18 Mayıs 2024 Cumartesi English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

6 29 TEMMUZ 2006 CUMARTESİ Osmanlı’yla hesaplaşmak Yaygın olarak karşılaştığımız söylemlerden biri de ‘‘tarihimizle barışmamız’’ gerektiğidir. Bu söylemin benim gibi tarihe soldan bakanlara karşı söylendiği düşünülmesin. Çünkü bu yaklaşımın muhatabı doğrudan doğruya cumhuriyetin kurucu iradesidir. Kuşkusuz kim söylemiş olursa olsun bir yargı yanlış ise elbette ki değiştirilmesi gerek. Bu anlamda Cumhuriyetin kurucu iradesinin Osmanlı’ya karşı reddiyeci bir tavır takınmış olması, bu yaklaşımın doğru hele ki tartışılmaz olması için yeterli değil. Her söylemin, söylenirken veya sonra, açığa çıkacak yanlışları olabilir ve dolayısıyla yanlış veya zamanla aşılan yaklaşımların sorgulanıp değiştirilmesinden doğal bir şey olamaz. Üstelik böyle bir yaklaşım bilimi yegane yol gösterici görenler, bilimsel etiğe sahip olanlar açısından daha da kaçınılmaz. Ancak ‘‘tarihimizle barışmak’’ adı altında bize dayatılan fikrin, gerçekte mevcut durumdan bile geriye gitmek anlamı taşıdığını özellikle belirtmek gerek. Öncelikle yinelenmeli ki, resmi tarih yazıcılığına hakim olan Osmanlıcılık’tan bize yansıyan Osmanlı tarihi, halkın değil hanedanın tarihidir. Hanedan güzellemesi temelinde yazılan bu tarihlerin ana misyonu da cumhuriyet kuşaklarını modern değerlere karşı kötürümleştirmekti. Bu tarih eğitimi sayesinde cumhuriyet kuşakları halkın egemenliği yerine monarşinin egemenliğini meşru gören bir bilinç çarpılmasına uğratılıyordu. Bu eğitim sayesinde dünyevi bir yönetim tarzı yerine teokratik bir yönetim tarzını, yurtta ve dünyada barışı kutsamak yerine fetihçiliği, demokratik değerleri içselleştirmek yerine despotizmi ‘‘hikmeti hükümet’’ gereği meşru gören kuşaklar yetişiyordu. Tabii bu yaklaşımda masum, doğal bir yanılgının yansıması ile karşı karşıya olduğumuz düşünülmesin. Tarih yazımında ‘‘tarihimizle barışmak’’ adı altında geliştirilen bu değişim gerçekte düzenin bir dönem önüne koyduğu değerlere yabancılaşmanın kaçınılmaz sonucuydu. Çünkü düzenin faşizan yönetimler ve Soğuk Savaş politikalarına angaje olarak gerçekleşen restorasyonu, toplumsal düzeyde Osmanlı öykünmesiyle tahkim edilmek zorundaydı. Örneğin toprak reformunu yapma iradesini kaybetmiş bir egemenliğin, toplumsal kontrol için Osmanlı güzellemeleri üretmesi zorunluydu. Özetle yüzünü geleceğe dikemeyenlerin geçmişe yönelmeleri, geçmişinde övüneceği bilimsel başarısı olmayanların da güce dayalı geçmişten tatmin malzemeleri üretmesi kaçınılmazdı. Üstelik geçmiş diye övünç vesilesi yapılan halkın hak mücadeleleri değil, tam tersine ‘‘halkın esareti’’ üzerinden egemenlerin bastırıcı ve fethedici iradesi olmaktaydı. Tarihsel övünç ve bilinci halkın çıkarları ve çağdaş değerler temelinde şekillendirecek bir aklın yitirilmesi, halkın kendini ezen egemenlere öykünür hale gelmesini de kaçınılmaz kılıyor. rih Ta e ç ERDOĞAN AYDIN HALKIN HUZURUNDA UTANÇLA DURMAK Bu noktada tekrar tekrar anımsatma gereği duyduğum şey, Osmanlı’nın yıkıntıları üzerinden ve savaşla kurulan Cumhuriyetin, Osmanlı karşıtı bir nitelik sergilediği gerçeğidir. Nitekim Mustafa Kemal’in, 1 Mart 1922’de Meclisi açış konuşmasında, ‘‘...Türkiye’nin hakiki sahibi ve efendisi, hakiki üretici olan köylüdür (halktır)’’ şeklindeki bilinen ifadesini gerekçelendirirken söyledikleri gerçekten de çok çarpıcı: ‘‘Efendiler, diyebilirim ki bugünkü felaket ve sefaletin tek nedeni bu hakikatin gafili bulunmuş olmamızdır. Gerçekten, yedi asırdan beri cihanın muhtelif yanlarına sevk ederek kanlarını akıttığımız, kemiklerini (yabancı) topraklarda bıraktığımız ve yedi asırdan beri emeklerini ellerinden alıp israf eylediğimiz ve buna karşılık daima tahkir ettiğimiz ve aşağıladığımız ve bunca fedakarlığına ve iyiliğine karşı nankörlük, küstahlık ve cebbarlıkla uşak derecesine indirmek istediğimiz bu gerçek sahibin huzurunda utançla ve saygıyla gerçek durumumuzu alalım.’’ Osmanlının halk karşısındaki gerçek konumunu çok özlü bir şekilde anlatan bu satırlar, izlenen pratikten ve sonraki dönemden farklı olarak kuruluş dönemindeki Cumhuriyet’in Osmanlı’yı nasıl gördüğünü ortaya koyacaktı. M. Kemal için ‘‘Osmanlı tarihi, baştan nihayetine kadar hakanların, padişahların, şahısların, en nihayetinde zümrelerin hal ve hareketlerini kaydeden bir destandan başka bir şey değildir. Mazinin, asırların elimize tarih diye uzattığı kitabın mahiyeti bundan ibarettir.’’ Bu ifade özellikle doğru olduğu için anımsatılmalıdır, çünkü vakanüvis geleneğinden bize yansıyan Osmanlı tarih yazımının karakteri buydu ve ne yazık ki sonraki Osmanlıcı yazım da bunu sürdürecekti. M. Kemal, yine bir başka sefer, Fatih, Yavuz ve Kanuni’nin fetih seferlerini anlattıktan sonra; ‘‘Bu azametli padişahlar, takip ettikleri harici siyasette kendi emelleri, hırsları ve arzularına dayanmışlardır. (...) Osmanlı hakanları, asıl olan noktayı unuttular. Hissiyatları ve emelleri üzerine bütün harekat ve işleri bina ettiler. (...) Bu tacidarlar milleti böyle diyar diyar dolaştırmakla, onları kendi yurtlarını düşünmeye müsaade etmemekle de yetinmiyorlardı. (...) Şahsi saltanatta her hususta tacidarların arzusu, iradesi ve emeli hakimdi. Mevzubahis olan yalnız odur. Milletin arzuları, emelleri, ihtiyaçları mevzubahis olmaktan çok uzaktır’’ diyecekti. Bu görüşün, sonraki dönemde Cumhuriyetin baştacı ettiği Türkİslam Sentezcilerini rahatsız ettiğini söylemek gereksiz. Nitekim, Türkİslamcıların en önemli isimlerinden Osman Turan, ajitatif cümleleriyle, tam da bu yaklaşıma kendi yanıtını geliştiriyor: ‘‘Osmanlı, cihat ve ‘nizamı alem’ davasını anlayamayan ve taassuptan kurtulamayanlara, hala bu cihanşümul devleti ve nizamını barbarlık sayanlara rastlanmaktadır. Fakat asıl garibi bu iftiraların Türk aydın ve siyasileri arasında revaç bulmasıdır. Gerçekten kültür ve mefkure kaynaklarının kurutulması neticesinde milli ruh ve şuurdan mahrum cüceler, yücelere saldırmaya yeltenmiş, en muhteşem tarihe ve ecdada karşı nankörlük ve terbiyesizlikler mübah sayılmıştır. Çok çeşitli isnat ve propagandaların başlıcasını, tarih ve medeniyetimizin inkarı, Osmanlı devrinin kan, ateş ve tahripten ibaret olduğu ve ulu hakanların kendi keyifleri ve cihangirlik ihtirasları uğrunda Türk milletini, asırlarca, diyar diyar koşturup harcaması iddiaları teşkil eder’’ (Tarihi Akışı İçinde Din ve Medeniyet, s.135). ‘‘Nizamı alem davasını anlayamayan’’, ‘‘milli ruh ve şuurdan mahrum cüceler’’, ‘‘tarih ve medeniyetimizin inkarı’’ gibi ifadelerle yansıyan bu ajitatif düzlemden gerçeklere indiğimizde Osmanlının 600 yıllık macerası, yine M. Kemal’e ait şu cümlelerde ifadesini bulmaktadır: ‘‘Efendiler kılınçla fütuhat yapanlar, sabanla fütuhat yapanlara binnetice terki mevki etmeye mahkumdur’’; takiben ‘‘uzun seferlerde fütuhat meydanlarında’’ dolaştırılan ‘‘Unsuru asli’’, ‘‘fütuhat meydanlarında kılıç sallamaktan kendi hayatlarıyla uğraşmak fırsatını elde edememişler’’dir. OSMANLICILIĞIN ANLAMI Bugün bizi Osmanlı’yla özdeşleştirmek isteyenler açısından, Cumhuriyetin bu ilk dönem Osmanlı karşıtı tavrı bir ‘‘sapma’’ olarak nitelendiriliyor ve bunu ‘‘açıklamaya’’ yönelik mazeretler üretiliyor. ‘‘Kendini halk nezdinde meşrulaştırabilmek için Osmanlı’ya karşı bir söylem geliştirmek zorundaydı’’ deniliyor. Madem ki artık Cumhuriyet sağlamlaşmış, halkla bütünleşmiştir, artık ‘‘tarihimizle’’ de bütünleşmenin önünde engel kalmamıştır. Üstelik de bu zorunluluktur deniliyor. Bu yaklaşım öncelikle bugün bizi Osmanlılaştırmaya çalışanların gerçek niyetini ortaya koyuyor. ‘‘Büyük Osmanlı’’ tarihindeki Cumhuriyet ‘‘kesintisinin’’, bir ‘‘aşırılık’’ olduğu ve artık aşılması gerektiği empoze ediliyor. Kuşkusuz ileriye doğru, yani demokratik, laik, sosyal hukuk devletinin söylemden gerçeğe dönüştürülmesi anlamında Cumhuriyetin yeniden yapılandırılması zorunlu. Ama Osmanlıcılıkla yapılan şey bu değil, tam tersine mevcut durumun bile içinin biraz daha boşaltılmasıdır. Oysa yapılması gereken, hilafete karşı laiklik, monarşiye karşı cumhuriyet, tebaalığa karşı vatandaşlık amacıyla yola koyulan, bu anlamda önemli bir burjuva demokratik devrim atılımı olan Cumhuriyetin bu çok olumlu kazanımlarının, demokrasiye doğru geliştirilmesidir. Bunun için de toplum genelinde doğru, yüzünü geleceğe diken, geçmişin her türden hak ihlalleriyle arasına mesafe koyan bir tarih bilincine gereksinim var. Çünkü Duverger’in de çözümlemesiyle, toplumların geçmişlerini algılayıp yorumlamaları ile varmak istedikleri hedefler arasında doğrudan bağ bulunmaktadır. Bu bağlamda nereden nereye geldiğimizi de göstermesi açısından özellikle yinelemeliyim ki, Cumhuriyetin kurucularının Osmanlı’ya bakışı, bugünkünden köklü bir farklılık sergiliyordu. Cumhuriyetin ilk dönemindeki Osmanlı karşıtı bu tavrın, gözünü geleceğe dikmiş olması, umutlarını geçmişten değil gelecekten alması, bu bağlamda geçmişiyle bağlarını koparmaya çalışması gibi çok temel bir anlamı var. Dahası, Cumhuriyet kuran bir önderliğin monarşiyle hesaplaşması, laikliği kurmaya çalışan bir önderliğin teokrasiyle hesaplaşması, modernleşmeyi hedefleyen bir yönetimin gelenekle hesaplaşması eşyanın doğası gereğiydi. Aksi taktirde söz konusu yönelimlerin akamete uğraması, hatta gündeme bile gelememesi kaçınılmazdı. Bu bağlamda bizi Osmanlı karşısında secdeye yatırmaya çalışan anlayışın ruhundaki gericiliğe özellikle işaret etmek gerek. Kuşkusuz bu ruhu bileşenlerine ayırdığımızda birbirinden çok farklı perspektiflerle karşılaşıyoruz. Ancak bu farklılıkların yine günümüzde çok ciddi bir sorun olan ortak bir paydası var ki, bu da hak ve özgürlükler karşısında otoritenin kutsanmasıdır. Karmaşık duygular Yaza özel karma Türkiye’den ve yurtdışından 27 sanatçının çalışmalarından oluşan ‘‘Yaz Karması’’ sergi Galeri A’da görülebilir. Sergide Meliha Babalık, Berna Bermek, Cumhur Dursun, Arzu Efe ve Gülsün Erbil’in yapıtları yer alıyor. Sergi aynı zamanda kuşakları ve tarzları da buluşturuyor. Sergide, Oktay Anılanmert, Ayten Yetiş’in yanı sıra Yiğit Yazıcı, Yasemin Aslan Bakiri gibi genç isimler de yapıtlarıyla yer alıyor. Sergi, 26 Ağustos’a kadar izlenebilir. (0 212 236 77 00) S oznurogras?gmail.com ergi Minyatür meraklıları Galeri Gart’a... ‘Tabiatı konuşturuyorum’ diyen Müşfika Kocabay resimlerini, geleneksel minyatür tekniği ve kurallarına sadık kalarak fakat yeni bir anlayışla yorumluyor. Sanatçı 1932 Seul doğumlu. İlk kişisel sergisini 1963’te İstanbul Şehir Galerisi’nde, ‘İkinci Bahar’ adlı son sergisini 2001’de Büyükada Kültür Merkezinde açtı. Sanatçı, başta İstanbul olmak üzere 11 kentte 40’i aşan karma sergiye katıldı. Kocabay, özgün minyatürlerinde, özellikle doğanın ve yurdun güzelliklerini, çeşitli bitkilerin ayrıntılarını öne çıkararak resmediyor. Sergi hergün saat 11.0022.00 arasında görülebilir. (0 212 296 08 76) Maltepe Sanat Merkezi, ‘‘Karmaşık/2006’’ ile izleyicilerin karşısında. 27 Haziran’da açılan sergi, 20 Ağustos’a kadar gezilebilir. ‘‘Karmaşık/2006’’da Selahattin Aydın, Beyza Boynudelik, Altan Çelem, Yüksel Diyaroğlu, Saim Erken, Zafer Erkan, Selçuk Fergökçe, Memet Güreli, Bayram Gümüş, Murat İrtem, Özgür Korkmazgil, Salih Keleş, Mustafa Özel, Günal Salt, Murat Tolga ve Özgür Yener’den oluşan 16 ressamın doğainsankent üzerine odaklanan resimleri yer alıyor. (0 216 441 91 98) Topraktan Sonsuzluğa Yapı Kredi Vedat Nedim Tör Müzesi, Topraktan Sonsuzluğa Çatalhöyük sergisine ev sahipliği yapıyor. Büyüklüğü ve içerdiği yoğun yapılaşma nedeniyle ortaya çıktığı ilk günlerden bu yana dünya arkeoloji çevrelerinin ilgi odağı olan Çatalhöyük, ilk defa Türkiye’de kapsamlı bir sergiye konu oluyor. Günümüzden yaklaşık 9000 yıl önce, belirli bir şehircilik düzeninde hiç savaşmadan yaşayan Neolitik Çağ insanlarını konu alan sergide birbirinden ilginç 288 eser yer alıyor. Sergi 20 Ağustos’a kadar açık. HAFTA SONU 06 K eaydin?cumhuriyet.com.tr
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle