22 Aralık 2024 Pazar English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

BIRGUN 03 SIYAH TUTUKLU GAZETE 1 EYLÜL 2012 CUMARTES İ 3 10 Eylül’de birlikte olalım! Hüseyin AYKOL Dayanışmayla yenebiliriz yışı devam ediyor. Tutuklu gazetecilerin özgürlüğüne kavuşacakları güne kadar da devam edecek. Bu duruş sadece son yıllarda gazetecilerin birbirlerine sahip çıkmaları açısından oldukça kayda değer bir gelişme ama bir o kadar da saygıdeğerdir. Bu yazının merkezine oturtmak istediği şey tam da bu tutukluluk hâline son verme, tutuklu olanların özgürlüklerine kavuşma meselesidir. Buna dair hedeflenen, kampanyanın sınırını belirleyen tutukluluk hâlidir. Özetle şunu demek istiyorum; bu kampanya, cezaevinde bulunan gazetecilerden daha öteye geçebilmeli, geçirilebilmelidir. Sınırın daha ötesini hedefleyebilmeli. Başka bir ifadeyle tutuklu gazeteci perspektifini daha bir genişletmemiz gerekir. Bununla neyi kastettiğimi ortaya koymak için, öncelikle bu satırı okuyanların dikkatini ‘tutuklu gazeteci’ tabirine çekmeyi hedefliyorum. Az da olsa daha yakından ‘alıcı göz’ ile bakmak... Kampanyayı örgütleyen, yürüten platformun ‘tutuklu gazeteciler’ kelimelerini bilinçli seçip seçmediklerini bilmiyorum. “Tutuklu” tanımlaması cezai bir müeyyide nedeniyle cezaevine konulmuş kişiyi anlatır. Tutuklu kişi gazeteci ise gazetecinin hapiste olduğunu ifade eder. Aynı zamanda fiziki bir engellemeyi anlatır. Şüphesiz bu fiziki mağduriyet düşünsel mağduriyetleri de beraberinde getirir. Burada tutuklu gazeteci ile, gazetecilik etik ilkelerine uyan, buna karşı yaptığı mesleki üretimden, düşüncelerinden, muhalif görüşünden dolayı hedef alınmış basın emekçisini kastediyoruz. Bu kapsama giren birçok gazetecinin fiziki olarak ortadan kaldırıldığı, yıllarca hapiste yatırıldığı, tehdit edildiği, işten atıldığı vs. örneklere bolca rastlamak mümkün. Benim üzerinde durduğum nokta, daha geri planda kalan, aslında oldukça yaygın olan ‘tutukluluğun diğer halidir.’ azetecilere Özgürlük Platformu’nun G ‘tutuklu gazeteciler’ ile dayanışmak amacıyla bir süredir yürüttüğü çaba ve ara laştırmak ve yapılabilecek yasa değişiklikleri için parlamentonun harekete geçmesini sağlayabilmek amacıyla ulusal ve uluslararası düzeyde 24 Mayıs 2010 tarihinde başlatılan “Basın Özgürlüğü” kampanyasını Türkiye Gazeteciler Sendikası, Gazetecilere Özgürlük Platformu GÖP ile birlikte çeşitli etkinliklerle sürdürüyor. Bu kapsamda, son olarak, GÖP’ün dönem başkanı Türkiye Gazeteciler Sendikası, 5 ila 28 Haziran 2012 günlerinde, İstanbul Çağlayan’daki Adliye Sarayı’nın önünde Tanıklık Günleri yaptılar. 29 Haziran günü ise yine GÖP olarak “Zindanlar BoşalsınGazetecilere Özgürlük” yürüyüşü gerçekleştirildi. Söz konusu günlerde gazeteci arkadaşları ya da akrabalarının katılımıyla tanıklığı yapılan 91 gazeteciden 10’u tahliye oldu. Halen 11’i hükümlü, 70’i tutuklu olmak üzere 81 gazeteci hapiste. Buraya bizim gazeteci kapsamında gördüğümüz dağıtımcı arkadaşlarımız da katıldığında sayı 100’ü geçiyor. Yine bu rakama yazar, aydın, akademisyen, öğrenci, insan hakları aktivistleri de dâhil değildir. Böylesi bir durumda sayı binleri buluyor ki, insanın aklına 12 Eylül günleri geliyor. Basın Özgürlüğü kampanyası çerçevesindeki etkinliklerden birisi de hapisteki gazetecilerin yazılarıyla yayımlanan “Tutuklu Gazete” oldu. Her hafta gazetesinin en az iki sayfasını içeriden gelen mektuplara ve onların sorunlarına ayıran bir Genel Yayın Yönetmeni olarak, başta Türkiye Gazeteciler Sendikası olmak üzere Gazetecilere Özgürlük Platformu’nu selamlıyorum. Ne mutlu bize ki, ülkemizde Türkiye Gazeteciler Sendikası gibi bir kurum ve başta Ercan İpekçi olmak üzere onun yöneticileri var. İçerideki tek bir gazetecinin bile kalmayacağı günlere kadar sürmesi gereken bu mücadelede, sizleri 10 Eylül 2012 günü Çağlayan Adliyesi’ne bekliyoruz. Türkiye’nin belki de dünyanın en büyük basın davasında yargılanacak olan 36 gazeteci arkadaşımız sizlerin tanıklığından ve dayanışmasından büyük onur duyacaklardır. apisteki gazeteci arkadaşlarımızı unutmaH mak, unutturmamak, onlarla dayanışmamızı güçlendirmek, kamuoyu desteğini yaygın Hüseyin DENİZ Kandıra 1 No’lu F Tipi Cezaevi KOCAELİ Bir varmış, bir yokmuş Ahmet ABAKAY ÇGD Genel Başkanı ir varmış bir yokmuş, yoksul ve uzak bir ülkeB de, demokrasi, hak ve adalet ve dini duygularını kullanarak iktidar olmuş bir siyasi parti, kısa sü C M Y B C M Y B re içinde yoldan çıkmış, zorbalığa yönelmiş. Gazeteciler, aydınlar, seçilmiş yerel yöneticilerden oluşan binlerce farklı düşünen, yazan, konuşan kişiyi, “bana yan baktın” diyerek cezaevlerine doldurmuş. Bunların seslerini dünya duymuş, el oğlu duymuş ama kardeşi duymamış. Ülkenin çook meşhur gazetecileri, yazarları sus pus olmuşlar. “Yahu ayıptır, bunlar bizim meslektaşlarımız, bu kadar da olmaz” diyecek olanların da işlerine son vermişler. Bu yüzsüzler, zalimleşen, ceberrut iktidar için, köşelerinde, programlarında, “ama Allah için, iyi şeyler de yapıyorlar, yol yapıyorlar, sürekli temel atıyorlar, cami açıyorlar…” dediler. “Yahu meslektaşlarınız cezaevlerinde, ayıptır, tepki göstersenize” diyenlere, “Fazla büyütüyorsunuz, davanın sonunu bekleyin, vesayet rejimi bitti ya, daha ne?” dediler. Bu ülkenin o meşhur gazetecileri, yazarları bütün bu haksızlıklar, hukuksuzluklar karşısında, “padişahım çok yaşa” gazeteciliği yaptılar, iliştirilmiş gazeteci oldular. Gazetecilik mesleğinin onurunu ne yazık ki dışarıdakiler değil, içerideki gazeteciler daha fazla korudular, yazdılar, konuştular, teslim olmadılar. Dışarıdakiler, içeridekilere özenir oldular. Yıllar yılları kovaladı. Bu zalim iktidar gitti. Daha bir demokrasi geldi. Sözünü ettiğim “yanaşma” gazetecilerinin çocukları sokağa çıkamaz, babalarının soyadlarını kullanmaktan utanır oldular. Cezaevlerindeki gazeteci, yazarların çocuklarıyla karşılaşmaktan korkar oldular. Bir gün, okulda öğretmeni sormuş: “Oğlum, kızım sen neden böyle içine kapalısın, neden sosyal olamıyorsun, neden problemlisin?” Çocuk yanıt vermiş: “Benim babam meşhur gazeteciydi. Haksızlığa uğrayan, cezaevlerine atılan, ailelerinden, çocuklarından, mesleğinden uzaklaştırılan meslektaşlarına, aydınlara sahip çıkmamış; gücün, güçlünün yanında olmuş.” Öğretmeni demiş ki: “Senin suçun yok yavrum. Ancak bundan ders çıkar. Sen sen ol, baban gibi ne garnizonun, ne sarayın, ne iktidarın adamı ol. Sadece insan ol. Haksızlığa, hukuksuzluğa, zalime karşı çıkacak vicdanın olsun. Oku ama insan ol, baban gibi olma!” O dönemin iktidarına, yöneticilerine ne mi olmuş? Halkın ve tarihin vicdanında da, yargının önünde de sanık sandalyesine oturtulup mahkum olmuşlar. O yandaş gazeteciler mi? Onlar zaten taa o günlerde çoktan ölmüşlerdi, yürüyen ve sayıklayan ölülerdi. Meslektaşlarının yüzkaralarıydılar. ‘Tut’ kökünün, bir şeyi yakalamayı, hareket halindeki bir şeyi durdurmayı, alıkoymayı, bir süre bekletmeyi ifade eden fiil olduğunu biliyoruz. Aynı zamanda emir bildirir. ‘Tutuk’ ise bütün emir ve istenenleri yapamayan durumu, hareketsizliği; yani “tut’un” yaptıklarını yapamamayı; “tutuklu” da, bu yapamama hâline işaret ediyor. Özetle ‘tutukluluk’; bir aktivitenin, eylemin, edimin yapılmayacağını, etkileşimin, dokunuşun başarısızlığını anlatır. Buna ek olarak, bu durumun kendi istem ve iradesi dışında meydana geldiğini de... Başka bir deyişle, problemin yapıdan, mekanizmadan, içinde bulunduğu koşullardan kaynaklandığını anlatır. ‘Tutuklu’, bu duruma maruz kalmış öznedir. ‘Tutuklu gazeteci’ konusunu irdelemeye yeniden dönersek; bu anlatılanlar ışığında baktığınızda ‘tutuklu gazeteci’, bizim gibi iradesi dışında alıkonulmuş, tutulup cezaevine konulmuş olanları ifade etse de, aslında kapsama alanı moda deyimle çok daha genişlemiş oluyor. Bu durumda tutuklu olan, sadece cezaevine konulmuş, fiziki (ve düşünsel) olarak engellenmiş kişi olmayıp, baskı altında Tutukluluk: olan, kendini böyle hisseden, etki ve tepkilerden kaynaklı kalemini özgürce oynatmayan, bildiklerini, gördüklerini serbestçe dile getirmeyen, bu konuda sınırlandırılan, kendini sınırlandırmış hissedendir. Bunun bolca bulunduğu göz önüne alınırsa, tutuklu hâlin fiziki hâlden daha yaygın ve de korkunç boyutta olduğu görülür. Ve doğal olarak bu iki halin birbiriyle kopuk olmadığını da belirtmek gerekiyor. İçeride olmayan tutukluluk hâlinin en son örneklerini; BDP’nin Diyarbakır’da 14 Temmuz 2012 günü yapmak istediği ancak valilik yasağıyla karşılaşan miting ve olanlara medyanın yaklaşımı ile Suriye Devlet Başkanı Esad ile röportaj yapılması konusunda yaşananlar çok bariz ortaya koyuyor. Her iki örnek olayda da, gazetecilerin (çoğunlukla, genelde) iktidarın baskısını ya da onunla ilişkilerini göz önüne alarak hareket ettikleri somuttur. Bu özet durumun kendisi bile, bu kampanyanın neden fiziki olarak tutuklu (gazetecilerin) olanların ötesine geçmesi, kapsama alanını genişletmesi gerektiğini ortaya koyuyor. Tam da kastettiğim budur. Çünkü gerçekte bu kadar çok sayıda (100’e yakın) gazetecinin cezaevine konulması da bu genel tutukluluk haliyle ilintilidir. Ondan kopuk değildir. Medyanın 4’üncü kuvvet olarak, toplum adına yönetenleri, iktidarları, güç (sivil, silahlı, bürokratik, ekonomik) odaklarını denetleme işlevi göz önüne alınırsa, bu daha iyi anlaşılır olacaktır. İktidarların, güç odaklarını, medyayı etkilerine alma pratikleri hatırlandığında bu tutukluluk halinin olma olasılığı ve yaygınlığı bilinenden, beklenenden daha da fazla olabilir. Bu konuda epey bir örneklemeye gidilebilir. Tek başına Başbakan’ın gazetecileri hedef gösteren açıklamaları, “tasmalı” tanımlaması bile gazetecilerin zapturapt altına alındığı nı ortaya koyuyor. 4’üncü kuvvetin yedeğe alınma haline getirilme çabasının nedeni; gazeteci sayısının çokluğundan değil, buradaki ‘kuvvetin’ gerçeğe, olan bitenin aslına dair olmasından, onu kapsamasındandır. Açıklığın, şeffaf olmanın ‘zor’u, aynen “kral çıplaktır”daki gibi, krala “çıplaktır” demenin, diyebilmenin, onu görmeyenlerin gözüne sokabilmenin gücüdür. Bu anlamda gazeteci en asgari olarak kralın çıplak olduğunu deşifre eden soytarısı kadar olmak zorundadır. Başbakan’ın Wall Street Journal’a, Uludere ve Suriye tarafından düşürülen uçağa dair yaptığı haberlerden dolayı duyduğu öfke, keza Dışişleri Bakanı Davutoğlu’nun Esad ile görüşmeye gidip onun söylediklerini (sorduğu soruların yanıtlarını) yayımlayan Cumhuriyet gazetesi Ankara Temsilcisi Utku Çakırözer için söylediği “vatansever olmayan bir pratik” tanımı, bu 4’üncü kuvvetin ortaya koyduğu şeffaflığın yol açtığı etkinin sonucudur. Buna dair ortaya konulamayan gerçeklere dair korkudur. Bütün bunlar, deşifre edilmesi, karşı çıkılması gerekenin, tam da kendini tutuklu hâle getiren pratiktir. Bugünün deyimiyle ‘oto sansürdür’. Bunu sürekli uygulama halidir. Bunun en sıkıntılı yanı, iktidarların, güç odaklarının bu durumdan haberdar olması ve bunu etkin, yaygın hale getirme arayışıdır. Akredite uygulaması bunun son dönemdeki meşrulaştırılmış / inceltilmiş uygulamasıdır. Bunun yol açtığı, kolaylaştırdığı; yeni hegemonyalar kurma aracılığıyla tutukluluğun arttırılıp derinleştirilmesidir. Gazeteciler arasında mesleğin etik ilkelerinden çok, başka şeyleri dikkate alarak haber yapma, bilgi verme vs. sık sık dile getirilen bir şikâyettir. Böylesine çok sayıda gazetecinin birlikte tutuklanması (bu bir rekor) Türkiye’de düşünce özgürlüğünün haline işaret etmek kadar, bu tutukluluk haline öy le göndermedir. İktidar, tutuklu gazeteciler üzerinden (istersem herkesi toplayabilirim) diğer gazetecilere “sesinizi çıkarmayın” mesajı vermekte; cezaevine konulan gazeteciler hakkında “onlar gazetecilik mesleğinden dolayı içeride değil” sözleriyle manipülasyon yaparak, gazetecilerin meslektaşları tarafından sahiplenilmesini engellemektedir. Gerçekte sesleri kısılmak istenen, gazetecilerin (meslek etik ve ilkelerine sahip çıkan) hepsidir. Bunun nedeni, toplu tutuklamaya maruz kalanların muhalif oluşu, Kürt meselesinde demokratik ve barışçıl çözümü savunmaları, bunu tüm baskılara karşı dile getirmeleridir. Buna, içeride bulunan tutuklu gazetecileri yakinen tanıyan herkes tanıktır. Gerçekte hapisteki gazeteciler işaret edilerek, tüm gazeteciler hapsedilmeye çalışılmaktadır. Bunu dikkate almayan çok sayıda aydın ve gazetecinin, yazarın, yazdıkları basınyayın kuruluşundan ayrılmaya zorlandığı biliniyor. Üzerinde yoğunlaşmamız gereken, bizi sarmalayıp havasız, güçsüz ve takatsiz bırakan, çaresiz hâle sokan bu tutukluluk hâlidir. Bunun üstesinden gelebilmektir. Asıl bu kampanyanın buna evrilebilmesidir. Bunun için de hepimizin desteğine olan ihtiyaçtır. Buna dair çareler, çözümler üretmek, el ele vermek gerekiyor. Bunun için gazeteciliğin temel ve etik ilkelerine sahip çıkmakla ilk adımı atmalıyız. Mesleğin buna aykırı pratiklerini ve pratikçilerini deşifre etmek, bu tutukluluk durumunun pozisyonunu bozmak, olmuyorsa çürütmek zorunludur ve elzemdir. İtibarı, güvenirliği dibe vurmaya hızla yol alan gazeteciliği, ancak güçlü bir dayanışma, bütün tutukluluk hâllerine itiraz eden bir karşı çıkışla gerçek işlevine kavuşturabiliriz. Yeniden güven tesis etmeye başlangıç yapabiliriz. İlk olarak da şeyleşmeye karşı durarak… Ağıtların kardeşliği Bedri ADANIR Özgür Basın emekçisi A. Vahit Kılıç’ın ne yetmiyor. Oysa anısına… kutsallık adına hiçBir çığlık, bir şey annelerin bir yakarış, gözyaşlarından, evbir dua: BARIŞ! lat acısından daha oprağa düşen her oğuhakiki ve kutsal delun/kızın ardından yankılağildir. Eğer bu hanan acıyla yoğurulmuş “BARIŞ kikat savaşı durOLSUN!” çığlıkları, tek tek durmaya yetmiyorcaddelere düşüp, araba sa, insanın kenditekerleklerinin altında ne, toplumsallığına ezilerek eriyen kar taneleri karşı vahim bir yagibi kayboluyorlar. bancılaşması söz Oysa bu kar taneleri birle Diyarbakır D Tipi Cezaevi konusudur ki; “BAI6 Koğuşu şip, bir kar topuna dönüşse; RIŞ OLSUN!” isteği DİYARBAKIR bu kar topu yuvarlana yuvargür ve yüksek bir lana büyüse; her yer güvercin sesle haykırılmasıbeyazına kesse, ‘arabalar’ yerinde na rağmen savaş durdurulamıyor, kendisayar, ilerleyemez; “BARIŞ OL ni sürdüreceği zemini bulabiliyor. Bu yabancılaşma hâli, barışın ahlaki SUN!” çığlıkları da yitip gitmez; duyulur, duyumsanır; böylece bir ve politik içeriğini kemiriyor, böylece ‘AĞIT KARDEŞLİĞİ’ tesis edilir. savaşı kutsuyor, sonra da, anacıl duyAncak hâlâ duyulmuyor çığ gulara değin sirayet edecek, etki ve teplıklar; hemen her gün gençler kileri kontrol ve kumanda eden bir meölmeye, analar ağlamaya de kanizmayla savaşın duygusal atmosfevam ediyor. ‘Ağıt Kardeşliği’, ri oluşturuluyor. Sosyoekonomik poellerin tetiklerden çekilmesi litikalarla yetmezse zor ve yasaklarla T güdük hâle getirilen toplum, bıçak kemiğe dayandığında bile, “gık” diyemeyecek kadar reflekssiz ve iradesizleştiriliyor. İktidar aygıtı bu apolitik, sürüleştirilmiş yığınları adeta hayat kaynağı, sigortası olarak görüyor, böylece artık anlamsızlığı iyice su yüzüne çıkmış savaşı, suya sabuna dokunmayan devede kulak bir elitin hayrına sürdürebiliyor. İktidar aygıtı, “Savaş barıştır. Özgürlük köleliktir. Cahillik güçtür.” (1) ilkesiyle çalışan ruhsuz bir mekanizmadır. Bu hâliyle ölüm, zulüm ve sömürüden beslenen dev bir canavara dönüşen bu aygıtı dizginleyecek, parçalayacak yegâne kuvvet, yine ve her şeye rağmen, ağıtların hakikati etrafında kenetlenmiş koca bir zincir olup, zulüm ve sömürünün boynuna, el ve ayaklarına dolanmak ve bu zinciri olabildiğine sıkmaktır. Bu mümkündür; çünkü ‘gözlerimizin rengi ne olursa olsun, gözyaşlarımızın rengi aynıdır.’ Yaşasın ağıtların kardeşliği! (1) G. Orwell’in “1984” romanından.
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle