Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Yıllar
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
17 OCAK 2010 / SAYI 1243 9 Şiddetin sunumu da pornografiktir Özgür Korkmazgil’in “18+” sergisi pornografi kavramının yenilendiğine işaret ediyor. Korkmazgil dikkati bu yöne çekiyor, uyarıyor: “Artık hayatın neresinde ne tür bir şiddetle karşılaşacağımızı ve bizi ne kadar yıpratacağını bilemiyoruz.” ZUHAL AYTOLUN Çalışmalarında toplumsal meseleler üzerine eğilen Özgür Korkmazgil, son sergisiyle bu kez de pornografi kavramını yeniden gündeme getiriyor. Casa Dell’Arte Galeri’de açılan ve 30 Ocak’a dek sürecek sergisinde pornografi kavramını sorguluyor. Serginin ismi “18+”. Korkmazgil, bu isimle Türkiye’deki sansürü protesto ettiğini söylüyor. Gerçi aynı zamanda da bu isimle, sansüre karşı kendisini koruyor. Serginin derdi Özgür Korkmazgil’in sergisi 30 Ocak’a kadar sürecek. eleştirmek değil. Pornografi üzerine konuşulmasını ve düşünülmesini sağlamak. Cinselliğin de tanımlarının değiştiğini söyleyen Korkmazgil, sergiyle beraber pornografinin cinselliğe odaklı bir kavram olmadığını vurguluyor. Sergilerinizde her zaman güncel ve toplumsal meseleler üzerine eğiliyorsunuz. Peki neden şimdi bir 18+ sergisi hazırladınız? Artık kavramların yeniden düşünülmesi gerekiyor. Pornografi de bunlardan biri. Bir sanatçı olarak bu kavramın yeniden tartışılması sürecine tanıklık etmek istedim. Çünkü pornografi kavramının yalnız cinsellik üzerinden değil artık hayatın başka noktalarına da sıçradı. Şiddetin gösterilmesi ve sunumu da pornografi tanımına dahil. Peki neden ismi “18+”? Sergiye hazırlık sürecinde nelerle karşılaştınız? Bu konuda bir süredir okuyor, düşünüyor ve sanatçı, sosyolog, düşünür insanlarla konuşuyorum. Aslında pornografi, Türkiye için oldukça sert bir konu. Birçok sanatçının sergisi toplatıldı, işleri veya yazdıkları toplandı ya da yargılandı. Oysa sanat söz konusu olduğunda, hukukun çok daha dikkat etmesi gerekiyor. 18+ sergi ismi olarak, Türkiye’deki sansürü protesto ediyor ve aynı zamanda sergi sansüre karşı kendisini koruyor. Her gün görsel medyada dikkatsizce sunulan birçok olayda, haberde ya da programda var olan şiddet çok daha yıpratıcı. Körfez savaşının canlı gösteriminden sonra herkes şaşkınlığa uğramıştı. Ama aynı anda ülkede bir cinayetin nasıl işlendiği en ince detayına kadar anlatıldı. Her şeyin uluorta sunuluyor olması artık çok düşündürücü. Pornografinin ve cinselliğin tanımları nasıl bir değişime uğruyor? Önümüzdeki süreci nasıl yorumluyorsunuz? Kavram genişlerken, cinselliğin hukukunun da tanımları değişiyor. Medyada nelerin, nasıl sunulacağının sorgulandığı bir dönem yaşanıyor. Çünkü toplumsal sarsıntılar ve hastalıklar da artıyor. Savaşlar, genetik çalışmalar, ortak kullanımdaki para ve bu paranın gücünün yaratılması gerçekliğinde yaşatılanlar, uyuşturucu kullanımının ve tasarımının artışı, toplumsal gerilimler, trafik, bireysel silahlanma, faşizan dayatmalar, giderek artan oligarşi, markalaşma isteği, markalaşmanın bir başarı olarak tanımlanması, gözetleme ve ayrıca izleme ve izlenme isteği… Bütün bunlar hayatı etkilerken, sanırım pornografinin tanımını da yeniden şekillendirecek. G ADNAN BİNYAZAR Öpüşmenin anlamsal boyutları püşme, cinsel yakınlaşmanın erotik aşamasıdır. İlk öpüşün tadı yaşam boyunca unutulmaz. “Öpüşüp koklaşma” deyimi, erotizmin daha ileri bir aşamasını anlatıyor olmalı... Havada iz toz bırakmadan uçuşan kokunun kışkırtıcılığı, Patrick Süskind’e Koku adlı bir roman yazdırmıştır. Öpüşme erotik olmakla kalmıyor; toplumuna göre, değişik ilişkilere de yansıyarak töreselleşiyor. Eskimolar burunlarını birbirine sürterek öpüşüyorlar. Orhan Pamuk, dudak dudağa öpüşülürken burnun ne durum alacağını merak edermiş; herhalde çocukluğunda?.. Eskimolar çözümü bulmuşlar, artık burun engelini aşmak Nobelli yazarımıza düşüyor... Eski Türklerin yaşamının anlatıldığı Dede Korkut Kitabı’nın bir yerinde “emişme” sözcüğü geçiyor. Yaygın sözcük ise “gocuşma” (kucaklaşma). Gocuşma töresi, yağlı güreşlerde bugün de sürüyor. Güreş, büyük olasılıkla bir tür savaş oyunu idi. Halk ağzında güreş için “yıkış tutmak” deyimi kullanılıyor. Zaten savaş oyunlarında amaç, hasmını yere yıkmak değil mi? Elin ele değmesi, bedensel dokunmalar, insanda ruh erinci yaratır. Lady Chatterley’nin Aşkı yazarı Lawrence’ın, “Sevgi dokunmaktır,” sözüyle bu erinci vurguladığını sanıyorum. Güreş bitiminde yenilen, yenenin sırtını sıvazlayarak onun yiğitliğini onamış olur. Öpme, güreş töresinde de var. Genç bir güreşçi kendinden yaşlı birini yenmişse, eğilip onun elini öper. Bu, yendiğinin yiğitliğine, o güne değin güreşte gösterdiği başarılara saygı anlamı taşır. Bizim töremizde bayramlarda yaşlıların, büyüklerin eli öpülür. Büyük de gencin gözlerinden öper. Bunun ucu, ana ata emeğini kutsama törelerine değin uzuyor. Aynı yaşta olanlar ne kucaklaşırlar, Ö ne öpüşürler. Onlar birbirinin elini sıkarlar. Anadolu’nun dağlık obalarında el sıkışmada kadınerkek ayrımı yoktur. Rus erkekleri dudak dudağa öpüşüyor. Komünist dönemin devlet adamları, onların yolundaki ülke yöneticilerini öpmez, üç kez kucaklayarak karşılarlardı. İlki konukluk, ikincisi devlete saygı, üçüncüsü dostluk sarılması olmalı... Doğu toplumlarında da rastlanıyor bu göreneğe. Kadın pek ortalarda görünmediğinden, görünse de ağzı burnu peçeyle örtülü olduğundan onların nasıl öpüştüklerine ilişkin bir gözlemim yok. Kadınlar açıkta kalan tek yerleri gözleriyle öpüşüyor olamaz mı?.. Osmanlı’da el etek öpmeyi kim bilir hangi dalkavuk başlattı! Dalkavuk alçaldıkça, öpüşü, ayağın altındaki toprağa dudak sürmeye değin götürmüştür... *** Mektupların bitiminde ya da ayrılırken yinelenen “öpüldünüz” sözü bende tiksinti yaratır. Hele, gemi gövdeli adamların duba çarpışmasını çağrıştıran, içtenlikten uzak, çıkara dayalı şapur şupur öpüşmelerini gördükçe, tiksintiyi de aşan bir duyguyla sarsılıyorum. Felakete umut bağlanır mı? Ben bağlıyorum. Ayrıca, büyük sermayenin bir çıkar oyunu olduğu bilim adamlarınca kanıtlanan domuz gribinin, toplumda korku yaratıp bu tür öpüşmeleri önleyeceğini umarak içten içe sevinmiyor da değilim! Üzerimizden domuz gribi korkusu kalkınca, dizi filmlerde süresi gittikçe uzayan erotik öpüşleri artık hoş görmeliyiz. Yazıya başlarken tanımladım; öpüşme, cinsel yaklaşımın ilk aşamasıdır; piyasayı saran porno filmler de, nasıl olsa ötesini aratmıyor!.. G binyazar@gmail.com Saklı şiddetin pornografisi... orkmazgil: “Körfez savaşında, o günlerde henüz ismini öğrendiğimiz uçak gemilerinden havalanan, yine ismini yeni öğrendiğimiz uçaklar, adlarını unutamayacağımız bombaları kentlerin ve sivil halkın üzerine bırakıyorlardı. İnsanlar, savaş tanımını kitaplardan ve filmlerden biliyordu. Oysa şimdi, canlı olarak izliyor ve dehşete düşüyorduk. Bunun sunumu, bütün dünyaya ve izleyicilere bir tehdidi de içeriyordu. Tabii tanklar da görevlerini sonsuz bir hızla gerçekleştiriyorlardı. Kentin içinde ateş püskürüyorlardı. K İnsanlık, yine kaybediyordu… Etkin ve edilgen olan vardı. Şiddetin böylesine gösterilmesi pornografikti. Artık bu bir savaş değildi. Tankın namlusunun perspektif olarak izleyicinin burnuna kadar dayanarak boyanmış oluşu, aslında öznenin onun karşısındaki direnişine işaret ediyor. Çünkü en ciddi yok edicilerden bir tanesi tank. Hiç şüphesiz örnekleri çoğaltmamız mümkün. Genetiğiyle oynanmış, laboratuvar ürünü herhangi bir gıda ürünü de pornografik aslında. Yani genetiğiyle oynanmış şeylerin vücudumuzda neleri bozacağını henüz tam olarak bilmiyoruz. Açıkçası burada da saklı bir şiddetten bahsetmek olası. Dolayısıyla, artık hayatın neresinde ne tür bir şiddetle karşılaşacağımızı ve bizi ne kadar yıpratacağını bilemiyoruz. Ucu bucağı bilinmeden süren, farkında olmaksızın bir tüketim var. Tüketme isteği şiddeti arttırır.” G Fragmanı olan ilk kitap SİNEM DÖNMEZ M ilat, İhsan Kaplan’ın ilk romanı. Romanda, yaklaşmak için farklı duyulara seslenmek olduğunu bilim kurguyla din felsefeleri birleşiyor, bir vurgularken, bununla birlikte kitapta görsel öğelerin ileri, bir geri kurguyla hem dinler hem de hafızada canlanması için çalıştığını söylüyor: Adrian gelişen teknoloji harmanlanıyor. Romanı da Özdemir de çocukluk arkadaşı Kaplan’ın. Kitabı benzerlerinden ayıran şey ise kitabın piyasaya okuyarak yapmışlar bestelerini. O yüzden de kitabı sürülmesinden önce fragmanının yayınlanması. okurken, şarkılar olaylara tempo tutuyor gibi geliyor. Sinematografik bir dille yazdığı kitabına bir fragman Bir de fragman konusu var tabii. Kaplan, çeken Kaplan, bununla da yetinmemiş, bir de fragmana basit bir tanıtım fikri olarak bakmak soundtrack hazırlamış. Bölümlerin başlarında hangi gerektiğini söylüyor. Bir kitabı tanıtmanın çok kolay şarkıyla dinleneceği yazıyor. Kaplan, kitap bittikten olmadığını söyleyen Kaplan, kitabı tanıtırken sonra da şarkılar dinlendiğinde kitaptaki o bölüm görsellik kullanmak istemiş. Haliyle de aklına hatırlansın istiyor. Kaplan’la roman fragman çekmek gelmiş. “Aslında yazma macerasını konuştuk. romanlar çok sattıktan sonra film Roman Vatikan’dan Kudüs’e, olurlar, biz satmadan fragman Edebiyat okurlarıyla İstanbul Galata’dan, yaptık. İlle de film çekelim diye bir Kuşadası’ndaki Meryem Ana düşüncemiz yok, kaygısız yaptık. okumayanlar Evine kadar uzanıyor. Haliyle Fragmanı Eray Mert çekti, o da dinlerden, dinlerin felsefelerinden çocukluk arkadaşım. Piyasaya bir arasındaki büyük de çokça bahsediliyor. Bol bol ürün çıkartıyorsanız onu uçurum kapansın, kuantum fiziği, gelişmiş teknoloji tanıtmanın en kolay yolu görsel ve bilimkurgu da var. Cem Adrian, öğe kullanmak. Kitaptaki belli kitapçıya hiç İnan Özdemir, Erkut Demirci ve diyalogları kesip bir sinopsis girmeyenler de Jochen Koschorke kitap için yazdım. Onu da üç günde çektik. şarkılar bestelemişler. Yani Merak uyandıran bir iş çıktı kitabını okusun istiyor enikonu soundtrack’i var Milat’ın. sonuçta. İstediğimiz de merak İhsan Kaplan. Kaplan, amacının gerçekliğe edilmesiydi” diye anlatıyor Kaplan. Peki, tepki almadınız mı diye soruyoruz. “Kitaba güvenmiyor muydunuz?” diye soruyorlarmış genelde, “Güvenmesem neden bu kadar uğraşayım ki?” diyor, “Türkiye’de edebiyat okurları ve okumayanlar arasındaki uçurum çok büyük. Ya hiç okumayan ya çok okuyanlar var. Hiç okumayanlara, İstiklal Kitabevi’nin yerini bilmeyen insanlara ulaşmak için tanıtım filmi iyi bir metot diye düşündüm.” Kitabın tarzı Adam Fawer ve Dan Brown’a benzetiliyor mu diye sorduğumuzda, bunun yazım tekniğiyle ilgili olduğunu söylüyor. “Bu iş aslında teknik işi. Okuyucu artık çabucak kapılabileceği, unutmayacağı, kaldığı yerden devam edebileceği şeyleri seviyor. Özellikle gençler.” Kitapta her bölümün başında bir yazardan alıntı var. Özellikle en sevdiği yazarları seçmiş Kaplan: “O cümlelerin hepsi, bir cümlesini oku bin kere düşün İhsan Kaplan bilimkurguyla felsefeyi harmanladığı yazı tarzına devam edecek. Fotoğraf: VEDAT ARIK dediğim cümleler. Tanımayan okuyucular da Hermann Hesse’yi tanısın istedim. Kendi sevdiğim yazarlara yönlendirdim, Her bölümle alakalı oradaki meseller. O bölümlerin sigortaları gibi.” Bir okur, “Kitabı bitirdim, şimdi bir kere daha okuyorum, izliyorum ve dinliyorum” demiş. Kaplan da çok sevinmiş. Kitapta bazı kapılar çok açık. Kaplan, “Çok da gizli kapaklı olup her şeyi bir anda açıklamayı sevmiyorum, bazı şeyleri okuyucuya bırakmak lazım” diyor. Daha çok yenilikçi fikri var: “Kitap yaşasın istiyorum. Kafamda hâlâ yeni fikirler var kitabı canlı tutmak için okurların kafasında. Bir takım sürreel hayaller hepsi diğer sanat dallarına giden. Bakalım gerçekleştirebilecek miyim?” G C M Y B C MY B