19 Kasım 2024 Salı English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

CUMARTESI 06 21/9/06 16:45 Page 1 CUMARTESİ EKİ 06 K 6 23 EYLÜL 2006 CUMARTESİ rih Ta Ortak tarihimizden e ç barış çıkarmak ERDOĞAN AYDIN Lübnan’ın giderek iç politikamızın temel bir unsuru haline geldiği bir dönemeçte, bölgeye yönelik tarih bilincinin önemi daha da artmış bulunmakta. Lübnan tarihinin salt kendi dahil olduğumuz sürecine ilişkin yazılabilecek ayrıntılar bile onlarca kitap konusu olabilecek boyutlara sahip. Ancak bu noktada ayrıntıları sıralamak yerine yapmamız gereken şey, bu özgüldeki yaşanmışlıklardan, barışçıl ve çözüm üretici dersler çıkarmak olmalıdır. Çünkü Lübnan’a asker gönderme kararı alabilen bir hükümetçe yönetilen bir Enver Paşa ülkede bu derslerin barışçıl ve çözüm üretici olması, bugün her zamankinden yaşamsal bir önem kazanmış bulunmakta. Böylesi bir dersten uzak bir ülkeyi bekleyen ise, gencecik çocuklarımızın bu kez ABDİsrail çıkarları için ölmesine neden olacak dış maceralara yeniden dahil olmak olacaktır. Oysa halen ‘‘tarih’’ diye, ‘‘ders’’ diye yazılanlar, böylesi bir maceraya girmemizi teşvik eden bir anlam taşımaktadır. Lübnan deyince anımsanan şey; ‘‘Osmanlı döneminde orada barış vardı’’dan başlayıp, ‘‘orası aslında bizimdi, ama Arapların ihanetiyle elimizden çıktı’’ diye devam eden bir dizi tarih dışı manipülasyon olmaktadır ne yazık ki. Bu noktada yüzleşmek cesareti göstermemiz gereken sorular var: Fetihle elde edilip güç politikalarıyla korunan ‘‘Osmanlı barışı’’, bugün dünyamıza dayatılan Amerikan barışından farklı mıydı? Lübnan’ın ‘‘bize ait’’liği iddiasının meşru temeli var mıydı gerçekten ve bu ‘‘meşruluk’’ çerçevesinde Araplarınkine ihanet denebilir miydi? Herşeye karşın bir ihanet söz konusuysa, bunu Osmanlının Araplara yönelik gayrı meşru egemenlik politikasından bağımsız anlamlandırabilir miyiz? Daha da önemlisi bu soruların ulusal ve demokratik bir devlet ile, imparatorlukçu ve emperyalist bir devlet zemininde apayrı yanıtları olacağını da akıldan çıkarmamak durumundayız. Dolayısıyla öncelikle bu konuda, resmi tarihçilerce darmadağınık edilen bilincimizi düzeltmek zorundayız. Aksi taktirde tarih okumalarının halen olduğu gibi bizi ciddi bir şizofreniye sürüklemesi kaçınılmaz. halen Türk hükümetinin izlediği ve bizzat kendi İslamcı geleneği ve kimliğinin de inkarı olan politikanın, bizi Arapİslam halklarının çıkarları aleyhine ABDİsrail jandarması haline getirdiği gerçeğidir. Bu ise yukarıda işaret ettiğim tipte bir ‘‘dersin’’, bizi, Ortadoğu bataklığına çekilişimizi kolaylaştıran bir işlev gördüğü gerçeğiyle tekrar tekrar yüzleşmek zorunda bırakıyor. Bu noktada Lübnan’daki Osmanlı insan kayıpları veya geleneksel ifadeyle şehitlerimizin de ciddi bir istismar malzemesi olarak kullanılabildiği gerçeğiyle karşı karşıyayız. Oysa o kayıplar, yeni kayıpların hamaset malzemesi olarak kullanılmak için değil, tam tersine bir daha Talat Paşa yukarıdaki çözümlemeyi paylaşmak durumundayız. Ancak böylesi bir yaklaşım ve böylesi bir derstir ki, güncel süreçte yeni Lübnanlar, yeni Galiçyalar, yeni İranlar karşısında ne yapmamız gerektiği konusunda bize net, soğukkanlı, barışçıl ve yurtsever bir perspektif edinmemizi sağlar. Ancak böylesi bir perspektiftir ki bizi, yeni küresel koşullarda iyice kırılgan hale gelmiş bağımlı ekonomimizin, boğazımızı sıkan bir tasma olarak kullanılabilmesine ve bunu reel politika adına meşru görmemiz eğilimine karşı korur. Yine Mustafa Kemal’in, Enver, Talat ve Cemal Paşa’lara yazdığı mektuptaki; ‘‘Müttefikimiz bizi, bizim paramızla ve Mehmetçiğin kanıyla sömürge yapmak istiyor. Tek çare müttefikten bağımsız hareket etmektir’’ yaklaşımı, sadece dün için değil günümüz için de biricik doğru duruş ve çözüm önerisidir. Dünün Alman işbirlikçiliği üzerinden sorun çözmenin güncel versiyonu ise, Amerikan işbirlikçiliği üzerinden ‘‘çözüm’’ iddiası şeklinde belirginleşmektedir. Oysa toplum ve ülke çıkarları için dün olduğu gibi bugün de çare, ‘‘stratejik müttefik’’ addedilen ABD’den tümden bağımsızlaşmaktır. Kabul edilmelidir ki dün Alman emperyalizmini rahatlatmak üzere Galiçya’da, Sarıkamış’ta, Lübnan’da, Sina Çölü’nde, Yemen’de girdiğimiz savaşlar, bugün ABDİsrail çıkarları uğruna Lübnan’a asker göndermek, Cemal Paşa ve 5.000 kadar Arap ailenin Anadolu içlerine sürgünü yaşanmaktadır (Selim Deringil). Bunlar da yetmezmiş gibi Cemal Paşa, kamusal alanda ve eğitimde Arapça’nın yerine Türkçe kullanımını şart koşarak Arapların Osmanlı’dan daha da soğumalarına yol açmıştır. Üstelik tüm bu baskıların yaşandığı dönem, ulusçuluğun ve ulusların kaderlerini tayin hakkı ilkesinin dünya çapında yaygınlaştığı, buna karşılık çokuluslu İmparatorlukların tarihsel ömrünü tükettiği bir dönemdir. Dolayısıyla bu koşullarda Arapların Osmanlıya karşı bayrak açışını ‘‘ihanet’’ olarak değerlendirmek, cumhuriyetçi ve ulusçu bir aklın değil, olsa olsa imparatorlukçu bir aklın aramızda dolaşan ruhu olabilir. ULUSAL DEVLET ÖZLEMİ... I. Dünya Savaşı günlerinde Araplarla Osmanlılar arasında öylesi ciddi bir kopuşma söz konusudur ki, yine bizzat Mustafa Kemal’in belirlemesiyle, kendi 7. Ordusunun bağlı olduğu Yıldırım Orduları Grup Komutanı Falkenhayn; Arapların, Türklere düşmanlığı nedeniyle aşiretlerin reislerine doğrudan doğruya Alman teğmenleri göndererek, İngilizlerin ve Şerif Hüseyin’in etkisini kırmaya çalışmaktadır. Osmanlı, doğası gereği fethettiği topraklar üzerindeki çağdışı egemenliğini koruma telaşıyla davranan ve bunun için elindeki iki silahı, şiddeti ve dini kullanan bir egemenlik aygıtıdır. Ancak 20. yüzyılın başları, bu iki silahı, giderek işlevsizleştiren bir etki yapmaktadır. Osmanlı gücünün karşısında sanayileşmişemperyalist güçler, dinsel silahın karşısında ise milliyetçi dalga yükselmektedir. Ulusal devlet özlemi, diğer imparatorluk tebaaları gibi, Araplar arasında da hızla yaygınlaşmaktadır. Üstelik bu yeni süreçte İmparatorluk, eskisi denli etkin bir ezme gücüne sahip değildir; Onun bu giderek belirginleşen güçsüzlüğü koşullarında, Arap topraklarına yerleşmek özlemiyle yanıp tutuşan emperyalizmin, Arapların bağımsızlık özlemlerini kışkırtan gücü devreye girmektedir. İşte bu ortamda Osmanlıyı Türkçülük üzerinden tahkim etmeye çalışan İttihatçı politika ise, Arapların Osmanlıdan bu ayrışma yangınına adeta körükle gitmektedir. Hürriyet sloganıyla iktidara gelip kısa zamanda İmparatorluğu tahkim misyonuyla kendisine yabancılaşan bu örgüt, izlediği Türkçü politikalarla başta Ermeni ve Araplarınki olmak üzere sorunları azdırmakta ve ezmek dışında da bir çözüm üretememektedir. Özetle gerek söz konusu bu ayrışma gerekse de imparatorluk ve imparatorluğun dağılışı sürecine artık başka bir gözle bakmak zorundayız. Bu bakış açısının, sosyolojinin ve tarihin bilimsel soğukkanlılığıyla şekillenmesi ise bizi, 2000’lerin dünyasında imparatorluk çağının gözlükleriyle dolaşmak gibi bir çağdışılığa karşı da koruyacak biricik yaklaşım olacaktır. Aksi taktirde ‘‘Osmanlı’nın torunları’’ olarak Araplardan bize minnet duymalarını, bunu yapmadıklarında ise ‘‘ihanetlerinden’’ sözetmemiz kaçınılmazlaşmaktadır. Bu ise, bırakalım Araplarla sağlıklı bir zeminde ilişki tazelemeyi, ABD’ye olan bağımlılığımızı daha da güçlendirmektedir. böylesi kayıplar vermemek için anımsanmalı. ‘‘Ya düşman mağlup olacak ya Gazze 25’inci alaya mezar olacak’’ gibi anekdotlar, hamaset üretmek amacıyla ve özellikle de dışarıya asker gönderilen dönemlerde yineleniyorsa bundan ürpermek ve şiddetle karşı çıkmak zorundayız. Çünkü bu hamaset içinde gerçekleşen biricik şey, yeni Mehmetlerin ölümünün ortamını hazırlamaktır. İSLAMCILIKTAN İSRAİL JANDARMALIĞINA Osmanlı egemenliğinde Ortadoğu’nun ‘‘barış mekânı’’ olduğu, oraların ‘‘bize ait’’ olduğu, Arapların da ‘‘bize sadık’’ olmaları gerekirken, İngilizlerle bir olup ‘‘ihanet’’ ettiği gibi, bu aralar oldukça revaçta olan anımsama biçimlerinin de ‘‘ders’’ diye okunması mümkün tabii. Ancak bu tip yaklaşımların tarihten ders çıkarma işlevi göremeyeceği bir yana, bizi yeni yayılmacı ve imparatorlukçu özlemlere, yani yeni Lübnan maceralarına yönlendireceği kesin. Nitekim ‘‘oradaki çıkarlarımız’’ üzerine yapılan güzellemeler, ‘‘eski topraklarımızda olanlara seyirci kalamayız’’ safsataları böylesi garip ve tehlikeli ‘‘derslerin’’ ürünü. Böylesi garip derslerin, bizi biricik anlamlı amaç olan barıştan bütünüyle uzaklaştıracak olması bir yana, adil bir Ortadoğu amacından da bütünüyle uzaklaştıracağı açık. Tabii bunun ötesinde her söz başında yinelenmesi gereken bir şey var ki, bu da ‘‘TEK ÇARE MÜTTEFİKTEN BAĞIMSIZLAŞMAK” Bu noktada Lübnan ve Lübnan’la ilişkili olduğumuz yakın geçmişten ders arayışına gireceksek, kuşkusuz öncelikle anımsamamız gereken yaklaşımlardan biri bizzat Mustafa Kemal’in, İttihatçı iktidara sunduğu 1917 tarihli eleştirel raporudur: ‘‘Bir milletin kuvayı asliyesi kendi hayatını ve mevcudiyetini müdafaa içindir. Fakat kendi mevcudiyetini unutup da kuvvetini herhangi yabancı bir gaye için istimal etmek katiyen gayrı caizdir. Harbi sevk ve idare edenler, harbi umumide kendi mevcudiyetimizi unutarak, tamamen Almanların esiri olmuşlardır. Esasen memleketi müdafaaya gayrı kafi olan kuvvetlerimiz Galiçya’ya, Makedonya’ya, İran ovalarına gönderilerek, serserilik etmişlerdir. Bu sebeple idarei harpte tadad olunamayacak kadar hatalar vardır. Bu hataların mesuli yeganesi Enver Paşa’dır’’ ifadesi gerçekten de çarpıcıdır. İster soğukkanlılık, ister yurtseverlik, ister barışçıl kaygılarla belirlenelim, her üç durumda da Afganistan’a daha çok asker göndermeye ve İran politikalarına yataklık etmeye zorlanmak olarak karşımıza çıkıyor. Ve tabii nasıl ki dünkü savaş, yurt savunmasıyla ilgisi olmayan bir işbirlikçilik ve yayılmacılığın yansımaları ise bugünkü yönelimler de aynı duruşun sonuçlarıdır. Çoğumuz bilmeyiz kuşkusuz ama, Arapların Osmanlıya ve giderek Türklere yabancılaşmasında Osmanlı devletinin Araplara yönelik izlediği politikaların önemli bir payı bulunmaktadır. Tam da Ermenilerin toplu tehcire uğradığı günlerde Cemal Paşa’nın Araplara yönelik yaygın baskısı, bu kapsamda Arap aydınlarının idamı ergi İzler sergisi Beyoğlu Geceleri anatçı Timurtaş Onan, 20042005 yılları arasında geceleri Beyoğlu’nda çektiği fotoğraflar ve ses kayıtlarından yola çıkarak hazırladığı ‘‘Beyoğlu Geceleri’’ isimli görselişitsel enstalasyon çalışmasıyla, hem Beyoğlu’ne yeni bir bakış, hem de fotoğrafın sanatta kullanımına sıra dışı bir yaklaşım getiriyor. Sergi 327 Ekim tarihlerinde Fransız Kültür Merkezi’nde görülebilir. S S nkara Atlas Sanat Galerisi, 5 Eylül’den beri Coşkun Demirok’un ‘İzler/SiyahMaviKırmızı’ sergisine ev sahipliği yapıyor. 7 Ekim’e kadar devam edecek sergide, Demirkok’un, yatay ve dikey çizgilerden örülmüş farklı izlerin oluşturduğu bir dizi resmini görebilirsiniz. 1950 Ankara doğumlu Demirkok, 1993 yılında ilk kişisel sergisini açtı. Sanatçı, 2006’da Konrad Mönter Galerisi’nde açtığı ‘Çizgiler ve Lekeler’ sergisinden sonra ‘İzler’ sergisiyle yeni yapıtlarını sanatseverlerle buluşturuyor. Tel: 0312 468 59 04 A Dijital dünyaya yolculuk encer Gülün’ün dijital çalışmalarından oluşan ‘Sayısal Çalgıcılar’ sergisi Mine Sanat Galerisi’nde 11 Eylül’den itibaren sanatseverlerle buluşuyor. 30 Eylül’e kadar ziyarete açık olan sergide, boyutları 110x180 cm olan dijital resimler sergileniyor. 1981 yılında İstanbul Devlet Güzel Sanatlar Akademisi Yüksek Grafik Sanatlar Bölümünden ‘Üstün Başarı Ödülü’ ile mezun olan Gülün’ün, dijital çalışmalarından oluşan sergisinin yanı sıra daha önce yerleştirme, heykel ve yağlı boya alanında da sergileri oldu. Tel: (0216) 385 12 03 sahipliği yapacak. 18 Eylül Resimseverlere... ev Pazartesi günü saat 18.00’de akıfbank İstanbul Bölgesi Fuayesi, Meral Aydınarslan’ın resim sergisine V gerçekleşen kokteylle açılacak sergi, 29 Eylül tarihine kadar görülebilir. Tel: 0212 316 70 21 S RİFAT MUTLU eaydin?cumhuriyet.com.tr ARAPLAR NE YAPTI?
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle