27 Kasım 2024 Çarşamba English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

2 AÇI C Halk Kimi Nasıl Seçer? olaylar ve görüşler HAZİRAN CUMA MÜMTAZ SOYSAL Bir Yanlışlık Var S abah gazeteleri okurken haberde adı ‘‘Ölen Danıştay Üyesi’’ diye geçiyordu.. İki hafta içinde adı giderek bir sis bulutu içine girdi. Adı neydi? Sordum yanımdakilere, zar zor çıkardık: Mustafa Yücel Özbilgin! Danıştay 2. Dairesi Üyesi! Ancak katilin adı daha hızlı anımsandı: Alparslan Arslan! Zamanla Mustafa Yücel Özbilgin adı giderek tamamen ortadan kaybolacak, katilin adı ise hep bizimle birlikte yaşayacak ve anılacaktı.. Özbilgin’le ‘‘toplumun işi’’ bitmişti! Yıldönümlerinde ve lanetleme yazılarında adı geçecekti artık. Fakat katil yaşıyordu, manşetleri sık sık işgal edecekti.. Tıpkı diğer katiller gibi, Ağca gibi mesela! Neredeyse 25 yıldır Ağca üzerine kaç manşet atıldı? Hapishanelere gidip röportajlar mı yapılmadı! Ne kadar para ve zaman harcandı katilin arkasından? Manşet ve haber olduğu sayfalarda edindiği yerin değeri ne kadardı?.. Bunları hesap ederseniz, Ağca için trilyonlar ödediğimizi ortaya çıkarırsınız. Aynı zamanda Türkiye’nin toplam kaç yılını aldı, Ağca yazmak, konuşmak, okumak! Şimdi Özbilgin’in katili için filmi geriye saracağız! ??? Dostlarımla arabada gidiyoruz. Toplumun değerler hiyerarşisini konuşuyoruz. Bir dostum, Özbilgin’in ‘‘kamusal değeri’’ni sordu. Biyografisine bakıyoruz. Anımsamakta yarar var: Savaş yılları çocuğu (1942), Akçaabat doğumlu. Tokat’ın Zile ilçesi nüfusuna kayıtlı; Yozgat Lisesi’ni, Ankara Üniver PENCERE Tatil Dönüşü lahlı saldırı sonucunda suikasta kurban gitti. Binlerce kişinin katıldığı Ankara Kocatepe Camii’nde yapılan cenazesinde protesto da yaşandı. Protestoda atılan sloganların içinde hükümet aleyhinde olanları da vardı’’ (*). ??? Türkiye, yanlış bir ülke. Değerler sistemi ters bir ülke.. Türkiye, tarihinde ne kadar iyi, örnek, değerli şey varsa hepsini bir bir yok eden bir ülke! Ve tarihi olmayan, bir değer ifade etmeyen veya değer yaratamamış geçmişlerin, kişilerin, figürlerin, çıkar çevrelerinin, durmadan yakıp yıktıkları, tahrip ettikleri, yağmaladıkları, vurdukları kırdıkları, öldürdükleri bir ülke.. Türkiye’de yeraltının karanlıklar padişahının hükmü var. (*) İktidarın gerginlik ve bölücü, ayrımcı politika ve ideolojisinin yarattığı ortamın kurbanı, Özbilgin... İlkellik, ancak böyle bir ortam ve böyle bir ortama kurbanlar yaratır.. İktidar ve basındaki tayfaları ‘‘illegal örgütler’’i başlıklara taşıyor. Ama iktidarın ‘‘illegal örgütü’’nden bahseden yok. Polis baskınlarıyla basına yanlış bilgi pompalayan, Genelkurmay’ın kapısı önünde gazeteci kılıklı köleleri ‘‘zarflayan’’, banka hesaplarına giren illegal örgüt, Van’dan beri, epey bir süredir faaliyette.. En tehlikeli örgüt, iktidarın illegal örgütüdür.. Savcılar nerede? ORHAN BURSALI sitesi Hukuk Fakültesi’ni 1965’te bitirmiş. Birbiri ardına devlet ve millet hizmeti: Taşova kaymakam Vekilliği, Havsa, Ardahan, Kâhta ve Bozova kaymakamlıkları, Mülkiye müfettişliği, Adıyaman valiliği.. Bu hizmetlerde sadece içsel deneyimler kazanmış. 6 ay İngiltere’de ‘‘Yerel Yönetimler Denetimi’’ üzerine çalışmış ve bir de rapor hazırlamış.. uluslararası deneyim kazanmış. 35 yıllık bir birikim.. Acaba tek kurşunla bitirilen bu hayatın fiyatı nedir? İnsan hayatına bedel biçilir mi? Bütün ‘‘değeri’’ bir yana, insan canı bir yana! Üzerine, 7 yıllık Danıştay deneyimini koyacağız daha. Cumhurbaşkanı Sezer, Özbilgin’i 30 Eylül 1999 tarihinde Danıştay üyeliğine seçiyor. Özbilgin, Danıştay Genel Sekreterliği de yapıyor bu arada. Üstelik yalnız değil. Eşi ve 2 çocuğu var. Özbilgin, toplumsal ve kamusal pozitif değerleriyle birlikte öldürüldü.. Oysa elimizde bir katil var.. Negatif değerlerle yüklü, hem de alabildiğine.. Hem Özbilgin’e, aileye, ülke ve topluma verdiği zarar.. Hem de daha yıllarca, kendisiyle uğraştırarak, toplumun zamanını çalarak, hakkında yazdırarak, okutturarak... vereceği zarar.. Özbilgin yok. Artık hakkında Wikipedia’da tarihe düşülen sıradan bir not var: ‘‘Cumhurbaşkanlığı seçimleri öncesi süreçte yükselen veya yükseltilen toplumsal tansiyon ortamında 17 Mayıs 2006 tarihinde, Hizbullah bağlantılı olduğu iddia edilen Alparslan Arslan adlı kişinin Danıştay 2. Dairesi’ne yaptığı si K K ONU sık sık gündeme gelir. Birileri ‘‘Cumhurbaşkanını halk seçsin’’ der, biraz tartışılır, sonra unutulur. Son aylarda da öyle oldu. İlk Anayasa Komisyonu başkanı önerdi, Demirel katıldı, şimdi de Karayalçın kampanya başlatıyor. Niçin gündeme geldiğini açıklamak kolay değildir. Çoğu zaman, görevdeki cumhurbaşkanını ya da gelme olasılığı olanı beğenmeyenler bu düşünceyi ortaya atar; ama niçin attıklarını da tam anlatamazlar. Kimi bunun eninde sonunda ‘‘yarı başkanlık’’ sistemine varacağını bilse bile Türkiye için o sistemin nasıl olması gerektiği üzerinde fazla düşünmemiştir; kimi de ‘‘Yalnız cumhurbaşkanının seçimi değişsin, gerisi olduğu gibi kalsın’’ deyip çıkar işin içinden. Ama madem gündeme geldi, tek sütuna sığmasa da önce bir yanını ele almak ve başka yönlerini de sonra irdeleyip noktayı koymak yararlı olabilir. Aslında, konunun bu ülke açısından hiç irdelenmediği de söylenemez. 1982 Anayasası’nın yapılışı sırasında General Evren’in de kendisi ve sonrası için bunu istediği, hatta anayasa taslağını hazırlayan ‘‘atanmalı’’ Danışma Meclisi’ni bu yolda etkilemeye çalıştığı, ama farklı düşünen rahmetli Profesör Aldıkaçtı’nın şimdiki sistemin benimsenmesini sağladığı söylenir. Galiba asıl olumlu etki, yürütme organını güçlendirme eğilimlerinin anayasal sistemi başkanlık ya da yarı başkanlık düzenine sürüklemekte oluşu üzerine tepki gösterme gereğini duyan Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler ve Hukuk fakültelerinden bir grup öğretim elemanının Danışma Meclisi’ne sundukları bir ortak rapordan gelmiştir. Cumhurbaşkanının seçimi konusunu da ele alan ve belki de bu ülkede o konunun en anlamlı biçimde incelendiği çalışma olan o rapor, ‘‘devlet başkanının tarafsızlığı’’ ilkesi ile ‘‘doğrudan halk tarafından seçilmesi’’ arasındaki çelişkiyi şöyle açıklıyordu: ‘‘Çoğulcu bir demokrasi söz konusu olduğuna göre, seçilmek için halkın önüne çıkan aday, ister istemez belirli bir siyasal akımın ya da partinin temsilcisi olacak, en azından bu siyasal akımın veya partinin kefaleti altında bulunacak, seçim kampanyasına böyle bir kimlikle katılacaktır. Dolayısıyla... hem devlet başkanının güçlü olması için halk tarafından seçilmesini istemek, hem de devlet başkanının yansızlığını savunmak, sistemin kendi iç mantığı bakımından açık bir çelişkidir... Başlangıçta, bir siyasal akımın veya partinin temsilcisi olmayan veya kefaleti altında bulunmayan bir aday söz konusu olsa bile bir sonraki seçimde adayların siyasal renk sahibi olmaları kaçınılmazlaşacak ve böylece ‘güçlü’ ama ‘‘partilerüstü’ bir devlet başkanının halk tarafından seçilmesine dayalı sistem çökecektir.’’ Aynı değişikliğin bir de devlet sistemi üzerindeki etkisine ilişkin bir yanı var ki, o Türkiye açısından daha da ilginçtir ve ayrıca incelenmeye değer. Kısacası, bu düşünceyi ortaya atanlar, önerdikleri değişikliğin sonuçta nereye varacağını iyi düşünmelidirler. işi nasıl tatil yapar?.. Ormana sığınmış dinlence yerinin deniz kıyısındaki avlusuna girerken sağda duran Nail Çakırhan’ın büstünü görünce bu soru yanıtlandı: Kişi kendi meşrebine göre tatil yapar... Kişinin meşrebi nedir?.. Doğa sevgisi!.. Şair, mimar, devrimci, doğa vurgunu Çakırhan, Gökova Körfezi’nin dibindeki Akyaka sakinlerine bu meşrebi aşılamış... Çakırhan’ın öğrencisi Hamdi Yücel’in ahşapla ormanı bütünleştiren dinlence yerine otel demek doğru mu bilmem?.. Azmaklar, ördekler, kediler, köpekler, balıklarla haşır neşir bu alçakgönüllü (lüks yok, konfor var) mekâna tatil için adım attığım zaman doğa sevgisinin bir yaşam biçimine dönüştüğü gerçeğini elle tutulurcasına içimde duyumsarım... Eh, bize de devrimci Çakırhan’ın önderliğinde dinlence yakışmaz mı?.. ? Nail Çakırhan ben bir haftalığına Akyaka’dayken İstanbul’daydı; ‘Ağa Han Ödülü’nü kazanmış olan ünlü ahşap evi boştu... Çevredeki dostlar dediler ki: Çakırhan’ın evinin kapısına Saidi Nursici Fethullah Gülen’in gazetesi Zaman’ı bırakıyorlar... Hay Allah!.. Bu nasıl iştir?.. Fethullah’ın gazetesi Zaman gittikçe gelişiyor, her sabah yarım milyon kişiye bedava dağıtılıyor; bu değirmenin suyu nereden geliyor?.. Tatil yerinden biri dedi ki: Fethullah’ın da ‘Derin Devlet’i var... ? Ağaçların kucağındaki ahşap orman gazinosunun denize inen teraslarından birine küçük bir yüzme havuzu yapmışlar... Şirin bir yenilik... Hamdi Yücel dedi ki: Beton kullanmadık... Nasıl oldu?.. Betonun işlevini kum çuvalları görüyor, suyu akıtmıyor... Doğa sevgisi aklı güdüleyince bilimin kılavuzluğu yaşama sevincinin hizmetine giriyor... Akyaka’da Çakırhangillerin dünya görüşü şimdilik egemen... Ne var ki Akyaka’da Çakırhangillerin dünya görüşü egemenken tüm Gökova Körfezi’nde doğayı katledecek idam fermanını çıkarmak isteyenler de boş durmuyorlar... Doğayı değil parayı sevenler tekin durmazlar... Bunların Müslüman geçindiklerine bakmayın... Dinleri imanları paradır!.. ? Her yazarın kıskandığı bir yazar vardır.. Benim kıskandığım yazar kim?.. Oktay Akbal!.. Çünkü ben İstanbul’a döndüm... O hâlâ Akyaka’da!.. Politikacılar Halka Karşı nadolu’nun güzelim sahillerinde bir ay geçirdim. Hemen ardından Hırvatistan’a, Zagreb’e giderek uluslararası bir toplantıya katıldım. Değişik ülkelerden çok sayıda insanla birlikte oldum. İngiltere, Almanya, İtalya’dan, Hollanda’dan, Slovenya, Slovakya, Romanya ve Macaristan’dan... İlginçtir, politikacılarından memnun olan, onlardan övgü ile söz eden tek bir kişiye rastlamadım. Hiçbirisi Irak işgalini onaylamıyordu. Hepsi Bush yönetimini suçluyordu. Hiçbiri küreselleşmeden memnun değildi. Hiç kimse Amerikan dış politikasını masum bulmuyordu. Hemen her ülkede işsizlik artıyor, gelir dağılımı giderek daha çok bozuluyordu. Özelleştirmeler halkın yaşamını zorlaştırıyordu. Ama şunu hemen eklemeyelim ki ben bu gezilerde bir işadamına, bir banka sa A PROF. DR. COŞKUN ÖZDEMİR hibine, bir silah tüccarına rastlamadım. Onlar ne düşünürlerdi bilemem. Evet Fransa’da ve Almanya’daki seçim sonuçları halkın sosyal devletin zayıflamasına karşı tepkisini gösteriyordu. Ulm Üniversitesi’nden ünlü profesör R. Rudel bundan hiç kuşku duymuyordu. Slovenyalı ve Slovakyalı temsilciler Avrupa Birliği üyeliğinden memnun olmadıklarını söylüyorlar ve bununla kimliklerini kaybettiklerini düşünüyorlar. Çok ilginçtir, eski Yugoslavya Birliği’nin üyeleri Hırvatlar ve Slovenyalılar Tito’yu ve onun dönemindeki Yugoslavya’yı özlemle anıyorlar. Gençler özellikle önceki kuşakların bu özlemi çok güçlü bir şekilde taşıdıklarını vurguluyor. Batılı ülkelerde diktatör olarak anılan Tito, onların gözünde güçlü ve büyük bir lider olarak yer alıyordu. Bütün bunlar dünyadaki egemen güçlerin, büyük sermayenin tüm halkları mutsuzluğa, eşitsizliğe, umutsuzluğa sürüklediğini gösteriyor. Demokrasi, insan hakları, AB, küreselleşme adları altında politikacılar büyük şirketlerle, büyük sermaye ile işbirliği içinde geniş halk topluluklarına, emeği ile yaşayanlara karşı onlara aykırı bir politikayı, bilime, sanata, evrensel kültüre, hümanizme karşı bir politikayı sürdürüyorlar. Bütün bunlar ve bu gerçekler özellikle sosyalist sistemin çöküşü ile birlikte dünya dengelerinin bozulduğunu kapitalizmin ve neoliberalizmin tüm dünyaya hâkim ol duğunu, demokrasi adı altında yapılan seçimlerin yönetime halktan, barıştan, eşitlikten, hümanist değerlerden yana insanları getirmediğini gösteriyor. Ne yazık ki yurdumuzda değişimden söz eden bu kaygıları dile getirenleri statükocu, değişime karşı kişiler olarak nitelendiren ulusalcılığa, yurtseverliğe karşı çıkan bir yazar, bir aydın(!) grubu var. Onlar gazete köşelerini, TV ekranlarını işgal ediyorlar. Büyük bir değişime gerçekten ihtiyaç var. Dünyaya barış ve huzur getirecek, eşitlik getirecek, sömürüyü yok edecek, silahlı silahsız ekonomik ve kültürel emperyalizmi yok edecek bir devrim arayışı içinde olmalıyız. Ülkelerin yönetimine bu hedefi, bu idealleri, bu ilkeleri benimseyecek insanları getirecek bir sistemi yaratmak için savaşım vermek zorundayız. Adana Rüzgârı T ürkiye’de ipler geriliyor. Gerildikçe de ipin ucunun kimin elinde olduğu konusunda sayısız belirsizlikler birbirini izliyor. Ama hemen belirtmek gerekirse, yaşanan bunca belirsizliğin içinde, ipi geren aktörler içinde siyasal erk sıranın başında geliyor. Oysa siyasal erki elinde tutanların her türlü toplumsal gerginliği gidermek, açık ve anlaşılabilen bir yönetsel ortamı yaratmak için görev başında olmaları gerekmez mi? Bizde bunun tamamen tersi oluyor. AKP, hükümet olarak, milletvekilleri olarak, hatta tarafsız kalması gereken ve kendilerinden biri olan TBMM Başkanı olarak son günlerde yaşanan gerginliklerin hazırlanmasında birinci dereceden sorumlu gözükmektedir. Bunu siyasal bir taktik olarak yapıyor olsalar bile aslında bir telaş içinde oldukları yüzlerinden açıkça okunuyor. Başbakan R. T. Erdoğan’ın içinde bulunduğu orun ve konum itibarıyla daha soğukkanlı olması gerekirken adeta bir sokak kabadayısı gibi önüne her gelene bağırıp çağırması, AKP hükümetinin son günlerde içine düştüğü ruh durumunu gösteren tipik örnekleri oluşturuyor. ??? Türkiye böylesi gerilimli bir ortamı daha ne denli taşıyabilir? Bunu salt bir Cumhurbaşkanlığı krizi ve erken seçim tartışmalarıyla açıklamak da kanımızca yeterli bir neden sayılamaz. Bir ülke siyasal bir krize sürükleniyor ve toplum giderek geriliyorsa, bunu hazırlayan etmenleri sadece iç olgulara bağlayarak açıklamak gerçekçi olamaz. Bu ortamın yaratılmasında dış etmenlerin oynadığı rollere de bakmamız gerekir. Örneğin, Türkiye’nin AB’ye girme sürecinde yaşanan olaylar ve dayatmalar, toplumsal reflekslerimizde ve ekinsel bilinç altımız SÖNMEZ TARGAN da olumluolumsuz kazandırdığı yeni boyutlarla eski hızını ve canlılığını yitirdiğini, bu konuda yapılan kamuoyu yoklamalarında da görmekteyiz. Bu, toplum olarak yeni arayışlara yöneliyor olmamızın dıştan etkilenen birinci ve son derece önemli nedenini oluşturmaktadır. Dışsal etmenlerin ikinci ve en önemlisi Türkiye’nin de içinde bulunduğu Ortadoğu sorununda yatıyor. ABD’nin Irak’ı işgali, İran üzerinde yaratmaya çalıştığı baskıcı ve buyurucu politikası ister istemez Türkiye’yi de rahatsız ediyor. Rahatsız etmesinin de çok ötesinde istencimiz dışında acaba bizleri de içine alan sonu gelmez bir serüvene mi çekilmek isteniyoruz endişesi yaşanıyor. Düne değin salt marjinal sol bir söylem olarak kalmış antiemperyalist tutum ve ABD karşıtlığı, bugün toplumun en geniş kesimlerince de benimsenmiş kitlesel bir tepki olarak yaşamı yeniden biçimlendiriyor. Özellikle toplumun duyarlı kesimlerinde, ABD politikalarına ve işgalci uygulamalarına karşı kendiliğinden bir bilinçlenme süreci yaşanıyor. Başka bir anlatımla, Türkiye’de aydınların, bilim insanlarının ve ülkesinin çıkarlarını savunan onurlu politikacıların yıllarca yazarak, konuşarak anlatamadıklarını bugün halk kendi öz deneyimleriyle görerek ve yaşayarak öğreniyor. Önemli olanı, antiemperyalist tepkilerin soyut bir söylem olmaktan çıkarak nesnel bir güç durumuna gelmesinin temelini de toplumdaki bu gelişmeler oluşturuyor şimdi. Türkiye’yi yıllarca emperyalizmin ve ABD’nin dümen suyunda yönetmek kolaylığına girmiş gerek dış ve gerekse iç odakları da rahatsız eden toplumdaki bu değişim rüzgârlarıdır aslında. ??? Bu gelişmeleri son günlerde tanık olduğum iki örnekle somutlamak istiyorum. Birincisi, Cumhuriyet gazetesinin bombalanması üzerine binlerce okuyucu olayı kınamak için sokaklara döküldü. Gazetesi için sokaklara dökülen okuyucu kitlesinin bu tepkisi, sanırım Türkiye’de ilk kez yaşanmaktaydı. İkincisine geçenlerde Adana’da tanık oldum. 68’liler Birliği Vakfı Adana Temsilciliği ile Çukurova Üniversitesi İnsan ve Toplum Kolu’nun birlikte düzenledikleri “Yayılmacılık, Savaş ve Bağımsızlık Mücadelesi” konulu panele konuşmacı olarak katılmıştım. Kentin boğucu sıcağına, top lantının hafta içinde ve kentin dışında olan üniversitede olmasına karşın salonda çoğunu kadınların ve gençlerin oluşturduğu canlı bir topluluk vardı. Paneli yöneten Prof. Dr. Selim Kapur, konuşmacılardan Prof. Dr. Erhan Yıldırım, Prof. Dr. Adnan Gümüş ile Mansur Pekgüleç, Alican Özcan, Mehmet Çelebi, Cumhuriyet Gazetesi Adana Temsilcisi Çetin Yiğenoğlu ve çok sayıda sivil toplum kuruluşu temsilcileriyle toplantı sonrası bir değerlendirme daha yaptık birlikte. Herkesin birleştiği ortak görüş şuydu: “Adana’da son yıllarda böylesi bir rüzgâr esmemişti...” Artık bu rüzgâr Anadolu’nun birçok yerinde hem de güçlü bir biçimde esmeye başlamıştır. Aslında yaşanan gerginliğin ve tedirginliğin temelinde, esen bu rüzgârın yarattığı toplumsal değişim yatmaktadır. CUMHURİYET 02 CMYK
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle