22 Aralık 2024 Pazar English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

on yıllarda siyasi iktiErtuş BOZKURT darın politikaları doğrultusunda, daha çok polisyargı marifetiyle ‘kriminalize edilen’ örgütlenme hakkı, muhalif kesimleri tasfiye aracına dönüştürülmüş durumdadır. Ülke, adeta bir örgüt enflasyonu yaşıyor. Peki gerçekten örgütlenmek bu kadar tehlikeli mi? Bu kadar tehlikeliyse ve bu nedenler, farklı düşünen tüm kesimlerin tutuklanmasına kılıf yapı1 No’lu F Tipi Cezaevi lıyorsa; neden birileri, “devKandıra/Kocaeli lete alternatif yapı kuruyorlar” propagandasıyla hedef saptırarak ya da “devlet içinde devlet kuruyorlar” (R.Tayyip Erdoğan) diye yakınıyor gibi görünerek, devlet denilen büyük örgütlenmeyi sadece kendilerinden ibaret hâle getirme kavgası veriyor. Bu ‘kendine Müslümanlar’ın dediğine uyup, örgütlenmeyi suç görerek “eyvallah” mı edeceğiz yoksa örgütlenmeyi bir hak olarak görerek, bunun mücadelesini mi vereceğiz? Bu soruları çoğaltabiliriz. Ancak öncelikle örgütlenme ihtiyacının backgrounduna bakmakta fayda var. Pozitivist sosyolojinin hakikate yakın tespitlerinden biri de, ‘insanın sosyal bir varlık olduğu’ gerçeğidir. Günümüz biliminin verdiği doneler, bu gerçeğin insanın varoluşsallığıyla ilgili olduğunu kanıtlıyor. Sosyal varlık olmanın gereği olarak insan, çevresinden etkilenen ve etkileyen, bu bağlamda maddi, manevi ihtiyaçlarını karşılamaya yönelik ortak değerler ekseninde toplumsallığını inşa yoluna gider. Bu toplumsallık arayışının, belki de doğanın en zayıf türlerinden olan insana bahşettiği; savunma, korunma becerisidir. Dolayısıyla toplumsallık, gevşek örgütlenme olduğundan, örgütlenmenin kendisi bir haktan da öte insani bir gerekliliktir. Esnek örgütlenme olan toplumsallığın ba devletin kendisinin de, demokratikleştirilmezı özgürlüklerini karşılamadığına kanaat geti diği sürece beli bir gücün elinde sürekli topren kesimler, daha yoğun ve kesin kurallara lumdan yontan ve toplumun farklı düşünen bağlı inançsal, kültürel, siyasal, sosyal, sınıf kesimleri üzerinde bir baskı, sindirme aracına dönüştüğünü son dönemlerde gerek bölgesal örgütlenmelere gitmiştir. İnsanlar, örgütlendikçe güç olduklarının mizde, gerek ülkemizde yakından görüyor ve faziletini görerek bunu bir hak olarak değer yaşıyoruz. Devlet örgütlenmesini eline alan anlendirmiştir. Bugün gelişmiş tüm demokratik tidemokratik zihniyetler, her yönüyle kendini ülkelerde ve toplumlarda ‘örgütlenme hakkı’ örgütlerken, kendisi gibi düşünmeyen herkesi vazgeçilmez sayılarak, yasalarla teminat altına ‘örgüt’ ile bağlantılı olarak kriminalize ederek tasfiye yolunu seçmektedir. alınmıştır. Ancak örgüt olgusunun kriminalize edilişi Toplumları daha kolay sömürmek ve yönetde yeni değildir. İktidarcı güçler ya da diktatör mek amacıyla ‘bireysel özgürlükler’ adı altınyal yönetimler, tarih boyunca örgütlenmeleri da gerçekleştirilen bu işlemin mayası, bize kendine yönelik bir tehdit olarak değerlendi çok da tanıdık olan liberalizmdir. Ancak ülkerip, tasfiye ya da sınırlandırma, olmadı kendi de liberalizmin kültürünü sindirebilecek bir ne katma yoluna gitmişlerdir. İktidarla bulu zihinsel, kültürel ve düşünsel bir müktesebat şan, en yoğunlaşmış ve kurallara bağlanmış olmayınca son yıllarda görüldüğü üzere, ‘ör 14 S 1 EYLÜL 2012 CUMARTES İ TUTUKLU GAZETE Bir tasfiye aracı olarak kriminalize edilen örgütlenme hakkı güt enflasyonu’ şeklinde ‘kendine müslümanlar’ elinde çok çapsız ve pespaye bir şekilde arzı endam eyliyor bu politikalar. Özü itibarıyla da bireysel özgürlükçü, liberal anlayışın, insanları tüm toplumsal savunma mekanizmalarından mahrum bıraktığı, artık sahipleri tarafından da teslim edilen, bu toplumsallığı çözme formülasyonunun en büyük yan etkisi, ortak refleksin körelmesidir. Gerek dünyada gerekse Türkiye’de, günümüzün en büyük sorunlarından biri, insanın politikayla ilgilenmeyi zul görmesi ama aynı zamanda da çözüm beklemesidir. Yine bireyselleştikçe yalnızlaşan, yalnızlaştıkça yığın hâline gelen insanların, rahatsız olmalarına rağmen bir araya gelmemeleri, gelememeleri, yaşanan önemli sorunlardandır. Gerek liberalizmin bu ideolojik yansımaları olsun, gerek se anti demokratik devlet uygulamaları sonucu, insanlar kriminalize edilen örgütlenme hakkını tehlikeli bir suç gibi görme algısını ediniyorlar. Ayrıca bu algıyı ceza kanunlarında da pratize ediyor. Üçüncü yargı paketiyle katiller ve öncesinde adli suçlular salıverilirken, düşüncesini ifade ettiği için içeri atılan siyasi tutsaklar, kriminalize edilmiş örgüt yaftası nedeniyle bırakılmadı. Türkiye tarihinde örgütlenme hakkını törpüleyen, yasaklayan; hatta 12 Eylül örneğinde olduğu gibi dönem dönem tamamen resetleyen bir miras ve zihniyet, var olagelmiştir. Bu uygulamalarla toplum, savunma mekanizmalarından arındırılmıştır. Bu mirasın üzerine son yıllarda AKP iktidarı tarafından izlenen politikalarla örgütlenme hakkı iyice ılga edilmektedir. Bugün, dünyadaki ‘terörist’lerin üçte birinin Türkiye’de olduğu gerçeği göz önünde bulundurulursa nasıl bir toplumsal tasfiyenin yaşandığı daha iyi görülecektir. Ülkede, örgüt enflasyonu yaratırcasına iki kişiden bile örgüt ortaya çıkarmak, öğrenci, gazeteci, sendikacı, siyasetçi v.s. muhalif olan herkesi susturmanın ucuz yolu olarak görülüyor. Bazen örgütlere yönetici bulmayı ya da yönetici bulup üye bulmayı unutacak kadar özensiz yapılan yargılamaların gösterdiği ise kolluk ve yargının doğru dürüst bir kanıt bulma ihtiyacı hissetmeyecek kadar siyasi bir faaliyet yürüttükleridir. Gerçek olan ise devlet gücünü eline alan, bunun yanında yoğun cemaat ve tarikat örgütlenmelerini arkalayan bir iktidar gerçeğidir. Toplumsal barış, adalet ve eşitlik için en tehlikeli durumlardan biri de budur. Diğer bir gerçek ise bugün ‘örgüt üyeliği’nden tutuklu bulunan insanların tutuklanmalarının asıl sebebi, gerçekte örgütlenmemiş olmalarıdır. İronik olsa da iktidarı; son yıllardaki uygulamalarına karşı hiçbir alanda zorlayacak sendikal, siyasal, sosyal bir örgütlenme olmamıştır. Bunu gören iktidar da sendikal hakları törpülemekte, insanların yaşamı üzerinden toplum mühendisliğini derinleştirmekte; sosyal, kültürel hareket ya da odaklanmaları bile dağıtma girişimlerini hızlandırmakta. Bugün mesleki örgütlenmenin en zayıf olduğu alanlardan biri, üyelerinin her gün Başbakan ve bakanlardan azar işittiği basındır. Sözün özü; bugün sendikal haklarımız yoksa, her an işten atılma veya farklı düşündüğümüz için tutuklanma korkusu yaşıyorsak, örgütlü veya ‘örgüt’ üyesi olmamızdan değil, örgütlenemememizdendir. Onun için daha çok mesleki, toplumsal dayanışma ve örgütlenmeye. Barış zor değil Nuri YEŞİL Elbistan E Tipi Kapalı Cezaevi KAHRAMANMARAŞ Barışbozumu arışbozumu demlerde B umudun kıvılcımı düştü hayata. Yeryüzü cehenneminin da cefa çekiyordu. Sultanın iki dudağı arasındaydı yaşamak. Toprak rantını vermeyen mezarını elleriyle kayedi kat altında fışkırıp çıktı özzardı. ‘Barış’ içinde yaşıyordu Osgürlük. İnsan ki, en çok o vakitmanlı şemsiyesi altında halklar. Güler ‘kendini bilip’ özgürleşmenü geldi, “yarin yanağından gayrı nin kandilli mecrasına, karanpaylaşmak için her şeyi” bayrağını lık ve aydınlık yanlarıyla daldı. dalgalandıran Şeyh Bedreddin, baİncir ve zeytin deminde, gölgeli rışbozumu tohumlarını ekti. Serez labirentlerde kendini aramanın çarşısında Aydın iline uzandı al kanserüveniydi bu. Uyku gafletinlı libaslar. den uyanan insanın, kırk kilitli Bir eski masaldı, ‘barış’ içinde yaaklının kilitlerinin çözülüp kaşamak. Bonapartizm’den tevarüs pıların açılmasıyla afallayarak Fransız burjuvazisi fabrikalara moşifrelerinin yeniden yüklenil F Tipi Kapalı Hapishanesi dern köleleri bağlamıştı. Açlığın mesiydi bu. buyruğu altındaydı çalışmama özB2 Tek32 Bir eski masaldı, rivayet odur gürlüğü. ‘Barış’, Paris sokaklarına Edirne ki: Kadim zamanlardan sıyrılıp sefaleti getirirken, işsizler kanallargelen tiranların arzı saadetin da yaşıyordu. Eşitlik, kardeşlik, öz‘barış’ını yazıyordu hayat. Tanrılarla insanlar ‘ba gürlük, kadın, çocuk dinlemeden ağır çalışma rış’ içinde yaşıyordu. Yeryüzünün ve gökyüzünün koşullarıyla yıkımı getirmişti. Özgürlük, hakimiydi tanrılar. Tanrılar tanrısı Zeus, insanın, Marks mecrasında yol alırken Paris’te yeni bir aklını ve yüreğini elinde tutuyordu. Poseidoun’un dünyanın en görkemli eylemi tarihi yeniden öfkesi denizleri insan kanına buluyordu. Ares yazıyordu. Parisli kadınlar erkekler doğrudan kızmaya görsün, savaş meydanlarında, insan ce yönetimle 1871 baharında Komün’de barışbosetleri dağ kütlelerini oluştururdu. Tanrıların ga zumu türkülerini haykırdılar. Barışbozumu zabından ve şiddetinden korumak ve ‘barış’ için nu 1917’nin Ekim’inde Çarlık Rusya’sında Lede yaşamak emeliyle tanrılara adaklar adanırdı. nin’in önderliğindeki Bolşevikler, 1949’da Karanlıktı, korku çağının ‘barış’ıydı. Çin’de Mao’nun önderliğindeki halklar aldı. Gel zaman git zaman, bir ‘meczup’, bir dev Barışbozumu günleri tarihe yeni notlar düştü. ranı deli baldırıçıplak çıktı. Tanrılar ‘barışı’ının Bir eski masaldı, ‘barış’ içinde yaşamak. Hitsahnesine. De ki senin neyine, tevellütün ne? ler’e idol ittihatçı uzantısı Mustafa Kemal önderTanrıların gazabından hiç mi korkmadın, sana liğindeki Kemalist muktedirler ‘barış’ını; Koçgimı kaldı barışbozumu? Ey sen ki Prometheus, ri’yi kana bulayarak ve Karadeniz’in azgın sulatanrılardan ateşi çalıp insanlara verdiğinde, tan rında, Mustafa Suphi ve on dört yoldaşını hunrılar tarafından cezalandırılıp ciğerinin kartalla harca katlederek tesis etmişti. ‘Barış’, diktanın elra yedirileceğini bilmiyor muydun? Bu kallavi lerinde, tepeden balyoz darbeleri ve demir aletleyürek, bu kudretli cüret miydi seni barışbozu rin ölüm korkusu salmasıyla güvence altına alınıyordu. Huzur ve güven için ‘barış’ın temel düsmundan özgürlüğe götüren. Bir eski masaldı, ‘barış’ içinde yaşamak. turları, koşulsuz itaat, soru sormamak, karşı gelMedler, günaşırı kral Dehak’ın tepesinde boy memek ve düşünmemekti. Zaten Kürtler dağlarveren yılanlara çocuklarını veriyordu. Kanla da yürürken kart kurt sesleri çıkaran kart kurt besleniyordu Dehak’ın ‘barış’ı... Demirci Türkleriydi. ‘Barış’ için Türkçe konuşmak şarttı. Havra’nın çocukları da, Dehak’ın ‘barış’ına Tüm insanlar da, Güneş Dil Teorisi’ne göre Türk adak edilmişti. Son çocuğuna sıra geldiğinde, değil miydi? Ahvalı umumiye bu olduğundan, ateşin alazı gürzünde ayan olunca Havra, De halkın aklı ve yüreği diktanın mürekkebiyle yazıhak’ın sarayına saldırıp barışbozumunun ate lıyordu... Ve ansızın şark cephesinde, Şeyh Said, şini dağ başlarında yaktı. barışbozumunun gongunu çaldı. Bir kez bozulBir eski masaldı, ‘barış’ içinde yaşamak. maya görsün ‘barış.’ Ardını durdurmak ne mümOsmanlı İmparatorluğu’nun şemsiyesi altın kün. Ağrı ve Zilan’da derinleşti barışbozumu da, uluslar ve halklar teba olarak yaşıyorlardı. günler. Sonra bir de neşterlenip atılması gereken Sultan sarayda sefa sürüyordu, köylüler tarla çıban vardı: Dersim... Munzur Dağları, Zari azetemizin G üçüncü sayısının ‘1 Eylül Dünya Barış Erdal SÜSEM fe’nin hançeresiyle sarsılırken, kıyımda yüzbinler, yetmiş binini verdi Dersim Dağları’na ve bir daha ‘barış’ın güvencesi olmadı. Bir eski masaldı, ‘barış’ içinde yaşamak. Karıncanın ibadeti düşmüştü işçinin payına. ‘Barış’ için muhtıra ve darbelerle fabrikatörlere güvenlik koridoru örülüyordu. İşçilerin bıyıkları terlememiş çocukları, yirmi üç kuruşa Amerikan emperyalizmine kiralanıp Kore’de ölüme gönderilirken sermayedarların çocukları, yurt dışında özel okullarda talanın siyasetini öğreniyorlardı. İşçiler, ekmek kuyruklarında dizilirken sıra sıra fabrikatörler villalarda sefa sürüyorlardı. Her şey ‘barış’ içindi. kıyım da sömürü de. Ve yine yaptı yapacağını baldırı çıplak proletarya, haziran sıcağında takvim yaprakları 1516 Haziran 1970’i gösterdiğinde, şalterleri indirip ‘barışbozumu’ günlerine davetiye çıkardı. Oluk oluk aktı meydanlara işçiler, zaptını tutup mührünü bastı tarihe. Fabrikatörler bu yıkıcı barışbozumu eyleme “anarşi” diyorlardı. Öyle ya; memleketin ‘barış’ını ve huzurunu bozan bu yıkıcı işçiler daha ne istiyorlardı ki... İş bulup karınlarını doyurduklarına şükretmeliydiler. İşçi olarak doğmuşlarsa bu burjuvazinin mi suçuydu? Barışbozumuna ne hacet, patronlar olmasa işçi nasıl yaşayacak? O günden sonra ‘barışbozumu’ günler artçı dalgalarla yayılıp, aydınlık baharını yaşattı bu memlekette, ta ki o kanlı 12 Eylül sabahına kadar. Bir eski masaldı, barış içinde yaşamak; ‘barış’ ve huzurun teminatı için, kadının öğrendiği ilk kelime itaatti. Asırlardır kıblesi bu sözcüktü. Ne olursa olsun, itaat etmek asli erdemi olarak bellettiriliyordu. Söz gümüşse sükut altındı, bu düsturdan çıkmadığı sürece ‘barış’ içinde gül gibi geçinip giderdi. Devlete, topluma, kocaya, babaya, abiye v.s. itaat, ‘barış’ın tartışmasız kuralıydı. Yüzyıllardır barışı ve huzuru erkek dünyası böyle tesis etmişti. Erkek üstte kadın altta, böyle şekillenmişti erkek menşeli ‘barış’ dünyasında; toplumda, sokakta, işte, evde, yatakta… Ne olduysa oldu, kadınlar da ‘barış’ ahitini bozdular. Ez cümle ‘barış’ın tekmil sınırlarını ihlal ettiler, barışbozumu günlerde. Yalnız egemenlerin ve erkeklerin gazabına uğramadılar kadınlar, Ortodoks Marksistlerden de çok çektiler. O gün bugündür ‘barışbozumu’ günler de, yeni şeyler öğretiyor erkekler dünyasına… Bir eski masaldı, barış içinde yaşamak… Günü’nde çıkması büyük anlam ifade etmektedir. Çünkü böylesi bir günde tüm insanların, barışın dünyada hakim olması için, hem özgür yarınlara umut beslediği hem de bunun mücadelesi içerisinde olduğu bir anlamı içermektedir. Yaşanan savaşlardan ve bu savaşların yaratmış olduğu yıkım, acı, gözyaşı ve kayıplar, insanlığın daha güzel günler adına barışa sarıldığı bugün, bir daha aynı acıların yaşanmaması için haykırışın en temiz ve içli duygularla dile geldiği bir tarihi ifade etmektedir. Bugünü ele alıp değerlendirirken, her şeyden önce korkunç yıkımlara vesile olan, savaş isteyen güçlere karşı, barışın gerçekleşmesini arzulayan kesimlerin, toplumların arayışı ve kazanımı olarak görmek gerekiyor. İkinci Dünya Savaşı, 1 Eylül 1939’da Nazi Almanyası’nın Polonya’yı işgaliyle başladı. Savaşın bilançosu korkunç derecede ağır oldu. Savaş 52 milyon insanın ölümüne, milyonlarca insanın yaralanmasına, sakat kalmasına yol açarak ardında yüzlerce yıkılmış, viraneye dönmüş kent bıraktı. Savaş, Mayıs 1945’te son buldu. İnsanlık tarihi açısından en kanlı savaşın başladığı gün olan 1 Eylül, böylece Dünya Barış Günü olarak kabul edildi. Birkaç cümle ile de olsa değindiğimiz bu savaşın tarihçesi, insanlık açısından büyük derslerle dolu olmasına rağmen, ne yazık ki geçmişte bırakılan bu tarihten ders çıkarılmamış gibi davranılmaktadır. Bugün değişik coğrafyalarda savaşlar yaşanmaktadır. Kurşun seslerinin yükseldiği, barut kokusunun insanlara sindiği, en taze bedenlerin toprağa düştüğü ve anaların gözyaşının akmaya devam ettiği gelişmelere tanık olmaktayız. Özellikle yaşadığımız ülkede, yıllardır Kürt halkının temel hak ve değerlerinin tanınmaması nedeniyle süren bir savaş gerçekliği söz konusudur. Sistemin uzun süredir uyguladığı baskıcı ve tekçi politikaların sonucu olarak insanlar ölmeye devam ediyor. Yine Alevilerin ve diğer azınlıkların hak, adalet, eşitlik ve özgürlük talepleri antidemokratik uygulamalarla karşılaştığından dolayı, toplumda huzur ve barış sağlanamamakta dır. Toplumun neredeyse her alanına nüfuz eden ve tüm muhalefeti baskılayan totaliter sistem gerçekliğiyle karşı karşıyayız. Her ne kadar sistemin egemenleri barıştan, demokrasiden ve özgürlüklerden bahsetse de tam tersi bir durum yaşanmaktadır. Çözümü sağlanamayan Kürt sorunu her gün çatışma ve ölüm doğurmaktadır. Gelinen aşamada Türkiye’nin özellikle de AKP hükümetinin politikaları, barışı daha da zor bir duruma doğru götürmektedir. Hem ülkede sorunlar giderek derinleşmekte hem de dış politikada giderek sorunlaşan bir Türkiye gerçekliği ortaya çıkmaktadır. Çünkü toplumsal huzur giderek bozulmakta ve halklar arasındaki kardeşlik ve barış duygusu zedelenmektedir. Özgürlükleri, temel insani hakları sınırlandıran kesimler; kimliği dili ve kültürü hâlâ kabul görmeyen bir halkın karşı karşıya kaldığı durum, barışın ne kadar gerekli olduğunu ortaya koymaktadır. Sonuç olarak toplumsal barış, değerli ve kutsal bir görev olarak önümüzde duruyor. Barışın hakim olduğu toplumlarda her şeyden önce aidiyet duygusu güçlü olur. Güven, saygı ve sevgi egemen olur. Başkasına yaşam alanı açma en büyük ahlaki ve politik sorumluluk olarak ele alınır. Savaşın var olduğu ve sürdüğü toplumlarda ise açlık, zulüm, yıkım ve gözyaşı hakim olur. Şöyle bir söz var: “Savaşta babalar oğullarını gömer, barışta ise oğullar babalarını gömer.” Babaların oğullarını gömmediği bir ülkede yaşamı geliştirmek ve özgürlüklerle güçlü kılmak varken, neden korkunç acılar yaşatan savaşlar devam etsin? Herkesin birbirine saygılı olduğu ve birbirinin haklarını koruyup geliştirdiği bir toplumsal geleceği yaratmak, acaba biz insanlar için o kadar zor mudur? Aslında hiç zor olmadığı bir gerçektir. Yeter ki eşitlikten, özgürlükten ve adaletten yana olalım. Zaten yaşam da böyle yaşam bulmuyor mu? C MY B C MY B
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle