02 Haziran 2024 Pazar English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

yabancı yatırımlar arttı, büyük Lafontaine servetler yapıldı. Fransız iş adamı küreselleşmeden kazandı, sermayesini istediği yere götürdü, fabrikasını Fransa’da kapayıp Çin’de açtı. Bunun sonucu işsizliğin artması, yoksulluğun, çaresizliğin geniş yığınları ezmesiydi. 2005, Fransa’da büyük gösteriler, grevler yılı oldu. Avrupa Anayasası bu koşullarda reddedildi. Ne var ki, 2008’e gelindiğinde, Nicolas Sarkozy’nin Cumhurbaşkanlığındaki Fransa hiç de daha iyi durumda gözükmüyor. Sarkozy sosyal hakları kısıtlamakta şampiyon… Hedefi zengini zenginleştirmek... Le Monde Diplomatique gazetesinde, M. Bulard, Sarkozy politikasını şöyle özetliyor: "Sosyal Devlet’e son kalesine kadar saldırmak. 2. kamu masraflarını kısmak. 3. Sermaye sahiplerini kayırmak; fakiri cezalandırmak…" Sarkozy, Erdoğan’dan öğrenmiş olsa gerek, kamu kurumlarını haraç mezat satıyor, alan kazanıyor, devlet gelir kaynaklarını kaybediyor. Yüksek gelirlilerin vergileri düşürülüyor. Devlet büyük işletmelere mali destek sağlıyor. Bütün bu operasyonlar sonucu bütçe açık veriyor. Fransa AB’ye 50 milyar Avro bütçe açığının hesabını veremiyor, gösteriler, grevler sürüyor. C S TRATEJİ Sarkozy 11 DEMOKRASİ NASIL YOZLAŞIYOR? "Yıkılmakta Olan Demokrasi" Aralık 2008 tarihli Le Monde Diplomatique gazetesi iki büyük sayfasını bu konuya ayırmış, Fransa’da çıkan bazı kitapları özetliyor. Kitaplardan bazılarının başlıkları şöyle: "V. Cumhuriyet ölüyor, Yaşasın Demokrasi", "Küçük Demokrasi Fabrikası", "Güvenliğin Yozlaşması". Dökümü yapan araştırmacı J. Mercier, yazısına şöyle başlıyor. "Demokrasi bunalımda. Yeniden doğan oligarşik davranışlar ekonomik küreselleşmeye dayanıyor. Uluslararası mali kuruluşların diktası, Avrupa Birliği tarafından dayatılan politikalar vb. Fransa’da politik kuruluşlar içlerine kapanmış. Demokratik kurumlar mı vatandaşı kurtaracak, vatandaş mı demokrasiyi? "V. Cumhuriyet Ölüyor, Yaşasın Demokrasi" başlıklı kitabında D. Rousseau şöyle diyor: "Bunalımın temeli, halkın isteklerini idarecilere kabul ettirmelerinin zorluğunda yatıyor. Çoğu sefer iktidar, ‘egemen olan’ ulusun karşısında kendini sorumlu hissetmiyor. Lizbon’da imzalanan yeni Avrupa Anlaşmasını halkın oyuna sunmamaları, idarecilerin halkın görüşlerini kabul etmediklerini gösteriyor." Filozof Regis Debray ise kitabını Küreselleşme ile toplumsal gerileme arasındaki bağ üzerine kurmuş. "Küreselleşme toplumu rahatsız ediyor. Tekniğe ve ekonomiye dayanarak sağlanan gelişme kişinin benliğini siliyor, dinsel fanatizmi sabitleştiriyor. Demokratik kurumlar bize kişiliğimizi kazandıracak yerde, mistisizme sapıp bizi politikadan uzaklaştırmıyor mu?" Yazar, iktidarın emperyal baskısıyla bir milletin seçmen konumundan çıkıp, etnik statüsüne kaymasından endişe etmektedir. Diğer iki yazar: G. Sainati ile U. Schalchi, güvenliğin tehlikede olmasından şikayetçidirler. "Sosyalin yerini ceza almaktadır. Demokratik kurumların birbirinden ayrılması anlamını kaybetmektedir" diyorlar. Böylece küreselleşmeyle beraber Avrupa’da demokrasinin yozlaştığını görüyoruz. Sosyal eşitsizliğin, işsizliğin, yolsuzluğun artmasıyla beraber yabancı düşmanlığı, ırkçılık, şiddet artıyor. Halklar yabancı işçilerin rekabetinden, terör ve güvensizlikten şikayet eder hale geliyor. Almanya’da neonazizim diriliyor. Hoşgörü zayıflıyor, demokrasi sarsılıyor. İktidarın bütünleşen uluslararası sermayenin baskısı altında olduğu, AB baskısı altında gidip gelen sağ ve sol iktidarların aynı liberal politikaları güttükleri, seçmenin seçme hakkının, böylece kendiliğinden yok olduğu birer gerçektir. Bu nedenlerle, Avrupalı yazarlar demokrasinin bunalımından söz ediyorlar. Liberal ekonomi demokrasinin koşulu olmak şöyle dursun, onu yozlaştırma aracıdır, Küreselleşme ulusal bağımsızlığın, egemenliğin antitezidir. Bu nedenlerle günümüz Avrupası’nda demokrasi yeşermiyor, tökezliyor. AB kapitalizmi gelişmekte olan ülkeleri sömürmeye yöneliyor. Avrupa bizi sömürüyor, ekonomimize egemen olup, ulusal varlıklarımıza el koyuyor, ekonomimizi kendi malları için bir pazara dönüştürüyor, tarımımızı yıkıyor. Bizi yerden yere vuruyor. Taa Parlamentomuza kadar gelip, iç işlerimize karışıyor, ulusal egemenliğimize, yargı bağımsızlığına darbeler indiriyor, biz de hala, AB’ye üye olmayı kaçınılmaz bir hedef olarak görenler var. Ama hangi Avrupa’yı? Avrupa solu oyunun farkında ya Türk solu? Türkiye’nin içişlerine, yargısına müdahalede sınır tanımayan Avrupa, demokrasiyi de yozlaştırıyor. Ekonominin küreselleşme baskısı altına alınması, sosyal devleti ve adaletsizlikleri beraberinde getiriyor. Avrupa’da sosyal devleti savunan yöneticiler teker teker tasfiye edilmiş durumda. istifa etmek zorunda kaldı. Angela Merkel’in başkanlığında kurulan Hıristiyan Demokrat ve Sosyalist Parti Koalisyonu çevre sorunlarıyla ilgilenmek dışında büyük bir yenilik getirmedi. 2006 yılında Federal Hükümet 22 milyar civarında borç aldı. Bütçe açığı milli gelirin yüzde 3’ünün üstüne çıktı. Büyüme hızı yüzde 0.8’i geçmedi. İşsizlik, 5 milyonun ancak biraz altına indi. Yoksulluk arttı, iç pazar tıkandı. Almanya, her ne kadar güçlü sanayisi ve ihracat fazlası sayesinde ayakta durabiliyorsa da, durgunluğu, işsizliği ve yaşam koşullarının güçleşmesini önleyemiyor. Diğer Avrupa ülkelerinde olduğu gibi, Almanya’da da enflasyondan, tek para değerine, Avro’ya geçilmesi sorumlu tutuluyor. Oysa bu genel tablonun bir parçası… Hızla gelişen küresel bunalım ise bütün Avrupa ülkelerini etkiliyor. ABD’de Mortgage bunalımı olarak adlandırılan bunalımla, en büyük bankaların iflası, kredi sisteminin duraklaması ve borçlarını ödeyemeyen alıcı kitleleri yüzünden iç pazarın tıkanması ile başlayan bunalım bütün Avrupa’ya sirayet etti. Bu bunalım ABD pazarının tıkanması ve dünya kredi sisteminin sarsılması anlamına geliyor. Almanya’da, Fransa’da, büyük bankalar iflas etti. Büyük yolsuzluklar meydana çıktı. Petrol fiyatlarında hızlı artış enflasyonu hızlandırdı. 17 Mart 2007 tarihli The Economist dergisi, AB’nin 50. yılını değerlendirirken şöyle diyor: "AB 50. yılında bir orta yaş bunalımı geçiriyor. Sorun esas itibariyle ekonomiktir. Son zamanlarda biraz toparlandılar, ancak çok üzücü bir düşük büyüme hızı ve işsizlik bunalımı yaşıyorlar." Bu duruma nasıl gelindiğini yukarıda anlatmıştık. Avrupa ülkelerinin felaketi, Keynesci, devlet güdümlü ekonomiden vazgeçip, serbest piyasa ekonomisini kaçınılmaz kabul etmesi oldu. Sovyet ekonomisinin yıkılması; demokrasinin ancak serbest piyasa ekonomisi ile korunabileceği propagandasına yol açtı. Oysa İkinci Dünya Savaşı sonunda başta İngiltere ve Fransa pek çok Avrupa ülkesinde uygulanan güdümlü ekonomi politikalarının ultra demokratik koşullarda gerçekleştirildiği unutuldu. Aslında Avrupa Demokrasisine asıl darbeyi liberal ekonominin getirdiği sosyoekonomik dengesizlik indirdi. ALMANYA’NIN YANSIMALARI Almanya’da İkinci Dünya Savaşı’nın sonunda mucize denilebilecek bir hızlı kalkınma dönemi yaşadı. Devlet desteğiyle konzern olarak adlandırılan büyük şirketler güçlendi, güçlü bir sosyal devlet kuruldu. Ne var ki 1985’ten sonra serbest piyasa ekonomisi koşullarında sermaye mali alanlara, uluslararası pazarlara kaymaya başladı. 1990’lı yıllarda işletmeler arasında birleşmelerle sanayi ve ticaret imparatorlukları kuruldu. İki Almanya’nın birleşmesi, yatırımların azalmasıyla başlayan bunalımı hızlandırdı. Doğu Alman devlet işletmelerinin büyük sermayenin eline geçmesi, bazılarının kapatılması işsizliği hızlandırdı. 1993’te Helmut Kohl’un CDU (Hıristiyan Demokrat Parti) hükümeti getirdiği zamlarla az gelirli vatandaşların durumunu daha da güçleştirdi. 1990’lı yıllar Almanya’da "Yurttaş inisiyatifi" adı altında yapılan büyük kitle hareketleri yılları idi. Parlamento dışı muhalefet tarafından desteklenen işçi hareketleri Kohl hükümetinin devrilmesine kadar gitti. Bu tarihlerde hemen bütün Avrupa’da; kitlesel işsizliğe, refah devletinin yediği darbelere, gerçek ücretlerin düşmesine, çalışma koşullarının kötüleşmesine karşı kitle eylemleri hızlanmıştı. Büyük gösterilerde, serbest piyasa ekonomisi yeriliyor, "sosyal Avrupa" sloganları atılıyordu. Protestoların ucu, AB’nin kabul ettirdiği pazar ekonomisine dayanıyordu. Avrupa halkları, Avrupa Merkez Bankası’nın faiz oranlarını düşürmesini, ekonomik faaliyetlerin önünü açmasını, yeni iş alanlarının açılmasına destek vermesini istiyorlardı. Almanya’da, Schröder hükümetinin Maliye Bakanı Oskar Lafontaine aynı zamanda yatırımların dışarı kaymasının önlenmesini istiyordu. Sosyalist bakan, Shröder’e mali spekülasyonların sıkı bir kontrol altına alınmasını ve vergilemeyle sosyal yardım arasında bir ahenk kurulmasını kabul ettiremeyince istifa etti. 20002005 yılları arasında işsizliği 5 milyondan aşağı düşüremeyen ve sosyal yardımlarda kısıntılar yapan Schröder hükümeti ise
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle