19 Kasım 2024 Salı English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

24 HAZİRAN 2006 CUMARTESİ 7 Sinan Çetin, meslektaşlarına ve yeni telif yasasına acımasız eleştiriler yöneltirken özeleştiri de yapıyor Yönetmenlerin derdi GAMZE AKDEMİR Sinemaya ilk başlayan hatta daha da öncelere giderek 1718 yaşlarında fotoğraf makinesini eline ilk alan gencin dünyasından başladık söze. İlk fotoğraf makinesini, ilk kamerasını, ailesini anlattı bizlere Sinan Çetin. 40 kutu negatifle Çiçek Abbas’ı çeken, 22 yaşındayken ilk asistanlığını Zeki Ökten’in ‘‘Hanzo’’ filminde yapan fotoğraf ve sinema tutkunu genci anlattı. Ve yıllar sonrasında kurduğu yapımcılık şirketiyle ve filmleriyle büyüyen Sinan Çetin’i. Her şeyin nasıl değiştiğinden, teknolojinin sıçramalarından, mahçup seyirci profilinin kımıl kımıl özgüvenli bir seyirciye nasıl dönüştüğünden bahsetti. Ardından gelecek projelerini ve o can yakan sinema ve telif konusunu sorduk. Kendi deyimiyle ‘‘dükkanı’’nda yani kurucusu ve sahibi olduğu Cihangir’deki Plato Film’de keyifli bir söyleşi yaptık. Gençliğinizden bahseder misiniz? Asistanlık Fotoğraf ve sinemaya ilk ilgi duyduğunuz dönemler.. ‘‘1718 yaşında fotoğraf makineme film takıp annemin resmini çektiğim ve onu karanlık odada bastığım gün aklım başımdan gitmişti. Resmi çekip basıyordum yani resim oluşuyordu, olağanüstü bir şeydi benim için. İşte o zamanki cümlesizlik teknoloji, karanlık oda süreci.. Filmi böyle bayağı elinde çalkalayarak banyo ediyorsun, kuruması için asıyorsun sonra agrandizöre takıyorsun, agrandizörden pozu ekspoze ediyorsun, parmağınla karanlık yerleri biraz aydınlatıyorsun, ona göre kontrast kart seçiyorsun, tek tek basıp kesiyorsun derken onca işlemin içinde bir karanlık oda serüveni yaşadım ben üç yıl. Yani çıkmadım diyebilirim fotoğraf basmaktan. O kadar sevmiştim ki yakın zaman sonrasında bayağı ilerlettim işi. Desenler bile çizdim. Neyse o dönemin toplumsal olaylarını, mitingleri çekmeye başladım.’’ Kendiniz için mi çekiyordunuz yoksa gazetelere mi veriyordunuz? ‘‘İkisi de. Mesela çektiğim fotoğrafların değerlendirildiği alanlar sendika gazeteleri ve sergi salonlarıydı. O konuda şanslıydım diyebilirim çünkü sıkı bir fotoğraf dünyası vardı. Şimdi düşünüyorum da bayağı elit bir tabakaymışız. Çünkü Onat Kutlar gelirdi, Gültekin Çizgen gelirdi, Fikret Otyam gelirdi, fotoğraf üzerine bolca konuşulurdu. Fotoğraf dünyası diye bir şey vardı o dönemler, herhalde hala da vardır. Bu arada o dönemlerde AFSAD diye bir dernek kurmuştum ki o dernek hala yaşıyor.’’ İLK ARABAYI ALDIRAN FORMÜL Çanakkale’yi film yapacağım Bu karanlık oda yıllarını biraz daha anlatır mısınız? Desenler demiştiniz.. ‘‘Ankara Sanat Tiyatrosu’nda Gorki’nin ‘‘Ana’’ adlı yapıtı sahneleniyordu, çok etkilenmiştim. Bir gece delirip resmetmeye karar verdim ve yaptığım resimleri duvara asıp bir sergi açtım. Rutkay Aziz hala o desenlerden birkaçını sakladığını söyler. Daha öncesinde Hacettepe Üniversitesi Sanat Tarihi bölümünde okurken zengin kızların fotoğraflarını çekerdim. Kızlar kendilerini çok güzel görünce fotoğraflarına aşık olurlardı ben de mesela bir liraya çektiğim fotoğrafı onlara 10 liraya satardım. Almazlarsa yırtardım aman yırtma derlerdi bu sefer de 20 liraya satardım. Bunun değeri 1 lira sen neden 20 liraya satıyorsun derlerdi ben de ukala ukala Picasso’nun bir eseri 500 bin dolardan başlıyorsa benimki neden 20 lira olmasın derdim. Çok iyi para kazanmıştım, öyle ki kendime bir Wolswagen bir araba bile almıştım. Çünkü kendi fotoğraflarına aşık insanları keşfettim. O yıllarda duvarlarında benim çektiğim fotoğrafları olan geniş bir kitle olması lazım.’’ İlk fotoğraf makinenizi kim aldı? ‘‘Cemil abim.’’ Markası neydi? ‘‘Pentax Spotmatic.’’ Ya ilk kameranız? ‘‘.....’’ İlk izlediğiniz ve en etkilendiğiniz film? ‘‘İlk izlediğim filmi hatırlamıyorum ama en etkilendiğim film Michaelangelo Antonioni’nin ‘‘Blow Up’’ıdır.’’ Neden? ‘‘Açıklamam çok zor ama filmi izledikten sonra kendimi bir başkası olarak gördüm diyebilirim. Bir film izledim hayatım değişti derler ya öyle bir duyguydu. Ankara’da Büyük Sinema’nın kapısında yarım saat öylece durdum. Yıllar sonra Kürşat Başar’la filmi alıp seyrettik pek de beğenmedik, filmin yapısı zayıftı falan. Ama yine de benim için özel bir anlamı vardı, beni bir fotoğrafçının dünyasına götürmüştü. Kendini arayan, hayatın anlamını arayan bir fotoğrafçının bir parkta cinayete tanık olmasını anlatıyordu. Bütün gençler gibi arayış içindeydim o nedenle sanırım.’’ n’ı yakışıklı ve Çetin, Teoma surat olarak ir muhteşem b lıyor. tanım Seyirci konusunda düşünceleriniz neler? Artık DVD, VCD falan derken zor ikna olan, kımıl kımıl bir seyirci söz konusu. Hepsi birer eleştirmen adeta. Böyle bir seyirciye film çekmek zor mu? ‘‘Zor ama şikayetçi değilim. Yönetmenlerin seyirci şikayeti bence dünyanın en saçma eylemidir. Biz film yapmakla görevliyiz, seyirciyi imal edemeyiz ki. Seyirci değişiyor evet dünya değişiyor biz değişiyoruz falan. Seyircimizi etkileyebiliriz, seyircimize bir şeyler söyleyebiliriz ama seyircimizin kim olacağına karar veremeyiz. Her filmin bir başka seyircisi var. Sonuçta seyirciden şikayet edilemez, seyirciye karşı mücadele edilemez.’’ Elbette ama göz önünde bulundurulur. ‘‘Ben o konuda tek bir kanuna inanıyorum o da şudur; hiçbir iyi film seyircisiz kalmaz. Bunun başka bir kuralı yok eğer film iyiyse mutlaka ama mutlaka seyirci ona gider, onu tercih eder.’’ Peki Türk yönetmenlerin derdi ne bu noktada? ‘‘Cümlesizlik. Birçoğunun en büyük ? eksiği bu bence. Türk yönetmenlerin büyük bir kısmıyla arkadaşlık yapıyorum, ne anlatmak istediklerini anlamaya çalışıyorum. Yönetmenlerimizin tutkuyla, ısrarla, öfkeyle, kafayı takarak anlatmaya çalıştıkları cümleler olması lazım. Ve bu cümleleri de beyinlerinde, enselerinin arkasında saklayıp görsel bir ustalıkla bize anlatmaları lazım. Meselesi olmayan yönetmen olamaz. Çoğu ne yapıyor? Anlatmıyor, cümle kurmuyor, adeta sadece bilgi veriyor. Seyirci bilgiden nefret eder, bize bilgi veren sinemacıyı sevmeyiz. Bu arada ‘benim dünyayla bir meselem yok’ diyenler de var ki bu da bir meseledir. Bir kere seyircinin sosyal hafızasında hangi yaraya, hangi ızdıraba, hangi neşeye, hangi gülümsemeye dokunacağını bilmesi lazım yönetmenin yoksa yanına bile yaklaşamaz. Kalp yarası yapamaz, hüzün veya duygu veya akıl üretemez.’’ Gelelim oyunculuk performansınıza. Alınmayın ama iyi yönetmenlerin kötü oyuncu oldukları söylenir. Rol aldığınız filmlerde oldu işte Propaganda, Şans Kapıyı Çalınca gibi Kendinizi nasıl buldunuz? ‘‘Fena oynamıyorum galiba. Bir kere Şans Kapıyı Çalınca’da ve Propaganda’da çok iyiydim. Roberts Movie’de Aslı Altan’ın sevgilisiydim, Gökyüzünde de bir yönetmeni canlandırdım, Mumya Firarda da MİT ajanıydım. Banka’da restoran sahibiydim. Kötü değildim en azından.’’ Yeni bir projeniz var mı? ‘‘Çanakkale Savaşı’nı çekmeyi planlıyorum. Bunun ile ilgili bayağı bir kafa yordum, yaklaşık 10 yıldır üzerinde düşündüğüm bir projedir. Çanakkale’nin birçok insanlık durumu içerdiğini gördüm. İçine daldıkça da savaşın anlamsızlığını, insanoğlunun aslında savaşırken bile bir dostluk yaşabildiğini, kardeşliğin arkadaşlığın insani yardımlaşmanın fedakarlığın en güzel örneklerinin yaşandığı dünya çapında küçücük hikayelerle dolu bir olay olduğunu gördüm. Bunun savaş sonrasında olduğu kadar savaş anında da yaşandığını gördüm. Çok çok büyük hikayeler var orada şimdilik o hikayeleri toplamakla meşgülüm.’’ Gelelim sinema ve telif konusuna ve yasanın çıkmasına. Yapımcı olarak bu konu size nasıl etkiliyor anlatır mısınız? SOKAKTAKİ İNSAN YORUYOR Sokaktan birini alır reklamda oynatırım dediniz ve yaptınız. Oyunculukla ilgileri olmayan kişilerin yarattığı özgün tiplemeler çok konuşuldu. Bu iddiayı anlatır mısınız? ‘‘Bu iddia değil realite, kendi kendine olan bir şey. Bin tane reklam filmi çekince bin tane aktör nerden bulacaksın. Aslında bu konuda fikrim değişti. Artık ben sadece çekeyim aktörlerde oynasın istiyorum çünkü çok yorucu olmaya başladı. Sokaktaki insanları oynatmak çok zor. O nedenle aktörlerin performansına eskisi kadar karşı değilim.’’ Pişman mı oldunuz? ‘‘Pişmanlık değil de çok sıkıldım. Kardeşim A diyeceksin, kameranın şurasına bakacaksın, şurada tam şöyle benim yaptığımı yapacaksın, üzücü bir şey düşün yok annen öldü, yok baban öldü, yok kafana taş düştü falan tam gaz performans, çok yorucu. Aktör performansı çok daha rahatlatıcı. Eskiden öyle düşünmüyordum, enerjim vardı sokaktaki tahtaları, odunları bile oynatma eğilimindeydim. Şimdi ise artık aktörler ya da aktör olmasalar bile en azından aktörlüğü seven, yatkın olan yüzler arıyorum.’’ ‘‘Bu konuda öfkeliyim. Telif konusunda saçmasapan bir şey yapılıyor bir kere. Filmlerin sahipleri yönetmenler, müzisyenler ve senaristler olarak geçiyor. Ben yapımcı olarak para verip bu filmleri satın alamıyorsam yapımcı olmak istemem ki. Sen bir şey yazıyorsun ben diyorum ki al sana 10 lira bu eseri bana sat. Şimdi bu aptal kanun ise diyor ki hayır 10 lirayı verdin ama alamadın bu filmi. E ne peki, niye verdim 10 lirayı? Alamadın işte kardeşim DVD çıkartırken bir daha ödeyeceksin, yok televizyonda yayınlanırken bir daha ödeyeceksin. Bu kanun Fransa’dan çıktı ki bütün kötü fikirler Fransa’dan çıkar. Bu kötü fikirlerden bir tanesi de sanatçıyı paradan üstün görmesi fakat para için çalışan, çalışmak zorunda olan bir sanatçıyı parasını alamadığı bir sisteme mahkum etmesi. Yönetmenler, müzisyenler ve senaristleri koruduklarını sanıyorlar oysa en büyük zararı veriyorlar. Sanat satın alınabilmelidir, sanat satın alınamaz diye lanet bir cümle üzerine kurulu bu kanun. Herşey para değildir geyiğinden bıktım usandım. Şu anda Show TV bir sürü filmi geri vermek zorunda kaldı bu saçma kanun yüzünden neymiş filmler satılamazmış.’’ Sanat satın alınabilmeli HAFTA SONU 07 CMYK
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle