22 Aralık 2024 Pazar English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

6 17 HAZİRAN 2006 CUMARTESİ rih Ta Gazayı dinin gereği, gazacıları da dindarlar olarak değerlendirmekten özellikle uzak durmak gerek İlk Osmanlılarda inanç ERDOĞAN AYDIN Osmanlı tarihine ilişkin yapılan çoğu açılımda İslamcı bir tablo ile karşılaşırız. Osman Bey İslamcı bir gaza önderi, Ede Balı ise İslamcı bir şeyh olarak tanımlanır. Oysa gerçek durum bütünüyle farklıdır. Osmanlının kuruluşundaki temel etkeni gazadır; ancak gazanın Türkmen geleneği içinde büründüğü anlam, dini anlamından tümüyle farklıdır. Türkmenlerin kristalize olmuş bir İslami algıları yoktu. Buna karşılık onları gaza ile bütünleştirecek maddi gereksinim ve gelenekleri vardı. Kuşkusuz Türkmenlerin gelip yerleştiği topraklar, kendilerine saldırmayan, dolayısıyla karşı saldırıyı meşrulaştırmayan insanların toprağıydı. Dolayısıyla bu gelişi anlayan, ama gaza ideolojisini olumsuzlayan bir yaklaşıma gereksinim var. Bu bir yana Osmanlıda gazayı, dinin gereği bir eylem, gazacıları da dindarlar olarak değerlendirmekten özellikle uzak durmak gerek. Çünkü bu algılayış, sürecin HıristiyanMüslüman çatışması eksenli bir öznellikle yanlış değerlendirmesine yol açıyor. Oysa gerçek durum, dinsel önyargıları besleyen bu yaklaşımdan çok farklıdır. Öncelikle bilinmeli ki, bu dönemin gazacı Türkmenleri arasında çok farklı bir inanç atmosferi sözkonusu. Bu anlayış heterodoks, yani bilinen dinsel esaslara aykırı ve eski gelenekler temelinde biçimleniyor. 8. ve 11. yüzyıllarda karşılaştıkları zorla Müslümanlaştırma baskısına boyun eğmiş, ancak kendi eski inançlarını da bırakmayan, biçimlenmiş bir Müslümanlıktan bütünüyle uzak, karma bir dinsel senteze sahip bir toplulukla karşı karşıyayız. Bundandır ki Hıristiyanlığı ötekileştiren bir algı söz konusu değildi. Hatta Hıristiyan komşularıyla gazaya çıkıp ganimet paylaşımına bile rastlanmaktadır (C. Kafadar). Göçebe demokrasisi ve Kızılbaşlık ile örtüşen bir inanç atmosferi sözkonusu. Bu ise gaza’nın, Türkmen topluluklarının yerleşim ve geçim olanakları elde etmeye yönelik arayışları temelinde biçimlenmesini sağlıyor. Osmanlı Devleti de, dinsel düşmanlık temelinden kopuk böylesi bir gaza anlayışı üzerinden kurulacaktı. Gazacı bir siyasal önder olan Osman Bey ve aşiretinin, Şeriatçı bir gaza anlayışının tam tersine, Hıristiyanlara düşmanlık ve güvensiz likle belirlenmediğini görüyoruz. Bilinegelenden farklı bir dinsel ortamda şekillenmektedir Osmanlı. Örneğin onca hareketliliğe rağmen ‘‘Müslüman ve Hıristiyan unsurlar arasında dini sebeplerden çıkmış herhangi bir mücadeleye tesadüf etmiyoruz.’’ Kadını, Eski Hisar Beyi’ne götürmek için talimat almış olmalı. Bundan dolayı adamlarıyla birlikte İnönü Beyi’nin kapısına dayanıp ondan Osman’ı teslim etmesini ister. Onlar ‘edelimetmeyelim’ derken, Osman arkadaşlarının başını derde sokmamak için, kardeşi Gündüz ile birlikte dışarı çıkar ve kuşatmayı yararak Söğüt’e doğru at sürer...’’ (Neşri, Akt. S. Divitçioğlu) Görüldüğü gibi tekfurlarla dostluk kuran, onların içki meclislerine katılan, onlarla aşkını paylaşan, sevdiğini kaçıran ve bunun için Bizanslılarla çarpışan, oldukça sosyal, İslamcılıktan uzak bir Bey adayı portresiyle karşı karşıyayız. e ç BABA İLYAS MÜRİTLERİ Özetle bilinegelenden farklı bir dinsel ortamda şekillenmektedir Osmanlı. Örneğin onca hareketliliğe rağmen ‘‘Müslüman ve Hıristiyan unsurlar arasında dini sebeplerden çıkmış herhangi bir mücadeleye tesadüf etmiyoruz’’ (F. Köprülü). Çünkü Hıristiyanlığı dinsel nedenle düşmanlaştıran bir anlayış, bu Türkmenler arasında ‘‘hiçbir zaman kuvvetli bir tesir icra edememiş’’. Öyle ki, ‘‘umumiyetle Müslüman olmakla beraber, her türlü taassuptan azade, dinin kendileri için çok muğlak ... eski kavmi ananelerinin zahiri Müslümanlık cilasına boyanmış basit bir şekline salik, eski Türk Şamanlarının haricen İslamlaşmış devamından başka bir şey olmayan müfrit Alevi ve heterodoks Türkmen babalarının manevi nüfuzu altında idiler’’ (F. Köprülü). ‘‘Yunus Emre, Hacı Bektaş, (...) Baba İshak gibi büyük Türkmen şeyh (baba)lerinin anladığı ve telkin ettiği İslamiyet, Türk Şamanizmi ve sair menşelerden gelen inanışların, halka kadar inmiş, geniş tasavvufi fikirlerle imtizacından mürekkep olup, medrese mensuplarının dar Şeriat kaidelerine karşı lakayd bir mahiyette idi. Bu sebeple kendilerine mensup olan cemaatlerin, inanış ve yaşayışları İslamiyete aykırı olsa dahi buna pek ehemmiyet vermiyorlardı. Anadolu gibi birçok akidelerin kaynaştığı bir içtimai muhitte yaşayan bu Türkmen şeyhlerinin bir kısmı yalnız doğrudan doğruya kendilerine mensup Şiiƒ Şamani hayat ve akidelerine bağlı Türkmenlerin değil, Sünni Türklerin ve hatta Hıristiyanların bile, bilhassa ölümlerinden sonra, velileri haline gelmişlerdi’’ (Osman Turan) Özetle 13. yy. Anadolu’su, ‘‘ehliSünnet harici’’ dinsel atmosferiyle bugünkünden çok farklıdır. 14. yüzyılda Nigidi Kadı Ahmet’in belirttiği gibi, ‘‘cihanın bu gibilerle dolu olduğu’’ söylenmekte, ‘‘tanınmış Osmanlı Tarihi yazarı Jorga’nın eserinde kaydettiği bir Venedik belgesinde (...) Osmanlı Anadolusu’nda ahalinin beşte dördü Şii (Alevi) olarak gösterilmektedir’’ (T. Akpınar). Bu tabloya bir abartı rezervi koysak bile söz konusu atmosfer budur. Nitekim Osmanlı’nın ilk iktidar dönemlerinde de, bu alabildiğine gevşek ve kurallardan uzak dinsel anlayışı görüyoruz. Örneğin ‘‘Orhan Gazi’ye ait Vakfiyyede, Bursa’nın zaptında büyük himmeti ve askeri coşturarak zaferde katkısı olan heteredoks derviş Geyikli Baba’ya bir kısım arazi ile iki yük şarap ve iki yük rakı verilmesi kaydı ... son derece dikkati çekici’’ (H. Z. Ülken). Sözkonusu bu Geyikli Baba, kendini ‘‘Baba İlyas müridiyim, Seyyid Ebu’l Vefa tarikatindenim’’ (Aşıkpaşazade) diye tanımlar. Ebul Vefa yolağının aradaki temsilcisi olan Baba İlyas ise, bilindiği gibi Selçuklu İmparatorluğu’na karşı gelişen büyük ayaklanmanın (1240) önderidir. S. Divitçioğlu’nun da belirttiği gibi Ertuğrul Bey de BabaiVefai inancına bağlıdır ve oğul Osman’ın, Bey olur olmaz yanına Ede Balı gibi bir Vefai halifesini alması dinsel kimliğinin sonucudur. Onun gerçek adının Osman değil Otman olduğu da anımsanırsa kuruluştaki Osmanlının sonraki ve resmi tarihçiliğin kurguladığı Osmanlıdan tümüyle farklı olduğu daha net anlaşılır. Bu realitenin değişimi ise, sadece tarih yazımındaki çarpıtmalarla değil, aynı zamanda korkunç katliamlarla gerçekleştirilecektir. BU OSMAN BAŞKA OSMAN Gazacı bir siyasal önder olan Osman Bey ve aşiretinin, Şeriatçı bir gaza anlayışının tam tersine, Hıristiyanlara düşmanlık ve güvensiz likle belirlenmediğini görüyoruz: ‘‘Osman Gazi, Bilecik Tekfuru’na dedi ki; sizden dileğimiz budur ki, bizim göç eşyamızı, yaylalara gittiğimizde sizde emanet bırakalım. O da kabul etti. Ne vakit, Osman Gazi yaylaya gitse, bütün eşyalarını öküzlere yükletirler idi. Bir nice hatun kişiyle gönderirlerdi. Kaleye bırakırlardı. Ne zaman yayladan gelseler, armağan olarak peynir ve halı ve kilim ve kuzular armağan iletirlerdi. Bu kafirler bunlara gayet itimat edüp dururlardı’’ (Aşıkpaşazade). Mal emanetinden de öte, mallarını kadınlarıyla göndermeleri, Şeriatçı zihniyetten ne kadar uzak olduklarını gösteriyor. Siyasal ve ekonomik temelli düşmanlaşma koşullarında bile dinsel düşmanlaşma söz Osman Gazi (Tablo: Kapıdağlı Konstantin) Osman Gazi’nin tahta çıkışını gösteren bir minyatür (yanda) konusu değil: ‘‘Osman Gazi bunca gazalar etmeye başlayınca, etrafun kafirleri çekinir oldular. Osman Gazi, Bilecik kafirlerine gayet hürmet eder idi. Sordular; ‘Bu Bilecik kafirlerinin senin katında hürmeti var, nedendir?’ dediler. Dedi ki, ‘komşularımızdır. Biz bu vilayete garip olarak geldiğimizde bunlar bizi hoş tuttular. Şimdi bize dahi gerektir ki, bunlara hürmet edelim’’’ (Aşıkpaşazade). Görüldüğü gibi ne sofu bir tepkiye sahiptir bu gaziler ne de İslami kurallara uygun bir davranış içindedirler. Tam tersine herşeyi belirleyen onların çıkarları ve koşullar olmaktadır, ki Hıristiyanlarla olduğu kadar birbirleriyle de çarpışmaktadırlar. Daha bireysel ama çarpıcı iki öykü ise, bize prototip bir Türkmen gazisi olan Osman Bey’in kişiliği verir: ‘‘Rivayet olunur ki, bir gice bir köyde imam evinde Osman Gazi konuk olup otırırdı. Ardında bir pencere vardı. Meğer anda bir Mushafı Şerif komışlardı. Sahibi hane, Osman Gaziye eyitdi: ‘küstahlık olmasın. Keremünden, eğil, ardunda nesne var, alayum’ didi. Osman Gazi eyitdi: ‘ne nesne var?’ Sahibi hane eyitdi: ‘Nebimüz, ahir zaman peygamberi Muhammet resul’ullah sall’allahu aleyhi ve selleme inen kelamullah var’ didi. Osman Gazi dahi hiç tınmadı. Ta sahibi hane uykuya varınca ebsem oldı. Sonra turup gusl idüp arı abdest alup mushaftan yana müteveccih olup huşu ve huzula ta sabaha dek el kavuşurup urutırdı’’ (Neşri) Görüldüğü gibi İslamiyet’le ilişkisi, Kur’an’ı bile tanımayacak kadar yüzeysel olan Osman’ın, uyarıldığı halde önce ‘‘hiç tınmayacağı’’ Kur’an ile ilk tanışması böyledir. Osman’ın abdest alıp huşu ile sabahlaması yorumu ise, resmi tarihçinin, devlet kurucunun bu ‘‘eksikliğini’’ örtme çabasından öte anlam taşımaz; çünkü Kur’an’ı bilmeyenin abdesti bilmesi zaten olanaksız. Diğer öykümüz ise daha da ilginç: ‘‘Osman gençliğinde Eski Hisar’a giderken, İtburnu denilen yerde Mal Hatun adında bir kadınla tanışıp, onunla muhabbet eder. (...) Günlerden bir gün, Eski Hisar Tekfuru’nun içki meclisinde, Osman kadına aşık olduğunu itiraf eder. Kadını nice övmüş olmalı ki, Hisar’ın Beyi içinden kadını kendisi için peylemeyi tasarlar. Bunu hisseden Osman, kadını Bey’e kaptırmamak için kaçırır ve tanıdıklarının yanına yerleştirir. Kendisi de İnönü Tekfuru’nun hisarına gidip içmeye devam eder. Öte yandan, Eski Hisar Beyi’nin arkadaşı olan Sultan Öyüğü Tekfuru da işe karışır. Ede Balı Takılarla oynuyoruz S ergi ergi ergi Aradığınız kişiye şu an ulaşılamıyor Türkiye’de Hayat Tarzı Temsilleri, 19802005 Osmanlı Bankası Müzesi, ‘‘Aradığınız Kişiye Şu An Ulaşılamıyor, Türkiye’de Hayat Tarzı Temsilleri, 19802005’’ adlı sergiye ev sahipliği yapıyor. Toplumun 1980’lerden itibaren yaşadığı dönüşümü ‘‘hayat tarzı’’ kavramından hareketle anlatan sergi, Türkiye’nin sosyal ve kültürel tarihinde yaşanan önemli kırılma noktalarına ve belli başlı toplumsal süreçlere ışık tutuyor. Serginin bölüm başlıkları, ‘‘Kendime Yeni bir Ben Lazım’’, ‘‘Alsak Alsak Bedavaya Ne Alsak?’’, ‘‘Zamanı Yakalayın’’, ‘‘Oha Falan Oldum Yani!’’, ‘‘Connecting People’’, ‘‘Yabancılar Giremez!’’ ve ‘‘Yine, Yeni, Yeniden...’’ gibi bir dönem popüler olmuş şarkı, reklam sloganı ya da gündelik deyişlerden oluşuyor. Sergi, 17 Eylül’e kadar her gün 10:0018:00 saatleri arasında izlenebiliyor. (0 212 334 22 70) 4 5 ülke sanatçı Simya Atölye yeni bir takı sergisine ev sahipliği yapıyor. Sergi 23 Haziran’a kadar gezilebilir. Hayal gücümüzün sınırsızlığını yansıtan ve sonsuz bir oyun olan sanat, izleyicileri sonsuza kadar şaşırtabilecek çeşitliliğe sahip. Simya Galeri takı atölyesine devam eden takı sanatçıları oynuyoruz sergisinde , yaşamın süzgecinden geçip aklımızda kalan oyuncak imgelerini yorumluyorlar. Kimi çocukluğumuzun oyuncaklarına geri döndü, kimi soyut bir iç yolculuğa çıkıyor. Sergiye Katılanlar: Neşe Alnıtemiz, Bihter Aydapekin, Semin Bakla, Ender Baloğlu, Jale Barahya, Lina Benhalegua, Feride Çelik, Leyla Çelik, Hülya Çetinor, Sabrina Fresko, Ayşem Furtun, Rita Gencay, Kerem Kurdoğlu, Maya Kurdoğlu, Beki Leon, Dilek Nasırlı, Fulya Özkan, Ayşe Ronay, Çağla Sevinçel, Gamze Taner, Bingül Ulukutlu. (0 212 259 77 40) Fabre’dan korkunç mesaj Galeri Artist 30 Haziran’a kadar çağdaş sanatın önemli isimlerinden ressam, heykeltıraş, oyun yazarı, sahne direktörü, sahne tasarımcısı ve kareograf Jan Fabre’ı ağırlıyor. Fabre, yüzlerce böceği objeler üzerine yanyana yapıştırarak yaptığı çarpıcı ‘‘Böcekheykellerle’’ kendini bütün dünyaya tanıttı. Sanatında böceğin yanısıra deri, kemik, yüzler, kabuk, gökyüzü gibi malzemeler de önemli rol oynuyorlar. Fabre’ın eserlerine daha yakından bakıldığında, verilen mesajdaki korkunçlukların farkına varılıyor. Korkunç, çünkü dikkatli bakıldığında, hem bu yüzlerce böceğin üşüştüğü yüzeyler her an bu böcekler tarafından yenilip formlarını yitireceklermiş etkisi uyandırıyorlar ve doğal olarak korkuya kapılınıyor, hem de nesli tüketilen ‘‘böcekler’’ izleyiciye hatırlatıldığından, insanlığın caniliği yüzüne vurulmuş oluyor. Jan Fabre bilinçli olarak seçtiği bu ‘‘manirist’’ tavırla, aynı eser içerisinde birbiriyle örtüşmeyen (inkongruenz) içerikleri kullanarak, izleyiciyi eser karşısında, büyüleyici ve aynı anda çarpıcı etkiyle, değişime uğratmak istiyor. (0 212 227 68 52) Yolları 2000 yılında Paris’te kesişmiş olan dört farklı ülkeden beş sanatçının yer aldığı ‘‘Identity/Kimlik’’ sergisi İstanbul Çekirdek Sanat Atölyesi’nde sanatseverlerle buluşuyor. 2004 yılında Paris’te birlikte ‘‘Six Façons de SıExprimer’’ (Kendini İfade Etmenin Altı Yolu) ismi altında ilk sergilerini açan Barbara Allain (Brezilya), Hale Güngör (Türkiye), Laure Peugeot (Fransa), Karina Pioner (Brezilya) ve Carolina Spielmann (Arjantin); bu serginin bir bakıma ikinci ayağı niteliğinde ‘‘Identity/Kimlik’’ sergisi ile İstanbul’da yeniden biraraya geliyorlar. Her sanatçının kendi kültür, geçmiş ve kimliğini yansıttığı bu sergide farklı olmanın altı çiziliyor. Fikir, din, dil, ırk, teknik, bakış açısı, kavram, anlatım ve kişilik ayrımlarına istinaden ortaya şaşırtıcı bir bütünlük çıkıyor. Sanatçılar kişisel ve evrensel olarak ‘‘kimlik’’ kavramını irdeliyorlar. Barbara Allain’ın ‘kendi’insanlarına bir yabancı gözüyle bakarak çektiği siyah beyaz fotoğraf kareleri, Hale Güngör’ün çocukluk ve bireyselliğe saygı duruşu, Laure Peugeotınun doğaya karşı olan hassasiyet ve aşkını aksettirdiği resim ve seramikleri, Karina Pioner’in iç dünya sirki ve Carolina Spielmann’ın göz alıcı renkler ve gölgelerle bezediği Hitchcockvari piktoral sahneleri ile izleyiciyi renk cümbüşü içinde çarpan, uyandıran bir içiçegeçmişlik su yüzüne çıkıyor. ‘‘Identity/Kimlik’’ sergisi Çekirdek Sanat Atölyesi’nde 30 Haziran’a kadar görülebilir. (0 212 244 51 97) HAFTA SONU 06 K
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle