19 Mayıs 2024 Pazar English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

CUMARTESI 14 21/9/06 16:41 Page 1 CUMARTESİ EKİ 14 CMYK 14 23 EYLÜL 2006 CUMARTESİ ü yk Ö Bir insanlık heykeli Semtimi severim. Çılgınlar gibi severim, ölürcesine severim. Daha otobüse biner binmez Emirgân hasreti başlar, huzursuzlaşırım, keyfim kaçar, yerim kendi kendimi dönmek isterim, ama yapılacak işlerim vardır. Bu nasıl sevgidir böyle... Çınaraltı kaçacak gibidir. Buharlaşıp uçacak gibidir. Alışkanlık mı desem, sevgi mi, tutku mu desem. İnsan ancak yuvasını, sevgilisini böyle sever. İşten gelince takım elbisemi, kravatımı bir kenara fırlatır, omzumda kahve rengi çantam, dudağımdan düşmeyen sigaramla keyifli bir şarkı tutturup Çınaraltı’na inerim. Hakkak Yümnü Sokak, Dilkaşa Sokak, Yedekçi Hüseyin Sokak, Görgü Sokak, Zergerdan Sokak gibi güzel isimli, kendileri de güzel sokaklardır bunlar. İsimleri güzeldir, kendileri güzeldir, çiçeklidir, ağaçlıdır, temizdir. Ama ben hangi sokak isminin nereye ait olduğunu bilmem. Belleğim zayıftır. Dikkatsizimdir. Yalnızca yürürken gözüme çarpar sokak tabelaları, sonra unuturum. Defalarca önünden geçtiğim halde gece yarıları sipariş verilerek sokak sokak dolaştırılan motorlu çocukların sordukları adresleri bilemem, utanırım, köşedeki semtimizin güler yüzlü bakkalına, İhsan’a yollarım. O üşenmez, yüksünmez, savsaklamaz, yapılması, yerine getirilmesi gereken bir görev ciddiyetiyle, işini gücünü bırakır onlara doğru adresi gösterir. Pek sevinirim... Sokak isimlerini aklımda tutamam demiştim. Ertesi gün o sokak ismine rastlarım. Çocuk gibi sevinirim. Yine de unuturum. Ben derecemi, kadromu da bilmem. Birin dördü mü, üçün biri mi?... Hangisi derece hangisi kademe, hep şaşırmışımdır. Maaşını kuruşu kuruşuna Çok mutluyumdur. Bazen canım sıkılır. Atlarım otobüse, giderim uzaklara. Döndüğümde de çantamın, ve de kitaplarımın aynı masada olduğundan eminimdir. Ben olmadığım zaman dostlarım ziyarete gelir, not bırakırlar; ‘‘Çantanıza ve kitaplarınıza selam verip sizi andık. Görüşmek dileğiyle...’’ Sanki ölmüşüm gibi. Bazıları da; ‘‘Manevi huzurunuzda bulunup...’’ gibilerinden hamasi notlar bırakırlar. Hava yağmurlu olursa Birol onları içeri alır. Tekrar yazımın, kitaplarımın başına dönüp bıraktığım yerden çalışmalarıma devam ederim. Sabahın erken saatlerinde inerim, gecenin ikisi olur, nasıl geçtiğini anlamam zamanın. Bakmayın siz eski zamanı özlemle anma hastalığıma, hayat şimdi de çok güzel dostlarım. Bu günlerin kıymetini bilelim. İşte Bahçeköylü gelmiş kamyonetiyle pastanenin yanında köşe başını tutmuş. Bahçe domatesi hormonsuz, kıvırcıklar, patlıcanlar, rokalar, semiz otları... Şu renge bak, ışıl ışıl, yalım yalım gökkuşağı gibi parlıyor. Bir gün gelecek ‘‘Bahçeköy’den günlük sebze gelirdi’’ diyeceğiz. Diyeceğiz de bu anı, bu coşkuyu, bu güzelliği niçin sindire sindire, içini sevinçle, coşkuyla doldurarak yaşamıyoruz. Görmezden geliyoruz bu güzellikleri. Pazarlar, semt pazarları, işte Reşitpaşa Pazarı: Bir bol bir çeşit, ne ararsan var. Ya bir gün gelmezse, ya pazarlar kurulmazsa?... İşte ekonomi uzmanı Kenan Mortan da alışveriş yapıyor. ‘‘Hocam pazardasınız siz de?’’ Gülerek ‘‘Hiç ihmal etmem’’ diyor, ‘‘Canlı canlı..’’ Üzerine su serpilmiş turpları, maydanozları, rokaları duvarının bitiminde eski bir kapıyı açarken yakaladım. Bu yıpranmış, ama soyluluğunu yitirmemiş bir kapıydı. Yer yer yeşil boyaları eprimiş bir kale kapısı gibi yılların tozuna, rüzgârına, yağmuruna direnmişti. Merdivenleri çıkarken sanki soluğumu duydu. Küçük mavi gözlerinden sımsıcak bir gülümseme yayıldı. ‘‘Buyrun Tahir Bey’’ dedi, ‘‘Sizi bekliyordum.’’ Şaşırdım. Tanıdığına da sevindim. Ne de olsa aynı muhitin insanıydık. Kahveye takılmazdı. Bir semtte yıllarca kalırsın konuşmazsın, sonra başka şehirlerde yüz yüze gelirsin mecburen bir takım beylik laflar edersin. Şimdi o anı yaşıyorduk. Ama ilk konuşmada, insana güven veren, rahatlatan bir kişiliği vardı. Merdivenlerden azgın böğürtlenlerin arasından birlikte çıktık. Şerifler Yalısı’nın yanında eski harem dairesinden, sahil yolunun geçmesiyle yıkılan yıkıntıların bulunduğu bir arsaydı burası. Bir incir ağacının dallı budaklı dalları, duvarı boydan boya örtmüştü. Aman bir manzara, bir görüntü. Boğaz lebi derya ayaklar altında. ‘‘Sen okuyan yazan bir insansın, bekle’’ dedi. Meraktan çatlıyordum. Böyle bir söze neden gereksinme duymuştu. Bu ören yapının içinde beni ne gibi sürprizler bekliyordu. Sarı çizmelerini giydi. Ceketini, sarı yeşil damalı pazen gömleğini çıkardı. Göz göz raflardan oluşmuş bölmelere özenle giysilerini yerleştirildi. Yeni yetme bir delikanlının jöle yemiş gibi dik, canlı cam gibi parlayan maydanozları toplamaya koyuldu. Yanında da belli bir düzen içinde rokalar dizilmişti. ‘‘Buna bir limon, bir sızma zeytin yağı... yeme de yanında yat.’’ Pazılar canlı canlı, yeşil yeşil, cilalanmış gibi parlıyor. Çiğ çiğ yiyor. ‘‘Bunlar kuzukulağı’’ diyor göstererek. Biri bir zamanlar tohum atmış, yürümüş te yürümüş, boydan boya bahçeyi kaplamış. Ye Allah ye! bitmiyormuş, konu komşu da sebepleniyormuş. Bana da uzattı. Nasıl güzel, nasıl ağızda eriyen bir tat. Lezzetinden dudaklarım birbirine yapıştı. Anlattı: Burası bir çöplükmüş. Bir arkadaşının arsasıymış. Adem babalar içip içip hasar yapıyorlarmış. ‘Burayı koru. Ek biç’ demiş, dünyanın en kıymetli arazisine. Otlardan, çerçöpten temizlemiş. ‘‘Şu bölüme de zamanı gelince domates, patlıcan ekeceğim.’’ Nasırlı ellerini, su toplayan parmaklarını gösteriyor. ‘‘Ama emek olmadan yemek olmaz’’ diyor. Çakal eriğinden koparıyor, sulu sulu, sarı sarı şurup gibi mideye indiriyoruz. Bahçenin sol 1956 yılında Düzce’de doğdu. İlkokulu ve liseyi Hendek’te okudu. Yüksek öğrenimini Ortaköy Eğitim Enstitüsü ve Anadolu Üniversitesi İşletme CAFER Fakültesi’nde tamamladı. emekli oldu. HERGÜN Öğretmenlikten Yazko Edebiyat, Varlık, Gösteri, Hürriyet, Edebiyat Koop., Broy dergilerinde öyküleri yayımlandı. Kalfa ve Yaşam Sürgünlerini Verirken adlı iki öykü kitabı var. Halen İstanbul Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümü’nde yüksek lisans öğrenimi görmektedir. hesaplayanları, bir sır gibi saklayanları da bereketi kaçmasın diye hep şaşkınlıkla karşılayıp ayıplamışımdır. Eski harabe köşkler yıkılıyor, yerine aslına uygun binalar yapılıyor. Gözümü okşayan, ruhumu ısıtan bu binalara vurgunum. Sonra koltukçuyu görürüm. Neşeli adamdır, paraya pula önem vermez, kalender adamdır. Emirgan’ın Fransızlardan kalma eskiden Rüştiye olan, şimdiki ilköğretim okulunun altında Özel İdare’ye bağlı tren katarları gibi sıralanmış dükkânlarından birinde zanaatını sürdüren usta bir koltuk tamircisidir. Saray döşemecisidir. Tarihi koltuklara, kanepelere can verir. Cömert, eli açık adamdır da. Âlemi de sever. Yaz kış tüten mangalıyla sofrasını, gönlünü, şefkatini mahalleliye açmıştır. Âsari atîka meraklılarının gözde adamıdır. Ateşi geçmiş mangalın külüne patatesleri gömer, üfleye üfleye kömürleşmiş kabuklarını öyle bir sevecen kınnamlı soyuşu vardır ki, beni çocukluğumun o mangallı kuzine sobalı kış günlerine götürür, ve hep dedemi hatırlarım. O da çok severdi külde patatesi. Etli etli kırmızı biberlerden közlenmiş biber yapardı, sirkeli, sarımsaklı. Hele o bifteği yok mu? Üzerine kekik dökerek mis gibi kokuttuğu... Kendimi Munzur Dağları’nda askerlik yaptığım ovalarda bulurum birden. Dükkânın arka bölümü lokanta gibidir. Geçerken gözüm ilişir, ısrarla çağırır bir duble atıveririm, kıramam. Utanırım. Söz, bir gün zorla da olsa bir büyük rakı getireceğim ona. Sonra Çınaraltı’na inerim. Rıfat’ın kahvesinde masam hazırdır. Çantam, kitaplarım ve arkadaşlarım yanımdadır. işaretleyerek, ‘‘Bunlar hayat, bunlar sağlık, bunlar vitamin...’’ diyor. Kibar adam, hoş adam. Hep karşıdan göz ucuyla selamlaşırız. İkimiz de büyünün bozulmasını istemiyoruz. Böyle kalsın. Buna da şükür. Koca profesör... Erol’la Cengiz’e rastladım çınar altında, Rıfat’ın kahvesinde en arkada, ıhlamur ağacının dibinde sohbet ederken. Çok önceleriydi. O sahne hiç gözümün önünden gitmez. Edip, İplik’ten iyi para kazanmışlardı. Keyifleri gıcırdı. Gevrek gevrek gülüp kutluyorlardı birbirlerini. ‘‘Ameleler çalışsın, biz yiyelim! Sabahtan akşama kadar boğaz tokluğuna çalışanlar, kafa basmıyor ki...’’ Yağmurlu bir gündü. Kanlı Kavak Çeşmesi’nin başında, beş litrelik boş üç plastik kabını dolduruyordu. Caminin önündeki parke yoldan sağa sapıyor, otobüs durağının önünden yürüyor. Merak ettim. Düştüm peşine. Gittiği bölümde ev yoktu. Ben de köşeyi dönüyorum. Adam yok olmuştu. Sırra kadem basmıştı. Yer yarılıp içine girmişti. Sahilde iki kişi balık tutuyor. Ama bugün balık yok. Olduğu zaman pıtrak gibi bitiyor balıkçılar. Nasıl haber alıyorlar, nereden biliyorlar. Çözemedim bu işin sırrını. Ertesi günü aynı saatte pet şişelere su doldururken rastladım, bu kez yakın takibe aldım. Aradaki göz erimini yakın tuttum. Elden kaçırmayacaktım. Vapur iskelesinin tam karşısında, tarihi Şerifler Yalısı’nın taş örgülü bölümündeki çakal eriğiyle yalı arasındaki duvara asılı hamağa uzanıyor. ‘‘Bu...’’ diyor, ‘‘Gemici hamağı. İstirahat edebilirsiniz.’’ Keyfini de ertelemiyor. Kandilli’ye bakan yüzünde örgülü çitin önünde kendi üretip yetiştirdiği küçük pembe pembe açan çiçekler, yaban gülleri, glavyörler, sardunyalar, açalyalar, saksı karanfilleri... ‘‘Tahir Bey, bana biraz izin verin’’ diyor. Geriye dönüyor: ‘‘İsterseniz siz de gelin.’’ Takip ediyorum. Ortaları oyuk delikli eternit levhaları duvarla toprak arasına eğik biçimde yaslayıp yağan yağmur sularını açtığı kuyuya akıtıyor. ‘‘Yağmur sularını değerlendiriyorum.’’ Karşı kıyılar ışıklarını yakmışlar. Şerifler Yalısı’yla bahçe duvarı arasında yükselen dikdörtgen lambanın cıvalı ışığı bahçeyi aydınlatıyor, ayın su yüzeyindeki Boğaz’ın dalgalarına yansıttığı görüntüyle oynaşıyordu. İzliyorum. Bir tahta kapı daha açıldı. O ne, gözlerime inanamıyorum. Yüzlerce tavuk gıdaklayarak ayaklarımın dibine koştular. Önce ürktüm, sonra alıştım. Şaşkınlığım daha da arttı. ‘‘Siz gelmeyin isterseniz. Yerler çamur.’’ Dinlemedim. Çamurların içinde bata çıka izledim. İki katlı bir kümes, adeta küçük bir villa. Şerifler Yalısı’nın duvarıyla kümes arasında meşe ağacından yapılmış helezoni merdivenden çıkıp bidona suları boşalttı. Tavuklar şanslıydı. Tarihi Kanlı Kavak suyundan sularını içiyorlardı. Roma’daki ünlü aşk çeşmesinin suları kilometrelerce uzaktan demir borularla getirildiği gibi bizim Kanlı kavak suyu da uzaklardan, çok uzaklardan harp akademilerinin, üniversitenin bulunduğu ormanlık araziden geliyordu. Papyonlu, medyatik, yaman muhtarımız da, Birinci Abdülhamit zamanında yapılmış sekizgen biçimli barok üslubundan izler taşıyan çeşmenin önündeki bidon kuyruklarından, sıra kavgalarından bıkarak bir ara, ‘Bu su mikropludur. İçilmez’ levhasını konduruvermişti. Mis gibi, çam kokulu billur gibi pınar suyuydu oysa. Sonradan kaldırmıştı levhayı. Aman Allahım bu ne güzellik! Bu ne konfor. Folluklar, tüneme yerleri. İnsanın içinde yaşayası geliyor. Ayrı ayrı bölmeler, yemlikler ve tabanda birbiri içine geçmiş dalcıkların aralarından aşağıya dökülen gübrelik alt bölüm. ‘‘Çok kıymetlidir gübresi’’ diyor. ‘‘Altından pahalıdır. Bahçede kullanıyorum.’’ İçi saman dolu follukların arasından kiremit renkli, sıcak, samanlı yumurtaları alıyoruz. Avucum yanıyor. Bir tabağa dolduruyor yumurtaları. ‘‘Tahir Bey, sizin bunlar!’’ ‘‘Ama olur mu?’’ diyorum. ‘‘Olur, olur? Hele siz bir alışın.’’ Toprak adamı, eli nasırlı, çalışkan, bu tok gözlü üretken insana hayranlığım sevgim daha da artıyor. Bir anda anılarının yumağına dalıyorum. Taze yumurtaya, köy yumurtasına hasrettik. Pek çalışmayı sevmezdi o köyün halkı. Futbolla kalkar futbolla yaşardı. İki kahvesi vardı. Hep doluydu. Oyun, duman, maç... Pazardan on beş tavuk aldım. Geniş bir bahçenin içinde samanlığı, mısır ambarı, kuyusu, kırmızı tulumbası, yüklüğü olan sevimli iki katlı ahşap bir evdi. Şehirde oturan serbest iş yapan bir köylü kira da almadan cam, kapı, pencere dökülmesin düşüncesiyle evini vermişti. Tavuklardan yumurta alamıyordum. Canım sıkılıyordu. Köylünün biri yorum getirmişti: ‘‘Tahir Bey, tavuklar yağ bağlamış, fazla buğday vermişsiniz.’’ Yapacak bir şey yoktu. Bahçe büyük, her gün biri eksiliyordu. Tilki mi kapıyor, çakal mı yiyiyor, çalınıyor mu? Bir türlü aklım ermiyordu. Evler birbirine uzaktı. Düşmanlıklar ileri boyuttaydı. İnsanlar birbirine uzak duruyorlardı. Bir gün yakın komşum kapımı çaldı. Elinde kapkara bıldırcından biraz büyük, yaban ördeğini andıran marsık gibi kara kuru acayip bir yaratık. Sanki bilinmeyen bir gezegenden gelmişti. Bir anlam veremedim. ‘‘Bu tavuk senin’’ dedi. Benim tavuklar büyük, besili, paçalı tavuklardı. Sevdiğim yaşlı bir amcaydı. Bahçeden kaçtıysa bunun canlısı nerde, ya kestimse bunun cüssesi nerdeydi? Bu işi bir türlü çözememiştim. Soğumuştum. Tavukları satmıştım. Gıdakladıkları yerden çok uzakta bir yerde birkaç yumurta buldum. Ama artık hevesim kaçmıştı. Kısa bir an bunları düşündüm. Sanki o düşüncemi okumuş gibiydi: ‘‘Bu iş herkesin yapacağı bir iş değil, bilimsellik ister’’ diyerek bana kısadan bir konferans vermeye başladı. Tane tane, tatlı tatlı anlatmaya başladı: ‘‘Tavukları yumurtlatmak için verilecek olan yiyeceklerin içinde istiridye kabuğu veya istiridye kabuğu gibi yumurta kabuğu yapan; kireç, kemik gibi madensel maddelerin bulunması gerekir. Elli pilice bir yemek kaşığı balık yağı vermeli ve bunu lapa halindeki yeme karıştırmalıdır. Kışın her tavuğa her gün bir gram hesabıyla balık yağı verilmelidir. Arada bir sıcak su ile hazırlanmış ısırgan, soğan yeşillikleri, salata, marul, bakla yaprakları verilir. Her gün bir tavuğun altmış ile yetmiş gram yeşilliğe gereksinimi olduğu gözden ırak tutulmamalıdır.’’ Sözcüklerini ustalıkla seçişi, bilimsel konuşması şaşkınlığımı daha da arttırmıştı. Benim yaptığım tavukçulukla arkadaşın yaptığı arasında dağlar kadar fark vardı. ‘‘Her yıl tavukçuluk fuarına giderim. Bilimsel gelişmeleri takip etmeye çalışırım.’’ Konuşmasını sürdürdükçe ben onu esrimiş hayran hayran dinliyordum. ‘‘Tavuk beslemeye uygun olan yer, lodos ya da güneye bakan toprağı kumlu, az eğilimli yamaç olan yerlerdir. Bizim arazi bu ölçülere uyuyor. Kışın lahana verilebilir. Lahana bitince pancar verilmelidir. Soğuk havalarda suyu ısıtıp vermelidir. Tavuklara bakanlar aynı zamanda vakit ile de savaşmaya zorunludurlar.’’ Sonra gözlerini kısıyor, bir an dalıyor. Yine tane tane, bilge tavrını bozmadan sürdürüyor konuşmasını. Bu arada bizim tavukların neden yumurtlamadığını anlamış gibi oluyordum. ‘‘Cumhuriyet devrinde Ankara Tavukçuluk Enstitüsü’nde diğer cinsler terkedilmiş, memlekettin yumurtlayıcı tavuğu olmak üzere Legorn cinsi kabul edilmiş. İtalyanlığını terk ederek Türk köylüsünün tavuğu olmuştur. Yani anlayacağın ilk bilimsel çalışmalar Atatürk’ün emriyle başlamış. Bu tavuklarım kanada cinsli. Ankara’dan getiriyorum. Tavukçuluk ve araştırma merkezinden. Yılda bir Beylikdüzü’nde fuar oluyor. Katılıp yeni bilgiler kazanıyoruz. Bu alanda birçok kitap ve dergiler var, düzenli takip ediyorum.’’ Yeni bir dünya keşfetmiştim. O yine elinde su bidonları taşıyor. Yumurtalarını isteyenlere veriyor. Gözlüyordum, Tarabya’dan, Kireçburnu’ndan yumurta almaya geliyorlar. Bir de evinin yanındaki kendi arsasının üzerinde de yüzlerce tavuğu var. İşte Ali Ağabey çığırtkanlık yapıyor : ‘‘Günde dört yumurta yiyiyorum. Kolesterol sıfır. Yumurtalarımız stressizdir. Ova manzaralı mı istiyorsunuz, kara manzaralı mı!’’ O da, sessizce işine devam ediyor, ben evimde yaptığım ıspanağın kalan köklerini bahçenin yanından geçerken atıveriyorum. Tavukların saldırmasını, ıspanağın köklerini sallaya sallaya gıdıklamalarını büyük bir zevkle izliyorum. Meğer mahalleli de ekmek ve bitki lapalarını, artıklarını torbanın içine koyup kara yemişin dallarına asarlarmış. Emirgân’da Çınaraltı’nda mis gibi çayınızı için. Vapur iskelesinin karşısındaki tarihi kapıyı bulun. O sizi güler yüzüyle yumurtalarıyla beklemektedir. Her gün yeni bir mucizesi ortaya çıkan bu sımsıcak yumurtaları çocuklarınıza armağan edin...
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle