Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Yıllar
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
saptayan Jörg Gfrörer'in, VVallrafPın kitabıyla aynı adı taşıyan "En Alttaklkr • Ganz Unten" filmiyse belgesel sinemanın önemine ve çağdaş bir siyasal araç olarak kullanılmasına belki de en iyi bir örneği oluşturuyordu. Böyle bir film için artık sanatsal, sinemasal düzeyden söz etmenin olanağı da, gereği de yoktu kuşkusuz. Sinema, burda *asli', öz, temel niteliğine, gerçekleri/olayları ham film üstüne saptama işlevine dönüş yapıyor, sanki kuruluş günlerindeki Lumiere'ci anlayış 90 yıl sonra yeniden gelip egemenliğini kuruyordu. Bu, artık estetik kaygıları bir yana bırakmış, yalnızca kimi gerçekleri göstermek, saptamak, kanıtlamak peşindeki bir 'sinemagöz', bir belge oluşturma çabasıydı. Beyazperdede Yaralılan özgün, Kişissel Dönyalar rine, bir bilim adamı 'tıpkısının aynısı' bir robot yapıyor ve kitleler, gerçek sanatçı yerine onun saritesiyle avunmaya çalışırken, sanatçı, kimliğini geri alma savaşımına giriyordu. "Metropolis"ten "Şeytanın Bebekleri"ne bilim kurgunun birçok klasiğini yağmalayan bu kötü film, hele kapanış filmi olarak sunulması, Berlin'e yakışmayan bir ucuzluk başyapıtıydı. Demagojik Çıkışlar Kimseyi Kandırnuyor... Allahtan başarılı filmler de vardı. Kimi yönetmenler, dünyayı umursamaz, çağdaş sorunları tanımaz, tümüyle apolitik tavırları içinde, kendi kişisel dünyalarını öylesine bir canlılıkla, öylesine özgün biçimde sinemalaştınyorlardı ki, kaygılarını, tutkularını, saplantılarını paylaşmasanız bile yarattıkları dUnyanın öz yorlardı. Ama bir pembe roman veya filmden çok farklı olarak, Doillon, perdede öylesine özgün bir dünya kuruyor, kişilerini öylesine yakın ve insan kılıyor, tutkuları öylesine iyi veriyordu ki, sanki inanılır tek dünya, geçerli tek yaşam biçimi onunki olup çıkıyordu. Ben temelde karşı olduğum bir sinemanın, yaşamı bir tutkular yumağı biçiminde algılayıp sunan bir sinemanın böylesine ilginç, içten, inandırıcı bir filme dönüştügüne hiç tanık olmamıştım. Bu açıdan Jacques Doillon'un sineması beni çekti, ilgilendirdi. Bir Avuç Unutulmaz Film... Şenlikte bir Fcllini vardı kuşkusuz.. Filminden daha önce söz ettiğim için yinelemek istemiyorum. Ama Fellini'nin her zaman özgün, Siyasal Sinema Çabaları Bir büyük şenlikten sonra insanın kafasında belli görüntülcr, ağzında belli tatlar kalıyor. Bu birkaç lemel izlenim boyunca mı yaklaşmalı bir şenlik yazısına, yoksa daha rasyonel bir dökümü nıü yeğlemeli? 600'ü aşkın filmi 10'a yakın değişik bölümde göstererek tam bir sinema meşheri havasında geçen bir büyük şenlikten, 50 kadar filmi görerek temel bir izlenim edinmek mümkün mu? Mümkün elbette: Eğer doğru, akıllı bir scçim yapılmışsa... Berlin gibi, Doğu Bloku'nun ortasında bir ada gibi kalmış, tum sakinlerinin sürekli bir 'klostrofobi' (kapalı mekânda boğulma duygusu) ile tedirgin olduğu seziien bir kentteki bir şenlik, elbette kaçınılmaz biçimde siyasal olacak oncclikle... "Stammheim" dışında da siyasal filmler vardı. lsrail filmi, Shimon Dotan'ın (Ibncel Kurtiz'e bir 'Gümüş Ayı' kazandıran) "Kuzunun Güliimseyişi" tsrail Arap çekişmesine, Doğu Alman Roland GriiFın "Irmak Kenarındaki Kv"i 1940'ların savaş günlerinde kırsal kesimden bir ailcyle çevredeki Nazi subaylarının ilişkisine, Fransız V£ra Belmont'un "Kırmızı Öpiicük Rouge Baiser"si 1950'lerin Paris'inde Stalinci bir ailenin komünizm üstüne düşlerinin yıkılışına, Gürcü Giorgi Şengelaya'nın "Genç Bir Bestecinin Öykiisii", 1905 olayları sırasında çar yönetiminin zulnıü altında inleyen Rus köylülerinin öyküsüne değinen, değişik başan düzeylerinde filmlerdi. Macar Miclos Jansco'nun Fransız yapımı "Şafak"ı, kamerasını yine Filistin'e, tsrail devlctinin kuruluşundan bir yıl öncesine çevirirken Jansco'nun aşın biçim kaygıları ve soyutlama merakı, ilginç Yahudi yazar Elle Wiescl'in öyküslinü hayli hantal ve sıkıntılı bir film haline dönüştürüyordu. Ya belgeseller?.. Fransız Claude Lanzmann'ın 8 saatlik dcv belgeseli "Shoah", Nazilerin Yatıudi kıyımı üstüne 40 yıl ötesinden unutulmaz tanıkhklar getiriyor, ınsanlığın bu en büyük kitle kıyımının hayatta kalan son tanıklarının ses ve yüzlerini saptarken, insanlığın belleğinin bu korkunç, bağışlanmaz cinayetler dizisini unutmasına set çekmek istiyordu sanki... Deneysel Alman sinemacısı Herbert Achlornbusch, "Hitler'i tyileştirin Heal Hitler" isimli filmle bir lür 'kolaj sineması' yapıyor ve öncü, deneysel nitclikler taşıyan filmiyle Almanları yine geçmişi unutmamaya eağırıyordu. Ya bugün?.. Louis Malle'm "Tann'nın Olkesi", günümüz ABD'sindeki kırsal kesimde olup biten toplumsal değişimleri, L.M. Phenix/V. Selver ikilisinin "Kımılda Biraz You Got to Move"u ise ABD'nin güneyinde zencilerin çoğunluk oluşturduğu bölgelerde oluşan göç olayını açıklarken ilginç toplumsal ve siyasal ipuçlan getiriyorlardı. Yazar Günter WallrafFın peşine takılıp onun T Ürk işçisi Ali kimliği altında 2 yıla yakın yaTadığı serüvenleri, tanık olduğu olayları, WWIrafFın gölgesinde dönüşerek gizli kamerayla Kimi çabaların temel niteliği, demagojik olmalarıydı. Tutkuları, duyguları, çağdaş dramları, toplumsal tragedyaları anlatma savındaki kimi yönetmenlerin yapıtlarımn üstündeki cilâ çabucak dökülüyor, altından sırıtan demagojinin, aldatmacanın görünümü, şenlikteki görmüş geçirmiş birçok kişi tarafından hemen fark ediliyordu. Bu alanda, Jtalyan kadın yönetmenleri doğrusu ya, öncülüğü kimselere bırakmadılar. Liliana Cavani'nin, bir Japon yazarının 1930'lardan kalma bir romanından yola çıkarak o yılların Berlin'indeki kadın eşcinselliğini odak noktası alan karmaşık bir ilişkiler yumağıru anlattığı "Berlin Macerası", Nazilerin kendi cinsel sapkınlıklannı geleneksel ahlak perdesi altında saklama girişimlerini, Lina NVertmüller'in "Karışık Bir Kadın ve C'inayel öykiisii Camorra"sı ise günümuzün Napoli'sindeki akıl almaz boyutlara varan uyuşturucu madde kaçakçılığını ve yasadışı örgütleri eleştirecek gibi gözüküyor, ama iki filmin de sonuç olarak bir şeyleri eleştirmek değil, bu görünüm altında alabildiğine ticari bir şcyler kotarmak, önemli kimi konuları, sorunları sömürmek peşinde oldukları aıılaşılıveriyordu... Biçimci tngiliz yönetmeni Uerek Jarman'ın ilginç Rönesans dönemi Italyan ressamı, yaşamını haydutlar, serseriler, berduşlar arasında geçiren ve onların resimlerini yapan Cravaggio'nun yaşamım gUnümüzle bağlar kurarak resmin, giderck sanatın gizini araştırarak verme çabası da biz.ce oldukça kuşkulu bir sonuca ulaşıyordu... Bir diğer Fransız filmi, şenliğin kapanış filmi olarak seçilen, Jerome üiaman» Berger'in ilk filmi olan "TekI.'Unique", bu kez çağdaş sorunları değil ama bilim kurgunun kimi öğelerini beceriksizce sömürüyordu. Francesco Rosi'nin "Carmen"in de izlediğimiz ünlü soprano Julia Miguena Johnson, bu filmde bir 'pop şarkıcısı' roluııde karşımıza çıkıyor ve bol bol şarkı söylüyordu. Konserlere çıkmak istemeyen yorgun şarkıcının ye Christopher Penn oytıuyorlardı. günlüğünü, 'tek'liğini kabul etmemek kolay değildi. Sanat, biraz da kimselerinkine benzemeyen özgün, farklı dunyalar yaratma çabası değil miydi? Berlin 86'da bu alanda ilk akla gclen, iki Fransız yönetmeniydi. Adlarını kaç zamandır duyduğumuz, ama filmlerini görme fırsatını ilk kez bulduğumuz... Paul Vecehiali'nin şenlikteki filmi "Rosa, Herkesin Kadını Rosa, Rose, Fille Publique", sinema çabalarını 1960'lardan beri sürdüren 55 yaşındaki sanatçının çok tipik bir filmiydi. Bir Paris semtinde, kuçuk insanlarm, özellikle genç ve güzel bir sokak kadınının, Rosa'nın yaşaınına bir bakış... Gerçek aşkı tanıdığı ve süregiden yaşam biçiminden kurtulınayı denediği an, Rosa'yı felaket bekliyordu. Ama film, bu çok kullanılmış konu Üstüne nc yeni bir melodram, ne de bir toplumsal eleştiri filmiydi. Vecchiali, alabildiğine duygusal bir ıııüzik eşliğinde, tablolai' halinde sunduğu filmiyle yaşamı sanki bir oyun, bir 'temsil' gibi algılıyor, nostaljiyle sınıfsal eleştiriyi, duygusallıkla gerçekçiliği, kalıplarla araştırmacı bir tavrı çok kişisel dozda harmanlayarak kendine özgü bir dünya kuruveriyordu... Berlin 86'da iki filmiyle, "Aile Hayad" ve "lsabelle'in Tutkusu" ile tanıdığımız 42 yaşındaki .lacgucs Doillon ise 1970'lerde başlayan sinema yaşamında kendine özgü bir yere gelip yerleşmesinin ve özel bir ün yapmasının doğrulamasını getiriyordu. Bir 'gunliik yaşam' öykülemcsi, bir tür 'anı defteri' nitcliğindeki "Aile Hayatr'ndan çok, diğer filmi tipik Doillon özelliklerini veriyordu. Hepsi de 1920 yaşlarını sürmekte olan dört genç insan, Bruno, karısı Isabellc, İsabelle'in eski sevgilisı Alain ve Alain'in şimdiki karısı Lio, bir buçuk saat boyunca perdede yalnızca duyguların, genç ruhlarda acılar, sarsıntılar oluşturan, yangınlar tutuşturan duyguların tutsağı olarak bir aşk, nefret ve tutku serüveni yaşıyorlar, tüm toplumsal bağlardan, kaygılardan sıynlmış, yalnızca 'aşk için' yaşayıp acı çekiyor veya seviniyor, sanki bir 'pembe roman'daymışçasına ufuklannı aşkla sınırlıkişiscl kalmakla birlikte kolayca içine girilen, paylaşılan, yaşanan bir dünya kurmayı bilcn bir çağdaş büyücü olduğuna bir kez daha parmak basayım... Bir Nanni Moretti vardı örneğin... 10 parmağında 10 marifet, ltalya'nın Woody Allen'ı diye adlandırılan, yazar, yönetmen, oyuncu bu sanatçı, ilk kez bir filmiyle karşımıza çıktı ve bizi şaşırttı. "Ayin Bi((i", genç bir papazın günümUz Roma'sının burjuva çevrelerindeki çeşitli olaylar, olgular, değer ölçuleriylekarşılaşmasmı tıpkı Allen gibi küçük dokunuşlarla, minik olaylarla ince gözlcmlerlc verirken, tüm bu ayrıntılardan alabildiğine ilginç bir toplumsal gözlemi de koza gibi örmesini ve bu gözleme seyirciyi ortak ctmesini biliyordu... Etlore Scola, son filmi 'Makaronide Billy Wilder'ın 'Avanti' filmindekine benzer bir öyküyü, bir iş ziyareti için Napolı'ye gelen yaşlıca bir Amerikalının 40 yıl önce bu kentte yaşadığı serüveni, bıraktığı tanışları yeniden bulmasım anlatırken, Amerikalı / Avrupalı değerlerin çelişkisine ilginç biçimde değiniyor, son kerte ince ve sevimli bir güldürü mekanizması kurmayı biliyordu. Scola, başarı duzeyini sonda biraz düşüruyorsa da, çok sevimli ve sıcak olduğu kadar, birçok kişi, kavram ve kurumu alabildiğine taşlamakta da duraksamayan filmiyle, gözde oyuncusu Jack Lemmon'un (MarccUo Mastroianni ile birlikte) kullandığı VVUder'ın sınemasına da gerçek Bir mirasçı olup oltnadığını duşündürüyordu... Kanada'dan 2 sinemacı da bize ilginç şeyler anlattılar. Lea Pool'ün "Anne 1ristler"i ilginç bir kadın portresi çizdi, bir kadının erkeklerin anlayışsızlığıyla lezbiyenliğe dek giden yalnızhğından unutulmaz yansımalar getirdi... Claude Gagnon ise kırsal kesimde kolayca patlak verebilecek Amerikanvari bir şiddetin, bir insanı yasanın önünde bir av gibi kaçmaya yönelten bir saldırının öyküsünü verdi, "Soluk Yüz Visage Pâle" filminde... Her iki film de, birer sinema başyapıtı değilse de bize oldukça özgün bir ulusal sinema anlayışının, bir top 19