteki yakaya sarıyor. Birçok dilde, yanından geçtiğimiz tarihi binaların özellikleri kasetten anlatılıyor. Hudeyde’den Aden’e, Sana’dan Tula’ya kadar enine boyuna dolaştığım Yemen’de bir günümü Yemen Arşivleri Genel Müdürlüğü’ne ayırdım. Yemen Arşivleri Genel Müdürü Dr. Kadı Ali Ahmed Abu El Rical; güler yüzlü, sıcakkanlı ama, bir o kadar da mesafeli duran bir kişi. Sıkışık bir zamanda randevu aldım, Türkiye’den geldiğimi öğrenince ‘‘tamam, görüşürüz’’ demiş. Genel Müdürün adı uzun ama, herkes ona kısaca Kadı Ali diyormuş. Bizi Türkçe karşıladı: ‘‘Hoş geldiniz, safa getirdiniz...’’ Eşinin ailesi Türk’müş. Türkçe’si oradan geliyormuş. Yemen’de sülalesinde Türk olmayan yok desek, yeridir. Mutlaka bir kanattan Türk bağlantısı var. Bugün Yemen nüfusunun yüzde 34’ü ‘‘Türk kökenli’’; hani türkülerimiz ‘‘giden gelmiyor, acep nedendir’’ diyor ya! Yemen’e gidenlerin bir bölümü şehit düşmüş. Önemli bir bölümü de geri dönememiş, orada kalmış. Kendisine Yemen’de düzen kurmuş. Evlenmiş, işgüç edinmiş. Bunları bir başka gezekalına ayıralım. Arşivlere girelim... Başkent Sana’da merkeze yakın bir yerdeki Arşivler Genel Müdürlüğü’nün arşiv bölümü bodrum katında. Kadı Ali, Türkiye’den çok yardım aldıklarını, Yemen arşivinin önemli bir bölümünün Osmanlı’nın mirası olduğunu anlattı. Bodrum katta, iki demir kapıdan geçtikten sonra arşiv bölümüne ulaştık. Burada Türkiye’de de Yemen arşivleri üzerine çalışmış Fuat Ali Şamin yardımcı oldu. Neredeyse bütün bölümlerde Osmanlı izleri var. Bu, Anadolu izi, Balkan izi demek. Arşivin yevmiye defterleri bölümünde Fuat Ali bazı sayfaları Türkçe’ye çevirdi. İşte 1917’de baytar olarak görev yapanların listesi: Ali SüleymanKonya, Ahmet HasanTrabzon, Şükrü Muhammed Antakya, Hasan İsmailMuğla, Selim HalilBursa, İsmail Ali Muhammed El MesuriSana, Hasan MuhammedHalep, Ali Mustafa Denizli... Bir başka bölümde ekmek pişirmede çalışanların listesi var. Onların da geldikleri yerler Lazkiye’den Kayseri’ye, Isparta’dan Sinop’a kadar uzanıp gidiyor. Arşivlerin bir bölümü kancaya geçirilmiş kağıtlardan oluşuyordu. Nedenini sordum, en sağlıklı saklama biçiminin bu olduğunu söylediler. Fuat Ali, Anadolu’dan Yemen’e gelip dönmeyenlerle ilgili bir çalışma yapmayı planlıyor. Fuat Ali’ye göre bunun tersi de varmış. Yemen’den İstanbul’a gidenler, geri dönmemişler. ‘‘Araştırsanız, onlardan da çok bulursunuz’’ diyor! Yemen arşivlerine daha fazla girmeyelim, çıkamayız... Aynı gün Yemen Times gazetesinin Genel Yayın Yönetmeni ve sahibi Valid AlSakkaf ile tanıştım. Gazete babasından miras kalmış. Yüksek öğrenimini Ankara’da ODTÜ’de tamamlamış. Türkiye’yi sevmiş. İçinde bir heves kalmış: Bir Türk kızıyla evlenelim dedik, olmadı! Gezekalın...