Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
12 24 HAZİRAN 2006 CUMARTESİ Komiklik / I968 IŞIL ÖZGENTÜRK John Berger’i görmek için İrlanda’ya yaya olarak gitmeye karar vermiştim, Gitmedin ... Doğru gitmedim ama gitmeyi çok istedim. Şimdi bile gidermişim gibi geliyor. Hiçbir zaman gitmeyeceksin. Çünkü sen Herzog değilsin. Herzog bir piç biliyor musun? Bir yerlerde okumuştum,ƒ onu büyüten kadın hastalanmış, kadın Berlin’deymiş Herzog da o sıra Paris’teymiş. Hemen Paris’ten yaya olarak yola çıkmış. Eğer bu yürüyüşü bitirebilir, anacığına kavuşursa kadının iyileşeceğine inanıyormuş.Tam otuz altı gün yürümüş, analığı da iyileşmiş. Harika hikayeler uyduruyorsun... Hayır, bu gerçekten olmuş. Herzog’un Fitzgeraldo filmini görmedin mi, film kahramanının tek tutkusu Amazon ormanlarında yaşayan yerlilere Caruso dinletmektir. Parasını, işini bu uğurda harcar, filmin sonunda nehirde ilerleyen buharlı bir tekne görürüz, Caruso’nun sesi tekneden ormanın karanlıklarına doğru yayılır. Hay benim hayal tacirim, ellerin neden bu kadar yumuşak? Seni okşamak için... Gözlerin neden bu kadar parlak? Sana baktıkları için.. Peki memelerin neden böyle dik, yuvarlacık? Senin ellerin senin öpüşlerin için... Kadın güldü, sağ göğsünü erkeğe doğru uzattı. Erkek kadının sertleşmiş meme ucunu hafifçe ısırdı. Kadın, erkeğin kulağına fısıldadı, ‘‘sana benden başka biri teninin çok yumuşak olduğunu söyledi mi? Küçük bir çocuk teni gibi, öylesine pütürsüz, saf ’’ ‘‘Hayır,’’ dedi erkek, bunu ilk sen söylüyorsun.’’ Kadın, ‘‘doğrudur’’ dedi, ‘‘Hadi beni ensemden öp.’’ Saçların hep böyle kısa mıydı? Çoğu zaman, gençliğimde daha da kısaydı. Jean Seberg’in saçları gibi. On santim ya var ya yoktu. Çok da yakışırdı, sen Jean Seberg’i beğenir misin? O bir, Jeanne Moreau iki, onlar benim platonik aşklarımdır. Godard’ın Serseri Aşıklar’ında kadın, yani senin Jean Seberg sevgilisini polise ihbar eder ve birden döner seyirciye bakar, işte o andaki yüzünü unutamam. Sanki yaptığından ötürü seyirciden özür diler gibi, öyle bakar... Keşke yirmi yıl önce tanışsaydık, o zaman bana garanti aşık olurdun. Serseri... Godard’ın yerinde ben olsam aynı hikayeyi yirmi yıl sonra gene film yapardım ve eminim bu sefer kadın adamı ihbar etmezdi. Yine ederdi. Çünkü o bir kadın. Kadınlar hakkında pek iyi düşünceleriniz yok bayım. Bayan yanılıyorsunuz, ben kadınları severim. Bana sevgililerini anlatsana... Hayır, olmaz. Hadi anlat seni terkedenleri, aldatanları, senin terkettiklerini... Yapamam. Korkak, hala Joan Berger için İrlanda’ya gidebileceğini düşünüyor musun? Sen anlat... Hayır! İnsanoğlu ne garip, birden hiç olmayacak birini hatırladım. Yıllardır aklıma gelmemişti. Güzel bir Yahudi kızıydı. Paris’te aynı üniversitedeydik. O da sinema delisiydi, işimiz gücümüz okulun Videotheque’inde günde dört beş film izlemekti. Sonra onun evine gider, her planı saatlerce tartışırdık. İyi sevişir miydi? Hayır. Nasıl, neden? Korkuları vardı, tamam bu kadar yeter. Peki sonra ne oldu? Bir sabah kalktı, Katmandu’ya gideceğini söyledi ve gitti. Katmandu ha, bir zamanlar ne modaydı. Doğunun gizemi, kabak kafalı keşişler ve tabii esrar, marihuana... Sen hiç esrar içtin mi? İki kere. Birinde olduğum yerde uyumuşum, öbüründe de kustum. Nasıl hiçbir şey hissetmedin mi? Dedim ya, birinde uyumuşum, öbüründe de sabaha kadar kustum. Ben içtiğimde öyle olmadı. Bir deniz kıyısındaydım, saatlerce dans ettim sonra kıyıda oturdum, birden gecenin karanlığında denizin içindeki balıkları gördüm. Rengarenktiler, elimi uzatsam onları yakalayabilirdim sonra bir kocaman orfoz kayalıkların arasından usul usul çıktı, peşinde yavru orfozlar, yemin ediyorum tam beş yavru orfoz sanki pazar gezisine çıkmışlar, salına salına dolaşıyorlar. Demek beş yavru orfoz, tanrım bütün bunları nasıl uyduruyorsun? Gülme, tam beş yavru orfozdu. Sırtları gümüşe bulanmış gibi parıldıyordu. Gel buraya, yanıma, kokunu duymak istiyorum. Kadın yumuşak bir devinimle erkeğin üstüne çıktı, boylu boyunca uzandı. O zaman erkeğin kalp atışlarını duydu, bir süre tüm seslerden uzak o sesi dinledi. Sonra ürkütmekten korkarcasına usul usul erkeğin tüm bedenini öptü. Sakin, kararlı onu içine aldı. Bende çingenelik var, farkettin mi? Daha önce hiç çingene sevgilim olmadı, bir şey söyleyemem. Dedemin dedesi Romanya’dan Trakya’ya göç etmiş, üç karısı varmış, üçüncü karısını ırmakta çamaşır yıkarken görmüş, öyle konuşma, kızı isteme filan yok, o saat kızı atının terkisine almış, haydi dağlara. Dağlardaki balayı tam altı ay sürmüş, altıncı ayın sonunda köydeki kadınlar dedemin dedesine haberci göndermişler. ‘‘Ya gel karıların karılıklarını bilsin ya da adın boynuzluya çıkacak.’’ Dedemin dedesi o saat köye dönmüş. Öbür iki kadın üçüncüye karşı birleşik cephe kurmuşlar. Ama bu üçüncü kadın ballı denilen cinstenmiş, bakla falı, büyü filan derken üç kadın canciğer olmuşlar. Dedemin dedesini aralarında bir güzel bölüşmüşler. İşte bu kadının çingene olduğu söylenir, ben de hiç kuşkum yok ona çekmişim. Epey soylu bir geçmiş, sendeki çingene belirtileri ne? Güzel el falı bakarım. Ver elini, ver hadi...O... Uzun bir hayat çizgisi var. Hırs, başarı herşeyi isteyen haris bir el. Fakat o da ne, büyük bir hayal kırıklığı daha doğrusu bir ihanet! Çok yakın birinden, belki karın, belki bir iş arkadaşın, bu sana çok acı verecek. Tamam, tamam çingene olduğuna inandım, bırak elimi... O olaydan sonra ıssız, uzak bir köşeye çekilip ölümü bekleyeceksin. Bari nasıl bir sahil kasabası onu da söyle... Bu belli değil, sadece kurumuş otlar gözüküyor, terkedilmiş yıkık bir kent... Alçak, canımı sıkmak hoşuna gidiyor. Daha bitmedi, şimdi sıra efsanevi göbek dansında. Önce şu komodinin üstündeki örtüyü belimize bağlayalım, tamam çok güzel oldu. Bak şimdi, haydi bre kızım, yetmiş, seksen, doksan yüz! Karada yüz! Havada! Hop, yetmiş, seksen, doksan, hop... Seyretmekten yoruldum, otur, böyle göbek atmayı nereden öğrendin? 12 Mart darbesinden sonra, bir süre içerde Vazgeçmemek için çeşitli önlemler aldım. Bunu beni en çok seven insandan isteyeceğim. Bu zalim bir şey. Düşüncesi bile ürküntü veriyor. Bencilce! Hayır, hayır, düşünsene bunu benim için yapacak, beni sevdiği için. Trajediye bu kadar meraklı olduğunu bilmiyordum. Herkes biraz roman kahramanı olmayı sever. Bu isteğin ölçüsünü bilemezsin... Tam dört yıl geceler boyu sevdiğim herkesten uzak,sevdiğim dilden uzak, sevdiğim kadınlardan uzak o yaşlı hastaların başında bekledim. Çiş yaptırılırken nasıl utandıklarını gördüm, bir şey istediklerinde yüzlerinde öyle çaresiz bir ifade olurdu ki, bütün hekimlik yeminlerimi unutup, onları yaşamla ölüm arasındaki çizgide tutan bütün boruları çekmek isterdim. Bazen bu duygu bir kadın bedenini istemek kadar güçlü olurdu. O zaman dışarı fırlar, hastanenin bahçesindeki kamelyanın altına sığınırdım. Orada garip, beri çeken, sakinleştiren birşeyler vardı. Hiç yaptın mı? Meslek sırları anlatılmaz bunu sana öğretmediler mi? Hayır, ama benim işimin sırrı, sır keşfetmek. Resimlerimdeki sır farkında olmadan seyirciyi baştan çıkarır, kendi sırrına doğru yola çıkar. Her zaman açık mısın? Tam tersi çoğunluk bir tespihböceği gibi içime dönerim. Sen açıklık diyorsun, ben içtenlik. İçtenlik çok acı verir. Adeta acıyı davet eder. Yüzün hiç durmadan değişiyor. Bunu sana benden önce söyleyen oldu mu? PORTRE Gaziantep’te doğdu. Çocukluğu ve ilk gençliği bu kentte geçti. İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi’nde okudu. Üniversite yıllarında Devrim İçin Hareket Tiyatrosu’nda hem yazar, hem oyuncu olarak görev aldı. Daha sonra çocuk edebiyatı alanında çeşitli ürünler verdi. Ardından yetişkinler için yazmaya başladı. Uzun yıllar Cumhuriyet gazetesinde röportajlar yaptı. Flim senaryoları ve oyunlar yazdı. ‘‘Seni Seviyorum Rosa’’ filminin senaryosunu yazdı ve yönetti. Filim ulusal festivallerde pek çok ödül kazandı ve yurtdışında çeşitli festivallerde Türkiye’yi temsil etti. Çeşitli radyolarda sohbet ve eğitim programları da yapmakta olan Özgentürk sekiz yıldan bu yana Cumhuriyet gazetesinde de sürekli olarak köşe yazıları yazmaktadır. Özgentürk ayrıca altı yıldır ‘‘Herkes Film Yapabilir’’ başlığı altında, Kadıköy Belediyesi Aile Danışma Merkezleri bünyesinde bir kısa film atölyesi yönetmektedir. kendini at. Böylece bütün sorular biter. Orada işte, açık... Benimle dalga geçmeyi bırak. Seninle dalga geçmiyorum, seni sevmeye çalışıyorum. Beni sevme, bir süre sonra çok sıkıcı bir insan olurum. Buna ben karar versem. Dur, olduğun yerde dur, şu anda yüzünde öyle yumuşak bir ışık var ki. Saçların gümüş gibi parlıyor... ‘‘Ana gümüşten olmak istiyorum, oğul çok üşürsün sonra, ana sudan olmak istiyorum,oğul çok üşürsün sonra, ana işle beni yastığına, olur oğul hemen!’’ Yaşasın şiir cumhuriyeti, yaşasın Lorca! Susadım. Bir dakika mini barda bir şişe su olacak. İşte tamam, kimbilir kaç paradır bu. Sence kaç paradır? Bilemem, bakkal fiyatının üç dört katı olmalı. Hayır net bir rakam söyle. Bakkaldaki fiyatı bile bilmiyorum. Bir şey söyle bahis tutuşalım. Üç yüz tamam mı? Bence ikiyüz elli, nesine? Sen söyle fikir senin. Bir Ara Güler kitabına. Tamam mı? Tamam. Evet, listeye bakıyoruz, hey ben kazandım, ikiyüz elli. Kabul etmiyorum daha önce baktın sen. Hayır bakmadım. Hayır bence baktın. Evet baktım. Böylece kimse kazanamadı. Ben kitabımı kendim alırım, çoktandır kendime hediye almadım. Kimseler sana hediye almıyor mu? Almıyor, yetimim ben. Canım. Kadın gözlerini kocaman açarak erkeğe baktı. Erkeğin yüzündeki şefkat duygusundan ürperdi. Gözlerini kapatıp adamın yanına usulca kaydı. Onun şefkatli ellerinin okşamasını daha iyi hissetmek için gözlerini hiç açmadı. Bildiği bütün renkler silindi. Sadece deli bir kırmızı kaldı. Kırmızılık içinde yitip gitti. Erkek onun kulağına fısıldadı. ‘‘seni seviyorum.’’ Ya senden gebe kalırsam... Harika olur ama şartım var, kız olacak. Neden kız? Çünkü benim bir oğlum var. Üç yıl önce tatildeydim,aynı motelde kaldığım bir kadını çok kıskandım. Benim yaşımda, bir gün motelin önündeki kumsalda sırtüstü yatıyor, bir yanında kızı, öbür yanında oğlu, kızla oğlan arasında iki yaş fark ya var, ya yok. Üçü birlikte gökyüzünü seyredip konuşuyorlar. Çevrelerine müthiş bir mutluluk duygusu yayıyorlar. O gün bakamam diye aldırdığım çocuklar için derin bir acı duydum. Pişmanlık gibi bir şey. Sen gerçekten korunmuyor musun? Endişe etme, gebe kalma yeteneğim iyice geriledi. Gerçek yaşlılık boynun kırışması, karnın sarkması, yüzündeki tüylerin artması değil, bir kadın için gerçek yaşlılık doğurma yeteneğinin bitmesi. Biraz abartmıyor musun? Hayır, en azından kendim için abarttığımı sanmıyorum. Bir gün birden sona yaklaştığını kavrıyorsun. Sıradan bir gün, hiç nedensiz, kendini ‘‘Artık hiçbir zaman doğuramam’’ derken yakalıyorsun. Çok kadınca bir duygu, pek anladığım söylenemez. Evet, kadınca bir duygu, çünkü çok kadınca bir varoluş nedenin bitiyor. Canını sıkma, o kadar da önemli değil. Canımı sıkmıyorum, sadece konuşuyorum işte, ah kimselerin vakti yok, durup ince şeyleri düşünmeye, ah kimselerin vakti yok... Gülten Akın’dan, benim kuşağımın kadınları biz bu dizelerle büyüdük. Bazı şeyleri hala anlayamamam bu nedenledir. Hey bana dön. Yüzüme bak. Ne görüyorsun? Görmek istediğim şeyi. O ne? Güven, en çok güven, en çok görmek istediğim bu. Erkek kadını yumuşacık kavradı.‘‘Hadi,biraz uyu,’’ dedi.‘‘Gün neredeyse aydınlanacak, sabahleyin bu oteli terketmek zorundayız.’’ Kadın ‘‘evet,’’ dedi. ‘‘Gece bitti hayat devam ediyor...’’ Birlikte sıcak, yumuşak bir uykuya daldılar. ü yk Ö çingenelerle birlikte yattım. Öğrenmek için az uğraşmadım. Böylece darbe bir işe yaramış oldu. Şimdi hiçbir iş yapamazsam panayırlarda dansözlük yaparım,üç beş kuruş para veren olur. Sen 12 Mart’ta yurtdışındaydın, öyle değil mi? Doktora için gitmiştim, darbe olunca uzattım. Sözünü kestim, göbek atma deyip geçme, bu oyunun bir yığın kuralı var. Göbek atılırken kalçalarda hiçbir hareketin olmaması gerekiyor. Asla. Herşey göbekte bitiyor, kalça oynadı mı, bu çevredekilere gönderilmiş bir çağrı kabul ediliyor. O zaman oynayan kızı ağabeyi, babası, sevgilisi artık kim olursa oracıkta bıçaklıyor. Tabanca filan yok, doğrudan kalbe bir bıçak. İş tamam. Kimse de ne oldu diye sormuyor, bu işin raconu bu. Yurtdışında kaç yıl kaldın? Dört yıl. Dur bakım, yani tam bindörtyüzaltmış gün. Uzun, zor oldu mu? Cumartesi pazarları çıkarman gerek. Çünkü her cumartesi pazar ölesiye sarhoştum, bütün Finliler gibi. Yapılacak tek şey içmekti. O ülkede zaman durmuştu. Herşey uzun bir gece ve uzun bir gündüzden ibaretti. Hafta içi günler daha hızlı geçerdi, çünkü hastalar vardı, bir iş vardı. Hastalarımın çoğunun torunu yaşındaydım, o kadar çok titreyen beden, o kadar çok işitmeyen kulak gördüm ki, şimdi yaşlanmaktan ölesiye korkuyorum. Belirtiler başladığında ötenazi istemeye o günlerde karar verdim. Yapma. Belki ellerin titrediğinde ötenazi istemeyeceksin. Tamam bana kur yapıyorsun. Evet, oldu. Fotoğrafçı bir sevgilim vardı, bana hikayeler anlattırıp sürekli fotoğrafımı çekerdi. Bir gün bir saat içinde dört makara fotoğraf çekti, hepsinde ayrı bir ben vardım. Yanyana dizince şaşırtıcı bir şey oluyor. Kendine dışardan bakıyorsun, başka biri gibi... Ben fotoğraf çekmesini bilmiyorum. Seni sana gösterme şansım yok. Kıskandın mı? Bu çok hoşuma gider. Kıskanılmak, genel söylencenin aksine kadınların hoşuna gider. Hem de çok. Evet, fotoğrafçı sevgilini kıskandım. O şimdi çok uzakta. Burma’da, oradan tekrar Afrika’ya geçecek, biraz moral bulmayı umuyor. Artık hiçbir şeye inanmıyor, mesleği konusunda bile kuşkularla dolu. Bunca savaş fotoğrafına, bunca açlık fotoğrafına karşı hiçbir şeyin değişmemesi onu yıldırdı. Her an ben ne yapıyorum sorusunu soruyor. Derin, ıssız bir boşluk duygusu içinde yaşamaya çalışıyor. Hepimiz gibi. Bütün acılar ne işe yaradı? Ölümler ne işe yaradı? Bazen bir hastanın tomografisine bakarken herşey siliniyor ve kocaman bir boşlukta kendime bakıp soruyorum. ‘‘Sen ne yapmaya çalışıyorsun?’’ Cevap çoğu zaman bir hiç oluyor. O anda herşeyi bırakıp gitmek istiyorum. Bir sahil kasabasına yerleşip, günü ve geceyi dalarak geçirmeyi kuruyorum. Sonra tomografideki çizgiler yeniden görünüyor, yeniden gece oluyor, yeniden içmeye ya da vatan kurtarma toplantısına gidiyorum, yeniden bir kadınla yatıyorum, sabah oluyor... Bak şurada açık bir pencere var, istersen git oradan HAFTA SONU 12 K