Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
CUMARTESI 02 10/1/07 15:39 Page 1 CUMARTESİ EKİ 2 CMYK 2 13 OCAK 2007 CUMARTESİ “Gerçekten yazdı mı bu daktiloyla?” diye sordum Ömer’e, “Elbette yazdı” dedi. Tank gibi, çelikten, Remington marka, nefti yeşil bir daktiloydu. “Uzun süre bu daktiloyu kullanmış, sonra da ben el koydum.” Yirmi yıl kadar oluyor; “Devlet Malzeme Ofisi” damgalı Erika daktilomu kaldırdım masamın üzerinden, hemen bir yazı yazdım “Nazım‘ın daktilosu”yla. “Ama akşama gider bir yerde içeriz” dedi Ömer. “İçeriz” dedim, “Astorya’da” Astorya’da kuşkusuz, başka nerde olabilir. Astorya otelinin ikinci katında bir odanın penceresinden caddeye bakıyordu Nazım. Hangi oda olduğunu bilmiyorum. Bilseydim o odaya girmek, Nazım‘ın dokunduğu bir eşyaya, duvara, kapıya dokunmak isterdim. Şairlik ondan bana geçsin diye! Şairlik belki bulaşıcıdır diye. Şair olabildim mi bilmiyorum. Ama Nazım’ı anladım. Onu anlamış olmamda, daha bacak kadarken Yön dergisi okuyor olmamın ve o pek cümbüşlü, pek dağdağalı 6869 yıllarının ve ANT dergisine yazı yazmanın ve İşçi Partisi üyesi olmanın ve Birinci Şube‘nin ve Selimiye Kışlası‘nın ve Nazım‘ın daktilosunun ve onun gibi yazılar yazıp, havaya üfürmenin büyük payı var. Başka neyin payı var. Onun gibi yaşamaya öykünmenin payı var. Başka neyin payı var? Nazım’ın doğum günlerinden birinde, bir gecede Ankara’nın duvarlarını “İşçi sınıfı en büyük oğullarından birini anıyor” afişiyle kıpkırmızı donatmakta payı olmanın payı var. Sevgili Nevhiz nerdesin? O afişten bir örnek kalmış olsaydı keşke. Yıllar sonra Almanya’nın bir şehrinde Vera Tulyakova ile tanıştım. “Saçları saman sarısı gözleri mavi” olanla yani. “Üst ranzada” yatanla. Nazım ölmüştü. Tulyakova Nazım‘ı anlatmıyordu. Nazım’la yaşamış olan Vera’yı anlatıyordu. Önemli olan da o. Nazım kimi sevdi? Nasıl derin bir aşkla, umutla, umutsuzlukla sevdi. Nasıl kıskanarak sevdi. Sonra Vera da gitti. Nazım’ın son yakın canlı tanıklarından biri daha sessizce kayboldu. Daktilo da artık yok, nerde kimbilir. Astorya otelini başka bir şey yaptılar. ??? İçinden geçeni dümdüz, ama yürek yakarak yazmanın, kimilerine hiç bir şey söylememenin ve kapısı açık olana çok şey söylemenin tek bir yolu var diye düşündüm hep: Şiir. İnsanlık hallerini insan, soyutlayıp süzerek, damıtarak nasıl yazabilir? Yalnızca şiirle. Hangi şiir, şairi olmadan yaşamaya devam edebilir; Böyle şiirler ve böyle şairler var mı? Gürül gürül okuyor adam şiiri: “Koşun/ kurşun/ eritmeye çağırıyorum.” Sor, “kimin bu?” diye, bilmez. Böyle bir şiiri yazabilmek, böyle bir şair olmak kolay mı? Hayır, sadece imkansız. Ama eğer imkansızsa, neden konuşup duruyoruz şiir üzerine? Neden şiirlerde gözümüz? Neden şiir yazıp duruyoruz? İmkansızı başarmak için yazıyoruz. İmkansızı başaranların yazdıklarını okuduğumuz için, imkansızın mümkün olduğunu gördüğümüz, insan olmanın hallerine bizi yaklaştıracak en saf işin şiir olduğunu içimizde duyduğumuz için uğraşıp duruyoruz. Nazım Hikmet’in şiirinde bu anlattıklarımdan daha fazlası var. Fazlası ne? Fazlası, Nazım’ın şiirinin, kapalı kapı dinlememesidir. GÜRAY ÖZ ’ın Merhaba “Kimi insan otların kimi insan balıkların çeşidini bilir ben ayrılıkların Kimi insan ezbere sayarken yıldızların adını ben hasretlerin” Nazım Hikmet, kendini böyle tanıtır ve sonra içinde vatan özlemiyle veda eder dünyaya. Şiirlerinde, yazılarında, konuşmalarında hep hasretinden söz etti. Vasiyeti doğduğu topraklarda gömülmekti. Olmadı... Çok sevdiği köpeğinin ölümünün ardından yazdığı ‘Şeytan’a Mersiye’de dahi anlattı aynı duygularını... Nazım, Kuli cinsi köpeğine “Şeytan” adını vermişti. Zalimlere, yalancılara, kurnazlara ve sıla özlemi çekmesine neden olanlara inat... Şeytan’ı “kendi insan dünyasının bir parçası” saymıştı. Her canlının acısını göğsünde bir bıçak yarası gibi hisseden adam onun ölümünün ardından da benzer duygular yaşadı. Üzüntüsünü anlamayanlara bir ağıtla yanıt verdi, hasret kokan... “Köpeğimin adı Şeytandı, dı’lık adıyla ilgili değil, Adına bir şey olmadı. Adına benzemezdi de. Şeytanlar zalim olur. Zalimler yalancı kurnaz, Ama zalimler akıllı olmaz Köpeğim akıllıydı. Biraz da ben öldürdüm köpeğimi Bakmasını bilemedim. Bakmasını bilemezsen Ağaç bile dikme Elinde kuruyan ağaç Dert olur adama Yüzmek suda öğrenilir, diyeceksin. Doğru. Boğulursan Bir sen boğulursun ama. Kaç sabahtır uyanıyorum dinliyorum ortalığı kapımı tırmalayan yok Ağlamak geliyor içimden Ağlayamadığım için utanıyorum İnsan gibiydi. Hayvanların çoğu insan gibidir Hem de iyi insan gibi Kalın boynu kıldan inceydi dostluğun buyruğunda. Hürriyeti dişleriyle bacaklarındaydı. Nezaketi tüylü uzun kuyruğunda. Göresimiz gelirdi birbirimizi. En büyük işlerden konuşurdu: Açlıktan tokluktan sevdalardan. Ama bilmedi sıla hasretini. Benim başımda o iş Şairi cennete koymuşlar “Ah, memleketim!”...demiş. ” Doğum yıldönümünde biz de hasretle anıyoruz bu büyük insanı... İyi hafta sonları... Nâzım Hikmet çok sevdiği köpeği Şeytan ile... “Kapıları çalan benim” der o; ama duvarlardan, şarkılardan, kara “bugün ne düşmek dalgalara / ne kavga ne hürriyet ne karım / bulutların içinden parlayıverir hayatımızın içine. toprak güneş ve ben bahtiyarım” diye yazdığını biliyorum. Adrenalini yüksek bir şiirdir Nazım’ın şiiri. O yüzden de Ama bu değil; bu bana çok hüzünlü gelen şiir değil mutluluğun insanlık için kurtarıcıdır; yalnız birey için değil. şiiri. Peki hangi şair şiiri olmadan yaşayamaz? Kimilerinden o saf Belki yanılıyorum, belki artık o başka bir boyuttur, ama şiiri çıkarın, geriye hedonist, yoğun, irkiltici ama kavgasız bir mutluluğun şiiri yazıldığı gün, şiir bizi bırakır gibi geliyor tuhaf insan kalır. Bu da bir şey, ama Nazım başka kumaştır. nedense. Ulaştığımız küçücük mutlulukları içselleştirdiğimiz için Şairleri tanrılar hiç sevmedi, peygamberler yasakladı şiiri? böyle düşünüyor belki de insan. Belki de bu yüzden, Neden tanrısal ama yalnız tanrılara ait bir şey, insanın “mutluluğun resmini yapabilir misin Abidin?” diye dilinden çıkınca bir inkar, bir isyan, sordu şair. Ama umudun şiiri olabiliyor: “motorları tanrılara bir rakip sayıldı şiir? Öyledir maviliklere süreceğiz çocuklar” demedi mi? çünkü. Neden peşinden koştu egemenler Dedi. şiirin, neden tehlikeli saydılar, neden ??? zindana tıktılar şairi? Propaganda Motorları maviliklere sürmenin de bir iç hüznü malzemesi saydıkları, duvara yazılmış var, ulaşılamaz olana ulaşmayı hep ummanın onu slogana benzettikleri için mi? Kuşkusuz ulaşılabilir kılmanın derin kelimeleri var. Şiir zaten değil. Yürekten vurduğu, insana kendini nedir? İnsan hallarini, insan umutlarını, aşklarını hatırlattığı, insanın tanrısal, yani yüce, yani ve incecik hüzünlerini, insanların müthiş yenilmez, yani kendine dönebilir bir şey yenilgilerini ve yeniden ayağa kalkma güçlerini olduğunun yakıcı işareti olduğu için. anlatır şiir. Nazım’ı okuyanlar okuduklarını onun Nazım’ı da zamanın “tanrıları” sevmedi. hayatıyla birleştirmedikleri zaman ne kadar çok Kendilerini tanrı yerine koymak budalalığına şey kaybettiklerini önce anlamazlar. Bir zaman düştükleri için şairi zindana gönderdiler. Her sonra, eğer yüreklerindeki şiir uyanmışsa has şair gibi tanrılarla ve onların kopyalarıyla Nazım’ın verdiklerinin tümünü alamadıklarını sürekli hesaplaştı Nazım. hayretle görürler. Onun baştan ayağa şiir ??? olduğunu anlamadıkları için ansızın ve suçüstü Resim gibi şiirler okudum; şiir gibi yakalanmış gibi olurlar. Nazım böyle bir şiirdir. resimlere, fotoğraflara baktım. Şiir gibi “Motorları maviliklere süreceğiz çocuklar” insanlar, baştan aşağıya şiir olan hayatlar dedi Nazım. Öyleyse süreceğiz. Gölge güneşin tanıdım; şiir gibi inkarlar, şiir gibi isyanlar sadece kanıtıdır, başka bir şey değildir. nra Vera’nın yaşadım. Sokakta şiir gördüm; sarayda, Ölümünden so u son şiiri... Şimdi de buna inanıyorum. İnsanın yaşadığı uğ bahçede, sinemada, gecekondularda, tiren cebinde buld her anın içindeki parıltının ve koyu gölgenin istasyonlarında, yorgun kasabalarda, çılgın güneşten geldiğine inanıyorum. O, “güneşi şehirlerde, yangın yerine dönmüş zaptetmeye”, “Kerem gibi yanmaya” çağırmadı mı bizi. “Toprak hapishanelerde, hep şiir gördüm. Mazluma, isyancıya yakın çanaklarda güneşi içenlerin türküsünü” söylemedi mi? duruyordu; zalimden, zorbadan uzaktı. İnsan olan her şeyde, Yoksulların, mazlumların, “açların gözbebeklerini”, “kavgaya insanın baktığı her yerde şiir vardı. Şiir vardı, ama şair her zaman boydan boya” girenlerin türküsünü en iyi Nazım yazdı. yoktu. Şair olmayınca şiir olur mu? Oluyordu aslında. Onu Durmadan yazdı, yazar gibi kavga etti. Kavgayı hayal ederek kağıda geçirmek için gerekliydi şair. Ama şairin hası olacak. değil, yaşayarak yazdı. Şairin hası insanın tüm hallerini yazabilir. Ressamın hası insanın ??? tüm hallerini resmedebilir. Ondan bana bulaşsın diye yazıcılık, şairlik, kavga adamlığı, Mutluluğun şiirini yazmakta zorlanıyor şairler. İnsan hallerinde Nazım’ın daktilosunda bir yazı yazdım ve o yazıyı sonra aptal gibi mutluluğun payı az olduğu için mi, insan mutluluğu yakalamakta kaybettim. Ne yazdığım önemli değil, ama elimde kalsaydı, beceriksiz olduğu için mi, mutlu olabilmek için çok bencil olmak Nazım’ın daktilosunda yazılmış, o daktilonun şaryosundan gerektiği için mi, bilmiyorum. Bir pazar günü, hapishane geçmiş o yazının altına; “Nazım Hikmet’in daktilosu ile avlusunda, pırıl pırıl bir güneş altında sırtını duvara dayayıp, yazılmıştır” diye not düşecek, duvarıma asacaktım. İşletme profesörü ressam yaşamı yorumluyor ZUHAL AYTOLUN Anadolu Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi İşletme Bölümü Öğretim Üyesi Prof. Dr. Melih Erdoğan’ın resimleri, İstanbul’daki Avusturya Başkonsolosluğu Kültür Ofisi’nden sonra şimdi de Yeminli Mali Müşavirler Odası’nda sergileniyor. Resimle birlikte seramik çalışmaları da bulunan Erdoğan’ın sergide yer alan resimlerinin her birinin öyküsü var ve Erdoğan, ilk kez bu sergide satışa sunuyor çocukları gibi gördüğü resimlerini. Erdoğan çocuk yaşta, hayal meyal hatırladığı dönemlerde ailesinin desteğiyle başlamış resim eğitimine. Eskişehir’de Stüdyo HamburgETV işbirliğiyle kurulan sinema televizyon enstitüsünde grafik sanatçısı Heiko Libscher’den grafik eğitimi alarak, orada Türkiye’nin ilk renkli televizyon grafikerlerinden biri olarak görev almış. Daha sonra da Ünsal Kınıklı, Zehra Çobanlı ve Fikri Cantürk’ün atölyelerinde çalışmış ve hızını alamayıp Salzburg Güzel Sanatlar Akademisi’ne katılmış. İlk yıl Watts Ouattara ile ikinci yıl da Zhou Brothers ile birlikte çalışan Erdoğan, en çok resim çalışmalarını birlikte yapan Zhou kardeşlerden etkilenmiş. Artık hayıflanmadığını söylüyor Erdoğan eğitim konusunda: “Burada ilginç bir şey farkettim. Keşke Güzel Sanatlar Akademisi’ne gitseydim diye hayıflanırdım. Ama işletme kariyerimin yanı sıra sanat eğitimi olarak da kendimi hep tamamlamaya çalıştım ve bunca yıldır belki de çok daha fazlasını yaptım” diyor. Hem yaşamının normal akışını sürdürüp hem sanatla uğraşarak yeni bir kimlik oluşturmuş kendine. Bu anlamda da hayatın hiçbir alanını, iş yaşamını dahi koparamıyor sanattan, bununla beslenip çoğalıyor. Erdoğan, çalışmalarında yanılsamalardan arındırılmış bir gerçekliğe ulaşmaya çalışıyor ve eğer yaşamın tamamı illüzyonsa, bunu da bir gerçeklik olarak kabul etmek gerektiğini söylüyor. Bir yandan gerçekliği arıyorken bir yandan yanılsamaların izlerini sürüyor. Erdoğan: “Yaptığım resme şöyle bakıyorum: ‘Çırak ustasına soruyor, bütün yaşam bir illüzyon/yanılsama olabilir diyorsunuz. O zaman yaşamda herşey boştur. Ustası da durumu açıklıyor ona, öyle bile olsa o yanılsama bir gerçekliktir o zaman.’ Biz dünyayı kendi görüşümüze göre algılıyoruz ama aslında çok daha farklı boyutlar, derinlikler ve özler vardır. Bu boyutları ortaya çıkarmak ve göstermek hem sanatçının, hem de bilim adamının görevidir. Ben bir yandan bilim adamı, bir yandan da naçizane sanatçı olarak biçimlerin özlerini yansıtarak orada gördüğüm gerçekliği anlatmaya çalışıyorum” diyor. Soyut dışavurumcu resim anlayışını benimseyen Erdoğan, doğayı, çevreyi, nesneleri taklit etmek yerine onları yorumlamak ve soyutlamak yoluna yönelmiş, ufuk dünyasını genişleten ve kendisini yaratıcı kılan çalışmalara imza atmış. Sergi, 20 Ocak’a dek Yeminli Mali Müşavirler Odası’nda görülebilir. (İstiklal Cad. Asmalı Mescit Mah. No:302 Beyoğlu, İstanbul. Telefon: 0 212 251 60 90) İmtiyaz Sahibi: Cumhuriyet Vakfı adına İlhan Selçuk Genel Yayın Yönetmeni: İbrahim Yıldız Yayın Yönetmeni: Ayşe Yıldırım Yazıişleri Müdürü: Güray Öz Görsel Yönetmen: Elif Tokbay Yayınlayan: Yeni Gün Haber Ajansı Basın ve Yayıncılık AŞ Yönetim yeri: Prof. Nurettin Mazhar Öktel Sk. No. 2 Şişliİstanbul Tel: 0 212 343 72 74 Fax: 0 212 343 72 64 Reklam: Cumhuriyet Reklam Genel Müdür: Özlem Ayden Genel Müdür Yardımcısı: Nazende Pal Reklam Koordinatörü: Neşe Yazıcı Reklam Müdürü: İpek Aksoy Reklam Rezervasyon: Mete Çolakoğlu, Mustafa Doğan Tel: 212251 98 7475 Cumhuriyet gazetesinin ekidir. Baskı: İhlas Gazetecilik AŞ hafta@cumhuriyet.com.tr