05 Mayıs 2024 Pazar English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

9 ŞUBAT 2007 CUMA kitap V A S I Z P E R T A V S I Z P E R KULE CANBAZI SUNAY AKIN C K 15 Enis BATUR Avare Notlar 2 VII İtalya kaynaklı iki haber peşpeşe geldi. British Medical Journal’de yayımlanan bir araştırma, Floransa Üniversitesi toksikoloji uzmanlarının, dört yüzyıl sonra, Francesco de Medicis ile eşinin malaryadan değil arsenik zehirlenmesinden öldüklerini kanıtladıklarını gösterdi. Öteki haber, Sanat Tarihi alanında sarsıntılar yarattı, daha da yaratacak: Roma’daki Taçlandırılmış Dört Ermiş manastırında, 12301250 yılları arasında gerçekleştirilmiş yaklaşık 335 m. boyutlarında bir fresko, üzerlerini yüzyıllardır örten mermer kaplamalar ortadan kaldırılarak açığa çıkarıldı. Ayları, mevsimleri, burçları, günah ve sevapları, çeşitli rüzgârları ve yıldız takımadalarını simgeleyen canlı, renkli figürlerden oluşan fresko, Vasari’den bu yana Floransa’nın Roma’ya sanat alanındaki üstünlüğü savını yerle bir edecek önemde olduğu ileri sürülüyor. 2007 Mart’ında ziyarete açılacak manastırın kitabını Skira yayımlayacakmış. Freskonun varlığına 1989’dan başlayarak işaret eden Andreina Draghi başkanlığındaki ekibin restorasyon çalışması dokuz yıl sürmüş haber 13 Aralık 2006 tarihli Le Monde’da yer aldı. “Bilmiyorduk”, bir kategori. “Yanlış biliyormuşuz”, bir başkası. “Eksik biliyormuşuz”, bir üçüncüsü. Yan kategoriler de var. Öğrenme, tanıma süreci bozbulanık. Bazı bulgular bütün bir sıralamayı altüst ediyor, gene de geçersiz bilginin hüküm sürdüğüne tanık oluyoruz. Bütün kazı çalışmaları büyülüyor beni. Sonuç, kimi durumda can alıcı önemde görülmeyebilir; söz gelimi, Francesco de Medicis’nin ölüm nedeninin zehirlenme olduğunun kanıtlanması (o günden beri şüphe devredeymiş zaten), Tarih’i görüş biçimimizi değiştirecek değildir. Gene de, araştırma tekniklerinin o boyutta gelişmesi heyecan verici benim gözümde. Sanat Tarihi bağlamında, ölçü farklı. Bir tek sanatçı, bir tek yapıt değer dizinini dağıtmaya yetebilir bazan. El Greco da, Georges de la Tour da çok geç keşfedilmiştir, kendi çağlarının sanat akışı tablosunda koskoca delikler açmışlardır. Roma’daki fresko bakalım neye yol açacak? Bir sanat tarihçisi, Gandolfo, “şimdi neden Cimabue’nin 1272’de Roma’ya geldiğini biliyoruz” demiş. Öyle mi gerçekten de? VIII Gövde’m, 4 Ocak 2007 günü basımevinden geldi. İrili ufaklı 120’yi aşkın kapağın üzerinde yer aldı adım, çoktan kanıksamış olduğumu sananlar çıkacaktır, öyle olmuyor işte, her seferinde handiyse el değmemiş, erden bir heyecan kaplıyor içimi, “nesne”yi kavrıyorum, hamur yoğururcasına evirip çeviriyorum önce, ardından, biraz başıboş bir edâyla, sayfalarının arasında dolaşıyor, dolanıyorum. Ertesi sabah farklı duygular gelip çörekleniyor ruhuma. Bir gece önce ne çok şey verdiğinizi düşündüğünüz kitabın şimdi sizden ne çok şey aldığını algılıyorsunuz. Karşısında bir bakıma posa, apaçık yenik, duruyorsunuz. Tablodaki bir eksiği tamamlamaya çalıştığıma inanıyordum, yazma süresi boyunca; tamamlanan eksik, benden nice eksiltmiş, beni nice eskitmiş olmalı öte yanda. Bereket: Bir sonrakine… IX Yıllardır kovalıyordum Lenny Bruce’u, sonunda, küçük ekrandan izlemeye boyun eğmek durumunda kaldım. Bob Fosse, özellikle de All That Jazz nedeniyle ilgimi çekmiş bir yönetmendi; “sahne yaşamı”nın arkasını, sırtını konu edinmeyi seçmişti Lenny Bruce üzerinden bir tür biyografi denemesine girişmiş, siyahbeyazın amansız gücünden de yararlanarak sert, şamarsı bir yapıt çıkarmış ortaya. Yan soru: Bir film (roman, yaşamöyküsü) başkahramanının “karakter özellikleri”ne uygun bir üsluba mı dayandırılmalı? Mimleyerek geçiyorum. Dağ yollarını çağrıştıran bir yaşam çizgisi çekmiş Lenny Bruce; Arte’de izlediğim bir belgeselden anımsadığım kadarıyla, “stand up” geleneğinin ilk temsilcisi olmanın ötesinde, oldukça köktenci bir örnekmiş. Bir satranç oyunudur edebiyat Lenny Bruce Günümüz Amerikan toplumunda özgürlüğün paha biçilmez değerinden söz edenler olur ikide bir: Amerikalılar kendilerini hem de kıyasıya eleştirme hakkını çoktan elde etmişlerdir, onlara kalırsa. Lenny Bruce’e, nasılsa, 1960’lı yıllarda dayanamamışlar: Görünüşte “göt” ve “meme” üzerinden konuşmayı sevdiği için, oysa gerçekte, sistemin ikiyüzlülüğünü yüzlerine vuruyor olması nedeniyle mahkeme kapılarında süründürmüş, çalışma iznini iptâl etmiş, intihar etmesini sağlamışlardır. Hangi toplum kendi Lenny Bruce’ünü sevebilir? Bir ana soru, bu sefer. Sevmeleri şart değildir kaldı ki: Onunla birlikte yaşamayı bilmek esas olan. Bu tahammül eşiğinin bir tek Fransa’da gerçekleştirilmiş olduğunu düşünüyorum; denetim ya da baskı hiç yoktur diyemez kimse, ama her şeye yakın bir şeyin uluorta dile getirebildiği bir ülkedir Fransa ondandır, “soykırım denilemez” demenin sonunda yasaklanabileceğine inanmak istemiyorum. Her ülkede, söyleme sınırını zorlayanlar olur, öte yandan. İngiltere’de, Monty Phyton’cılar gibi. Bizde, burada? Daha önce de ifade etmiştim: Aklıma pek az örnek geliyor bir zamanlar Neyzen Tevfik, yakın geçmişte Aziz Nesin önemli çıkışlar yaptılar. Şimdiyse, bir tek Engin Ardıç’ın o hizaya yaklaştığı ileri sürülebilir. Yasalardan dem vurmuyorum: Toplumun ta kendisi, pek çok sözü, düşünceyi işitmeye gönülsüz kalan.. ir kitap insanın hayatını değiştirir mi?.. Bırakalım kitabı, bir şiir bile insanın hayatını değiştirme gücüne sahiptir. Hele bir de bir taşı delenin suyun gücü değil, damlaların sürekliliği olduğuna inanılarak, doğru seçilmiş şiirler ders kitaplarının sayfalarında ülke gençliğinin önüne konulsa, yaşadığımız pek çok sorunun bir kasırgaya dönüşmesi engellenebilirdi. Geç mi kaldık? Hayır!.. Yeter ki edebiyat, doğru taşı oynamasını bilen bir satranç oyuncusu gibi, hamle yapabilenlerin ellerinde olsun. Düşüncemizi bir örnekle daha da anlaşılır kılalım. İşte, bir şiirin ilk kıtası: Temmuz’un huzur ve sükun dolu akşamında, iner bir karanlık her yana; Ve hemen bir ses yükselir semaya: İslam âlemini ibadete davet eden müezzinin sesidir o, Ak bir minareden seslenir, ilahi bir aşk havasıyla dopdolu. B SESİ’ ‘MÜEZZİNİN EZAN Okuduğunuz şiirin adı “Müezzinin Ezan Sesi”dir. Şair, sıcak bir yaz günü akşamında duyduğu ezan sesine olan hayranlığını dilde getiriyor… Evet, mevsim yaz ve ezan bir sahildeki caminin minaresinden okunuyor… Bunu şiirin ikinci kıtasından anlıyoruz: Kumsalın esintisine karışıp, birlikte yol alır, Ve içe işleyen o ses, yükselir yavaşça ve perde, perde Çok geçmez hafifler ve sonsuzluk âleminde kaybolup gider, İnsanı tatlı tatlı okşayan o Saba yelinin pek hoş esintisiyle. Bir müezzinin okuduğu ezan sesine olan sevginin anlatıldığı en eski şiirdir okuduğunuz. Bernard Shaw, dışarıdaki duvarları yıkmanın kolay olduğunu, önemli olanın kafanın içindeki duvarları yıkmak olduğunu söyler. Okuduğunuz şiir bu ülkenin ders kitaplarında olsaydı, genç beyinler bu şiirin güzelliğiyle dolsaydı bugün pek çok şey daha farklı olabilirdi. Şiiri okumaya devam ediyoruz: Ah, o müezzinin ezan sesi! Kaybolmuş ta uzaklarda… Gittikçe hafifleyen ve fakat, insanın içine işleyen o duası, Evet, öyle bir dua ki, hüzün ve esrar dolu her yanı, Yükselir zaman zaman ve sonra da, hüzünle dopdolu, söner gider… Şairimiz 1892 yılında Sinop’ta doğmuştur. Paris’teki Sorbonne Üniversitesi’ni bitiren şair, I. Dünya Savaşı başlamadan İstanbul’a gelir… Ve şöyle sürdürür şiirini: Hüzünlü ve solgun bir kalbin itirafıdır bu dua, Zaman zaman gözyaşı döken iç sesim gibi gelir bana, Evet, öyle bir ses ki, bırakmaktır emeli bütün hüznünü O esen rüzgârın kucağına!.. Armen Dorian’dır şairimizin adı!.. Evet, bir Ermeni şairdir, müezzinin ezan sesine sevgi dolu dizeleri yazan!.. Bu şiir, bir aşure tadında olan Türkiye’nin lezzetine lezzet katacak güce sahiptir. Asıl adı Hraçya Surenyan olan şairimiz, 1915 Tehcir Kanunu’nun uygulanışı sırasında sürüldüğü yollarda yaşamını kaybeden insanlardan biri olur, ne yazık ki… Ve sonunda olan olur, ve işte tam bu zamanda her şey yavaş yavaş gelişir, Evet huzur ve sükun gelip kalbimde yerine oturur, İçime bir ferahlık, bir sükun dolar ve kaplar bütün varlığımı, Çünkü o, bu akşam gözyaşı döküp ağladı, benim hüznüm ve kederim için… ARDEŞLİK, HOŞGÖRÜ VE BARIŞ Bir Ermeni şairimizin ezan sesine duyduğu sevginin anlatıldığı bu şiirin hayatımızdan eksikliğini çok ağır bedellerle ödüyoruz. Edebiyatın kültürleri birbirine yaklaştırma gücü vardır. Şiir kardeşlik, hoşgörü ve barış demektir. Yan yana inşa edilen cami, kilise ve sinagogun yapamadığını bir şiir sunabilir insanlığa… Çünkü, şiir daha içten, daha sıcak ve insan kalbine daha yakındır. Çocuklarımızın geleceğinin karartılmasına, siyasi çıkarları ve iktidara gelebilmek için ırkçılık yapanların ağlarına düşmelerine engel olmak adına ben, Armen Dorian’ın şiirini bir satranç taşı gibi karanlığın üstüne sürüyorum!.. Bob Fosse Ceylan Girmez Sokağı/ Sadık Yaşar/ Mayıs Yayınları/ 78 s. “yaramı örten karanlık yapraklardan/ bin gece damıttım dar divanda/ pencerenin altında bekledim, mahcup./ yağmurdan sonra bir damlanın/ eziyet izindeyim, silmişler/ kurumuş canını topraktan./ boyunsuz park bedenleri, kemiklerde/ çürüyen uykular… unutulan çocukluk/ boşluklarına cam ateşler çizdiğim/ kalbimde mühürmumu, gelemedim.” Sadık Yaşar’ın üçüncü şiir kitabı “Ceylan Girmez Sokağı”. İsrail Devleti’nin Kuruluşu/ Malike Bileydi Koç/ Günizi Yayıncılık/ 464 s. Tarih boyunca güç dengelerinin mücadele sahnesi içinde yer alan Ortadoğu, jeostratejik ve jeopolitik konumundan dolayı bir sorunlar sarmalı görünümündedir. Bu sarmalın oluşma nedeni salt İsrail Devleti’nin kurulmasıyla birlikte ortaya çıkan bölgesel olayların yörüngesine etki ettiği ve sorunun uluslararası bir niteliğe büründüğü göz ardı edilmemelidir. Bu kitap oluşturulurken, Arapİsrail sorunları ve Türkiyeİsrail ilişkileriyle ilgili çalışmalar yapan stratejik araştırma kurumlarından yararlanılmış. İsrail Devleti’nin kuruluş tarihinden bugüne kadar Türk basınında yer alan haberler taranmış ve olaylar kronolojik olarak düzenlenmiş. ortaya çıkan “Okuma Günlüğü”, edebi düşünceler, metin incelemeleri ve gezi yazılarının iç içe geçtiği bir anlatı. Manguel’in seçtiği on iki kitaplık liste, Türkçe olarak da yayımlanmış yapıtlardan oluşuyor. Sunset/ Pierre Rey/ Çev.: Ebru Ertunç/ ERKO Yayıncılık/ 378 s. Hayatı uğruna koşan bir adam... Hiçbir şey düşünemiyordu... Artık bacakları onu nereye taşıyacaklarını bilmeden, başına buyruk hareket ediyorlardı. Kavrayabildiği tek şey onu hangi yöne götürdükleriydi... Daha iki yüz metre vardı önünde!.. Koştu, koştu, koştu... KGB’den kaçış… FBI’nın sevimli adamları! Hollwood’da nasıl yaşanır? Kokain tutkunu bir primadonna... Kolombiya’nın ormanları... Büyük uyuşturucu baronları... Bin ton kokain!.. Otuz milyar dolar... ve Aşk... Yann Andréa Steiner/ Marguerite Duras/ Çev.: Esra Özdoğan/ Sel Yayıncılık/ 112 s. Yann Andréa Steiner, 1970’li yıllarda henüz yirmi yaşındayken Marguerite Duras’nın bir romanını eline aldığında bu büyük yazara âşık olacağından habersizdir. On yıl süren mektuplaşmadan sonra genç okur, âşık olduğu yazar ile son nefesini verene kadar ayrılmamak üzere bir araya gelir. On altı yıl süren, kırmızı şarap, dalga sesleri, müzik ve edebiyat ile soluk alan bu birliktelik, Duras’nın kaleminden gerçek ve kurgunun iç içe geçtiği bu metinde hayat buluyor. Sinema ve Televizyonda Görüntü Kurgusu/ Aleksey G. Sokolov/ Çeviren: Semir Aslanyürek/ Agora Kitaplığı/ 138 s. “Kurgu nedir, neyin nesidir? Kurgunun özü ve doğası nasıl açıklanmalıdır? Başka sanatlarda olmayan, sırf sinematografa özgü bir kurgu var mıdır? Eğer kurgu, sinema kuramcılarının savundukları gibi dansı, dramı, müziği ve resmi de kapsıyorsa, o zaman söz konusu sanatların hangi niteliğinde kendisini gösterir? Sanatın oluşumu algılama eyleminin sürecinde ve bu sürecin sonunda oluşuyorsa, bu noktada kurgunun ‘esrarengiz’ doğasına giden yolda ilk adımımızı atmış oluruz...” Sovyetler döneminde Devlet Sinema Enstitüsü VGİK’te kurgu hocalığı yapan Aleksey Sokolov’un, devrim döneminin büyük sinemacıları Eisenstein, Kuleşov ve Pudovkin üzerinden anlattığı kurgunun temel prensipleri yer alıyor bu kitapta. Okuma Günlüğü/ Alberto Manguel/ Çeviren: Mehmet H. Doğan/ YKY/ 204 s. Yazar, çevirmen ve editör Alberto Manguel, bu çalışmasında, en sevdiği kitapları yeniden ziyaret ediyor. Bir yıl boyunca her ay başka bir kitabın rehberliğinde yaşıyor. Sonuçta Anka Kuşu/ D. H. Lawrence/ Çev.: Akşit Göktürk/ YKY/ 130 s. “Lawrence’ın denemeleri konu bakımından geniş bir alanı kapsar. Ayrıca, her denemesi de kendi tek başına, geniş bir duygu, düşünce alanında şiirli, büyülü bir gezidir. Denemelerinin başlıkları Lawrence için birer çıkış noktasıdır ancak, bu yazıların gerçek ereği, kendine özgü belli düşünceler, sezgiler geliştirmek, kendi yaşamının türlü yönlerini bulgulamak, ortaya koymaktadır. Bu özelliklerinin yanı sıra denemelerinin en büyük önemi de, Lawrence’ın bütün yapıtları ardında duran düşünce, duygu çatısını büyük bir güçlükle, yalınlıkla yansıtılmalıdır” diyor Akşit Göktürk. Bana Düşlerini Anlat/ Cevat Çapan/ YKY/ 214 s. “Kökleri Türk hayatı ve edebiyatında olmasına karşın, aynı zamanda Avrupalıdır da. Hem kişiseldir hem de eski öykü ve masallara özgü kişisellikten arınmışlık niteliği taşır” A. S. Byatt, Cevat Çapan’ın şiiri için. “Bana Düşlerini Anlat”, Cevat Çapan’ın 19852006 arasında yazdıklarını bir araya getiren bir toplu şiirler kitabı: “Sen büyürdün, büyürdü göçebe kuşların/ giderken aramıza bıraktıkları sessizlik”. Ünlü besteci Menotti öldü Kültür Servisi İtalya’nın 20. yüzyılda yetiştirdiği en büyük müzik adamlarından biri olan, besteci ve İki Dünya Festivali’nin kurucusu Gian Carlo Menotti 1 Şubat Perşembe günü 96 yaşında Monte Carlo’da yaşamını yitirdi. İtalya Cumhurbaşkanı Giorgio Napolitano, bestecinin oğluna bir ileti göndererek başsağlığı diledi. Yaşayan opera yaratıcıları arasında yapıtları en çok sahnelenen besteci olan Gian Carlo Menotti 1911’de Cadegliano’da (Varese) doğdu. Milano Konservatuvarı’nda okudu. Daha sonra Toscanini’nin önerisiyle Amerika’ya gidip Philadelphia Curtis Enstitüsü’nde Rosario Scalero ile çalıştı. İRÇOK OPERA BESTELEDİ Menotti’nin sahnelenen ilk operası olan ve 1937’de New York Metropolitan Operası’nda oynanan Amelia al Ballo’yu (Amelia Dansa Gidiyor) ‘Il Ladro e la Zitella’ (Hırsız’la Kız Kurusu), ‘La Medium’ (Medyum) ve ‘Il Telefono’ (Telefon) izledi. 1950 tarihli ‘Il Console’ (Konsolos) ona bir Pulitzer kazandırdı. 1951 tarihli ‘Amahl e gli Ospiti Notturni’yi (Amahl ve Gece Konukları) izleyen ‘La Santa di Bleecker Street’ (Bleecker Sokağı’nın Ermişi) ise Menotti’ye hem ikinci Pulitzer’i getirdi, hem de New York Broadway’de sahneye konan (1954) ilk yapıtı oldu. Menotti 1958’de Spoleto’da ‘Festival dei due Mondi’yi (İki Dünya Festivali) kurdu ve yöneticiliğini üstlendi. Besteci burada, kendi operalarının yanı sıra La Boheme, Carmen, Don Giovanni, Figaro’nun Düğünü, Parsifal, Tristan ile Isolde gibi pek çok ünlü operayı başarıyla sahneye koydu. OMA OPERASI’NIN SANAT YÖNETMENLİĞİNİ YAPTI Menotti 1977’de Amerika’da (Charleston), 1986’da da Avustralya’da (Melbourne) Spoleto benzeri iki festivale daha imza attı. 90’lı yıllarda kendini yeniden müziğe vererek ‘Piyano, Keman ve Klarnet için Üçlü’ ve ‘Jacob’un Duası Koro ve Orkestra için Kantat’ gibi yapıtlarını besteleyen Menotti, 1992’den 1994’e kadar da Roma Operası’nın sanat yönetmenliğini yaptı. Bu arada Ankara Devlet Opera ve Balesi, Menotti’nin ‘Telefon’ adlı operasını Poulenc’in ‘İnsan Sesi’ ile birlikte sahneliyor. Devlet Opera ve Balesi, bestecinin ‘Konsolos’ operasını da 60’lı yılların başlarında yine Ankara’da sahnelemişti. B R
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle