22 Aralık 2024 Pazar English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

19 ARALIK 2010 / SAYI 1291 9 1 Çekimler meditasyon gibi Avcılık döneminde ne kadar tanıyordunuz kuşları, şimdi ne kadar? Eskiden bu kadar çeşidi bilmiyordum. Şimdi www.trakus.org adlı bir sitemiz var. Buradan yurtdışına ciddi bir bilgi akışı var. Hem kuş gözlemcileri hem de fotoğrafçılar yer alıyor. İstanbul, kuş gözlenebilecek en iyi yerlerden biri. Çünkü göç yolu. Örnekse İstanbul’da dağ cılbıtını ilk kez ben literatüre soktum, fotoğrafını da çektim. Fotoğraf çekimine nasıl gidiyorsunuz? İki üç araba. Biri önden biri arkadan çeker. Bizim için bu meditasyon gibi. İyi fotoğrafın sırrı ne peki? Kuşları, yaşam alanlarını tanımak gerek. Kuşu görmeden sesi duyuyorsunuz, hangi hayvana ait olduğunu bilmeniz gerekiyor. Araziyi bilmek ve ona saygılı olmak da önemli. Kendinizi kaybettiğiniz olmuyor mu? İlk başladığımda oluyordu, ama artık yok. Belli bir mesafeden çekiyoruz. Önemli olan hayvana yaklaşmak. Ama Türkiye’de bu zor. Göç alıyoruz, ama hayvan Türkiye’ye girdiği anda silah atılıyor. Bu kez insanı tehdit olarak görüyor. Örnekse, kara akbabayı çekebilmek için üç ay boyunca her hafta yanına gitmek zorunda kaldım. Neden? Gittiğimizde ormancılar odun kesiyordu. Kara akbaba da yuvasında, ağacın tepesinde. “Kaçmıyor mu?” dedim, “burada kesim yapıyorsunuz”. “Alıştı bize” dediler. Biz gittik yanına hemen havalandı, yuvayı da terk etmiyor. Tepede dönüyor. Sonra üç ay boyunca gidip geldim. Sonunda bana da alıştı, rahatlıkla fotoğraf çekebildim. G Hakan Perek’in avcılık günleri artık çok uzakta. O, avcılıktan vazgeçip doğa fotoğrafları, özellikle de kuşları çekmeye başlayan pek çok isimden yalnızca biri. Bu dönüşümden memnun ve doğaya karşı eskisinden çok daha hassas. Artık çekim için gittiği köylerin kahvelerinde bilinçlendirme toplantıları dahi yapıyor. 1. Kara akbaba 2. Kır baykuşu 3. Yaban domuzu Tövbekâr avcı doğa fotoğrafçısı oldu ZUHAL AYTOLUN lk atışını ortaokul yıllarında, yaklaşık 1213 yaşlarında yapıyor. Elinde neredeyse boyu kadar tüfeği, arabanın içinden bir sığırcık vuruyor. Hayvan yerde, kalkmıyor. Ağlamaya başlıyor sonra. Uzun süre, hıçkırarak... Kendine geldiğindeyse, bunun başka türlü bir durum olduğuna inandırıyor kendini. Zaten sonra devamı da geliyor. Her av mevsiminde, ayda 23 kez babasıyla ava çıkıyor, keklik, kaz, ördek, tavşan vuruyor. “O zamanlar avcılık çoktu. Ama biz belli bir miktar vurur dönerdik. Katliam yapmazdık” diyor şimdilerde. Yaşı 44. O bir tövbekâr avcı. Üniversite yıllarında avcılığı bırakıyor, kuşları çekmeye başlıyor. Artık elinde tüfeği değil, fotoğraf makinesi var. Hatta ilk kez görüntülediği türlerle de ilgi çekiyor. Belki pek çok “tövbekâr avcıdoğa fotoğrafçısı” hikâyesinden yalnızca biri. Ama bu dönüşümle beraber söylemek istedikleri var onun. Özel bir işletmede çalışan ve işten kalan vaktinin çoğunu kuş fotoğrafları çekip, kuşlarla ilgili araştırma yapmaya adayan Hakan Perek, kendi hikâyesini anlatıyor. Yaşamınızdaki dönüşümlere geleceğiz. Ancak avcılık hayatınıza nasıl girdi, onunla başlayalım. Aslen Aksaraylıyım. Orada, Tuz Gölü civarında avcılık çoktu. Babam da askeri savcı olduğu için, askerlikten gelen bir etki de vardı silahlara karşı. Zaten 2 babam da avcıydı. Annem de Kızılcahamamlı. Onun kardeşleri de avlanırdı. Ortaokuldayken babamla tüfeklerimizi alıp ava çıkardık. Peki hayvanlarla ilişkiniz nasıldı? Hayvanlarla aram hep iyiydi. Hatta keklik, tavşan, köpek 3 besledim. Çocuk aklı nasıl böyle işleyebiliyor? Bir yandan besliyor, bir yandan da dışarıda başka hayvanları öldürüyorsunuz? Bunun başka türlü bir durum olduğuna inanmıştım. Ama baktığınızda köylüler de hayvan besliyor, hatta hayvancılıkla geçiniyorlar. Ama Türkiye’de en fazla zararı da onlar veriyor. Çünkü bilinçsiz avlanıyorlar. Şimdi çekimler için gittiğimizde köy kahvelerine mutlaka uğruyoruz. Hem yaptığımız işi anlatabilmek hem de bilinçli avcılık konusunda bilgilendirmek için. Eskiden nesli tükenen hayvan yoktu. Kara akbaba, çocukluğumda Kızılcahamam’da derenin kenarında dururdu. Şimdi parmakla sayılıyor. Bunda avcıların da payı yok mu yani? Bunu yapan avcılar değil. Etkisi olsa olsa yüzde 5 ya da 10’dur. Esas mesele, bizim hayvanların yaşam alanlarına müdahale etmemiz. Yuvalarının üzerine evler kuruyor, tarlalara zehirler atıyoruz. Attığınız zehri fare yiyor, ölüyor. Onu tilki yiyor, tilkinin leşini karga, akbaba yiyor, ölüyor. Bu çoğalarak gidiyor. Oysa o şahini vurmasa, şahin tarladaki fareleri yiyecek zehre gerek kalmayacak. Bugün kurt ya da engerek yılanını dahi göremiyoruz. Habitat o kadar bozulmuş ki. Bütün zararı avcı vermiş olamaz. Ak kuyruklu kartalın peşindeyim Hayaliniz hangi kuşu çekebilmek? Ak kuyruklu kartalı yakından çekmeyi çok isterim. İdolümdür. Asıl uğraştığım alan ise kara akbabaydı. Onu çekebildim. Türkiye’de neyi görmek istersiniz? En azından Edirne’deki 29 Ekim geçişlerinde avcıların yarattığı manzarayı görmek istemem. Avcılığı da fotoğrafçılığı da adam gibi yapmak gerek. Çevreye duyarlı olalım. Dört yıl önce çektiğim hayvan popülasyonuyla şimdiki arasında fark var. Artık hayvan Türkiye’ye gelmiyor, insandan kaçıyor. Çekimlerimin yüzde 70’ini Riva’da yaptım, ama bu yıl yok. Çünkü orada ciddi bir yapılaşma var. Hayvanların yuvalarına moloz döktüler, inşaatlar yaptılar. Hayvan da sakin yerlere çekildi. Oysa hayvanlarla beraber yaşamayı öğrenmeliyiz artık. Sizin gibi daha önce avcılık yapıp şimdi fotoğrafçılığa geçen arkadaşlarınız var mı? İnternet sitesindekilerin çoğu eskiden avcıydı. Şimdi o adrenalini hepimiz fotoğrafla alıyoruz. Peki ya aileniz? 16 yaşında kızım, 9 yaşında oğlum var. İkisi de çok ilgililer fotoğrafa. Oğlum makineyi kaldırmakta zorlansa da küçük objektifle çekiyor. Eşim ilgilenmiyor ama en azından pazar günleri evde olmadığımı kabullenerek destek veriyor. Bu da epey önemli... Son olarak hedefinizdeki rotayı sormak isterim. Kara akbaba için Erzurum’a gitmek istiyorum. Bir de Bulgaristan var. Orada bu iş parayla yapılıyor. Adamlar kulübe yapmış, dışarıya da devamlı leş atıyorlar. Akbabalar her gün oraya geliyor, kulübeden akşama kadar fotoğraf çekiliyor. Aynı heyecanı sağlamıyor tabii. Bu işin heyecanı başka. İki saat kamuflajla yerde hareketsiz yattığım oluyor. Arkadaşlar bazen zorlukla kaldırıyor yapıştığım yerden. Böyle bir iş bu, işte. G İ Peki siz ne zaman ve nasıl bıraktınız avcılığı? Üniversiteden sonra askere gittim geldim, evlendim. O dönem akvaryum hobisi başladı. Bir tonluk bir deniz akvaryumum vardı, mercan ağırlıklı. Akvaryum aldıktan sonra da hiç ava gitmedim. O sayede internette daha fazla vakit geçirmeye, fotoğrafları incelemeye başladım. Fotoğraf makinemi de akvaryum fotoğrafı çekebilmek için aldım. Derken kuş fotoğrafları takip etti onu. Sonra da bu işle mücadele etmeye, kahvelerde insanlarla konuşmaya başladım. Fotoğrafçılıkla nasıl bir çıkış buldunuz kendinize? Bu nasıl bir tatmin oldu? Her yerde her zaman avlanamazsınız. Ama her yerde kuş fotoğrafı çekebilirsiniz, şu parkta dahi. Hele de farklı bir kuş gördüyseniz onun adrenalini başkadır. Fotoğraf her şey. Kurdu, tilkiyi, her şeyi çekebilirsiniz. Bu daha heyecan verici. G Alzheimer’ın ilacını bulan aile ir süredir kadın anlatıları yazıyorum. Sadeliğiyle dikkat çeken, alkış beklentisi olmayan kadınları. Görünmeyen Gülüver’leri! Yaşamı, onların tümceleriyle yazıma taşıyorum. Göz pınarlarından akan yaşlarla bahçemi suluyor, tecrübe ormanından getirdiğim fidelerle kök salıyorum. Çabuk büyüyorum. Bugün faklı. Susan bir kadını anlatacağım. Gözucuyla izlediğim bir kadını! Ayşe’yi. Ayşe Dalan, 58 yaşında, 6 yıldır Alzheimer hastası. Selahattin Bey’le evli olan Ayşe Hanım, Aylin ve Gözde isimli 2 peri kızının da annesi. Kendisiyle, Gözde’sinin düğününden bir gün önce Antep’te, damat Cumali Polat’ın evinde tanıştık. Düğün öncesi konuklarını ağırlamaktan mutluluk duyan bir çiftin, maaile sofrasında, yan yana EBRU oturduk Ayşe Hanım’la. İzmirliydi. GÜZEL Güzeldi. Alzheimer, Ayşe Hanım’ı genç yaşta yakaladığı için hızlı ilerlemekteydi. Birkaç yıldır kızından, evdeki değişimleri ve hastalığın evrelerini takip ediyordum. Gözde’yi en çok sarsan, annesinin boş bakışları, beniyse musluğu çevirmeyi unuttuğu gün olmuştu. Selahattin Bey eşine bebek gibi bakmaktaydı. Yemeğini, banyosunu, giyimini, tüm ihtiyaçlarını sevgiyle yapıyordu. Profesyonel motor sürücüsü baba, bu sevdasını eşine de alıştırmış: “Her yere birlikte gidiyoruz, kaskını takıyorum, motorun arkasına oturtuyorum, rüzgâra bayılıyor” diyordu. Gülüyoruz. Ayşe Hanım’a dönüyorum, nasılsın diyorum. “İyiyim, sen nasılsın” diyor. O kadar. Bakışıyoruz. Dilinden kocasına seslendiği baba kelimesi düşmüyor. Yüzüğüme bakıyor, küçük bir kız çocuğunun ürkekliği ve merakı içinde. O kadar. B Ertesi gün, düğünde onu arıyorum. Bakışları dışında, her şeyiyle tas tamam bir kadınla karşılaşıyorum. Hastalığın endamını bozamadığı, karizmatik bir kadınla. Mutlu ve rahat olduğunu gözlüyorum. Ayılıyorum. O, bakışlara aldırmaz; ben etraftaki her bakışı fark ederek yaşıyordum. Bir an için fark etmemenin güzelliğine göz kırptım. Aklımdan binbir sorucevap geçiyordu. Bu Alzheimer nasıl bir hastalık? Cinsiyeti var mıydı? Genetik bağa dayandığını ve 65 yaş üstü kadınları sevdiğini biliyordum. Öyle ki 80’ini geçenlerin yüzde 50 risk taşıdığını! Oysa Ayşe Hanım’ın ailesinde demans yoktu. İlk belirtiler yorgunluk ve unutkanlıkla başlamış, ancak menopoza bağlanmıştı. Vergi iade makbuzlarını dolduramaz, TV kanallarını bulamaz olmuş. Demek unutkanlığı yalnızca yaşlılığa bağlamamak gerekiyordu. Alzheimer Vakıf Bşk. ve Cerrahpaşa Tıp Fakültesi Psikiyatri Kliniği Üyesi Prof. Dr. Engin Eker’in yazısını anımsadım: “Alzheimer’ın belirtileri evde, işte ya da çeşitli aktivitelerdeki performansı etkileyecek kadar şiddetli unutkanlıktır. İyi tanınan insanların ya da nesnelerin adlarının unutulması, hiçbir zaman yaşlanmanın normal bir parçası değildir. Unutkanlık, Alzheimer başlangıcı olabilir. Alzheimer gelişmiş ülkelerde kalp hastalıkları, kanser ve inmeden sonra ölüme neden olan 4. hastalıktır” (http://www.alzheimernedir.com). Ayşe Hanım’da zamanla kapı kilitlemeler, bıçakla yatmalar, hayali hikâyeler gibi şizofrenik belirtiler başlamış. Akrabalarının yemeğin doktoru dediği kadın, yemek pişiremez olmuş. Bu gizli ilerleyen hastalıkta tanı, “psikanaliz testi”yle koyuluyormuş. Gelin ve damadın salona giriş müziğiyle kendime geldim. Ayşe Hanım’a baktım, her şey normal. Selahattin Bey bir eliyle eşinin elini tutmuş, diğer eliyle gözlük camlarının altından, ıslak kirpiklerini ovuşturuyordu. Acaba kaç evliliğin erkeği ya da kadını onun gibi sabır sınavından sevgi tam puanıyla geçerdi? Üstelik Ayşe Hanım’ın 80’inin üstünde anne ve babasıyla da ilgileniyordu. Onun sevgisi benim dünyaya ve geleceğe umutla bakışımın ismi olmuştu. Evet, tıbbın bu hastalığı yok edebilen bir ilacı yoktu. Aile, kişiye özel bir sevgi ilacı üretiyor, Ayşe Hanım son dozda kullanıyordu. Antropoloji alanında, Alzheimer konulu doktora tezi yazmaya başlayan Gözde, “faydam olacaksa gozdedalan@hotmail.com’dan bana ulaşabilirler, babamın numarasını da yollayabilirim” diyordu. Düğünde dansın hakkını veren, tartışmasız, Ayşe Hanım olmuştu. Olayları anlayan, ama anında unutan bu kadın, o gece gözlerini Selahattin Bey’den ayırmayı bir an olsun unutmamıştı. G guzel1977@gmail.com C M Y B C MY B
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle