Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Yıllar
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
6 PAZAR YAZILARI 16 AĞUSTOS 2009 / SAYI 1221 Yaşantı kesişmeleri ADNAN BİNYAZAR urat on iki yaşında. Ağustosun aman vermez sıcağında babası apartmanın dış sıvasını yapıyor, Murat getir götür işlerinde ona yardım ediyordu. Sanki çocuk değil, ateş parçası! Site sorumlusu, elindeki planı bir yerde unutmuş aranıyordu. Murat bir iki dakika sonra planı getirip adamın önüne koyunca herkesin ağzı açık kaldı... Yetişkinler, her çocukta kendi geçmişleriyle yüzleşirler. Ama çocukluğun dönülemeyecek bir ülke olduğunu da bilirler. Kimi zaman hırçınlaşıp derin sessizliklere gömülmelerinin nedeni bu olmalı... Anam, yaşlılık unutkanlıklarını eleştirdiğimizde, bize halk diyalektiğinin özeti sayılacak bir sözle karşılık verirdi: “Ben sizin gibi olmayacağım, ama siz benim gibi olacaksınız...” Anamın sözü, Gauguin’in, bir resmine verdiği “Ne idim, neyim, ne olacağım?” adının halkçası... Yaşadıklarımı Murat’a yönelik izlenimlerimle kesiştirince, kendimi bir anda altmış yedi yıl önceki çıraklık günlerimde buldum. Kocamustafapaşa’da Sümbülefendi Camisi’nin caddeye açılan kuzey kapısının karşısındaki dört masalı aşçı dükkânının tek çırağıydım. Murat’tan beter bir “ateş parçası”! Öyle olmazsam, pazarcıların, üstünde kırmızıbiber acısı tüten tarhana çorbasını sıcak içemeyeceklerini bilirdim; yalnız onu da değil, manavların bahşiş yerine verdikleri bir yanı çürük elmaları yiyemeyeceğimi de... İçimde çıraklık yıllarımın kâbusu, gözüm Murat’ta... Zekâ, sinyali göze yansıyan soy mücevherlerin parıltısıdır. Murat’ın gözünde yalımlaşan o parıltıyı ayırt edinceye değin bakışımı çocuktan alamadım. Sonra eve koştum, bir kitabımı imzalayıp Murat’a verdim. Önce şaşırdı, sonra kitabı elimden kapıp ortadan kayboldu. İki ay kadar önce de, lagar bir beygire dönmüş arabasının arkasında kitap okuyan bir hurdacıya rastlamış, elimdeki tek kitabı ona imzalamıştım... Kitap kavramına uzak, yarı aileli, yarı ailesiz bir ortamda büyüdüm. Şimdi ise, kitapların yarattığı insan gözüyle bakıyorum kendime. Beş altı yaşlarındaydım. Benden iki üç yaş büyük bir çocuğun elinde bir kitap görmüştüm. Kitapta, sağ eliyle bir makinenin çarkını çeviren, sol elinde tuttuğu kitabı okuyan bir çocuk resmi vardı. Kitap, gözümün elifine o gün, o çizimresimle yazılmıştır. Resimdeki çocuğun, ilk buharlı lokomotifi tasarlayan George Stephenson olduğunu yıllar sonra öğrendim. Okuma isteği duyan, kendini iğnenin deliğine sığıştırıp eline kitabı alır. Onun için, kırk yılı aşan öğretmenliğimde, okumaya vaktinin olmadığını söyleyen öğrencilerime hiç inanmadım. Onların kültürel alanda bir varlık gösterdiklerini de duymadım. Yazıya dalmışken nerdeyse Murat’ı unutacaktım... Ozanın deyimiyle, o gün de “gün akşam olmuş”, bir iki lokma bir şeyler yemek üzere dışarıya çıkıyordum. Yolda Murat’ı gördüm. Bir köşeye oturmuş, bir yandan boya karıyor, bir yandan imzaladığım kitabı okuyordu. Öyle dalmıştı ki, yanından buharlı lokomotifler geçse duymazdı. Sesimi çıkarmadan, “Ey Stephenson Usta, yıllarca bende yaşadın, şimdi Murat yaşatıyor seni...” deyip yürüdüm. G binyazar@gmail.com M İnsani dokunuş sinemanın özüdür... ASLI SELÇUK “Büyük hırsları olan küçük bir ülke” olarak tanımlıyor ülkesini usta yönetmen Csaba Bollok. Macaristan’da yaşamın tadını çıkaracak ulu dağlar ya da engin denizler yok. Bu “İska’nın Yolculuğu”ndan kareler... yüzden de enerjilerini bilime, felsefeye ve sanata yönelttiklerini anlatıyor Bollok. “Güzel bir sinema tarihimiz var. Altmışlarda, yetmişlerin başında dorukta olan sinemamız son yıllarda Avrupa’da yine eski saygınlığını kazanmaya başladı” diyor. M acaristan’ın 2009’da Oscar adayı olan Iska’s Journey’in (İska’nın Yolculuğu) yönetmeni Csaba Bollok, şu anda üçüncü uzun metrajı Cloud Number Nine (Dokuz Numaralı Bulut) filmi üstünde çalışıyor. Bollok, Altın Koza’da da jüri üyesiydi. Kendisiyle sinema biçemi, Türk ve Macar sineması ile ilgili özel bir söyleşi yaptık. İska’nın Yolculuğu’nda Macaristan’daki sokak çocuklarını anlatıyorsunuz. İzleyiciye iletiniz neydi? Bu çalışmamla film yapımının kökenlerine dönüyorum, yaşamla yüzleşiyorum. Sinema salt yaşamdan kaçış değil yaşamla bağ kurmaktır da. Saraybosna Film Festivali’nde Maria Vargas’ın yorumu için Jeremy Irons “Her aktrisin, her aktörün incelemesine değer bir oyunculuk gördüm” yorumunu yaptı. Benim küçük kahramanım dünyadaki tüm sokak çocuklarının temsilcisi. Çocukluklarını yaşayamamış, yanlış zamanda, endüstrinin iflas ettiği yanlış yerlerde doğmuş yoksul çocuklar. Dünyanın her noktasında bu olaylar oluyor. Filmin sonunu açık bıraktım. Maria’cık tümüyle kayboluyor ama onurunu asla yitirmeden. Yalnız kendine dayanıp güveniyor. Altın Koza’daki jüri üyeliğiniz nasıl geçti? Dört hoş adamla jürilik yaptım. Üçü Akdeniz ülkesindendi. Ümit Türkiye’den, Andreas Yunanistan’dan, Willian İtalya’dan. Hollandalı Daniel Kuzey’den bense hiç denizi olmayan Macaristan’dan Macarcada Törökfürdö Türk hamamı demek. Altın Koza umduğumdan büyük bir etkinlikti. Çok izleyici vardı, halk coşku doluydu. Venedik’te gençler Tom Cruise’u görünce vahşileşiyorlar. Adana’da Türk oyunculara değer verildiğini görmek güzeldi. Festival olumlu bir enerjiyle doluydu. Dünyada az rastlanan bir biçimde çok iyi şekilde ağırlandık. Hilmi, Kadir, İsmail’i hiç unutmayacağım, tüm yürekleri, dikkatleriyle çalıştılar. Adana’da birçok sanatçı yetiştiğini duydum, bu da buradaki olumlu enerjinin göstergesi. Bu dost canlısı festivali koruyun. TÜRK VE MACAR SİNEMASI... Ya Türk sineması için söyleyecekleriniz... Yılmaz Güney’i, Özpetek’i, Ceylan’ı biliyorum. En son Uzak’ı izledim. Ufacık ayrıntılarla, öyküyü anlatışıyla film Hollywood’un bir antitezi gibi. Kişisel anlatımlı bir film izlemek her zaman tazeleyicidir. Zavallı Hollywood’un anlatım kurallarının dünyayı neden yönettiğini bir türlü çözemedim. Türk müziğini de seviyorum. Onur gecesinde Cahit Berkay’ın çalışını çok beğendim. O gece altmışların, yetmişlerin Türk filmlerinden parçalar izlerken aynı dönemlerde Türk ve Macar sinemasının benzeşmesine şaşırdım. Çatışmalar, ayrılıklar bile aynı. Kültürlerimiz farklı olabilir ama demek ki çok da farklı değil. Dünya aynı havayı soluyor. En önemlisi duyumsama, algılama biçemimiz. North by North’un konusuna değinsek... Küçük bütçeli ilk filmimi en yalın şekilde çektim. Godard’ın “Film, bir kadın ve bir tabancadır” sözünü unutmam. Çalışmamı yalın olarak böyle açıklayabilirim. Tabancanın yerine bir Csaba Bollok “İska’nın Yolculuğu” filminin çekimlerinde... Fabrikadan çıkan Lumière işçileri, savaş sonrasındaki Rossellini’nin sokak çocukları işte tüm yaşamın gerçekleri. Sezgilerim bana yaşamda var olan karakterlerle film yapmanın doğru olduğunu, ülkemde, günümüzde geçen bir öykünün yerinde seçim olduğunu söyledi. İska’nın Yolculuğu’nda gözümüzün önünde büyüyen, zar zor okuma olanağı bulan müthiş zeki bir sokak kızı var. Bu gerçekten şaşırtıcı bir deneyimdi benim açımdan. Onunla ilk karşılaştığımda Güney Karpatlar’daki bir maden kasabasında ailesini beslemek için hurda demir topluyordu. Dazlak, utangaç küçük bir kızdı, adının Maria olduğunu söyledi. Onun çocukluğunu anlatmalıydım. Hiç yakınmadan bizlere ve dünyaya nasıl baktığını göstermeliydim. Hurda toplamanın, madencilerle kâğıt oynamanın dışında gurur duyacağı bir şey yapmasını istedim. Oyuncu, yapımcı karım Agnes’le onu uzun süre, sık sık ziyaret ettik. Film 2007’de bitti, dünyada dolaşmaya başladı. Maria da filmle Berlin, Los Angeles gibi yerleri gördü. İletisi şu: Neden bu böyle? Dünyanın üçte birinin aç olduğu, üçte birinin de diyet yaptığı bu gezegende mi yaşıyor o? Evet. Bu bence büyük bir utanç. Maria’nın oyunculuğu da çok beğenildi... geliyordum. Zavallı güzelim Macaristan. Kadınsı bir tepki gereksinimi duyunca Öğrenci Filmleri jürisine bakıyordum. Kadın duyarlılığı bence önemli çünkü farklı, belki de erkeklerden daha derin. Öngörülenden daha çok ödül vermeliyiz, genç sinemacıları yüreklendirmeliyiz. Kısa filmler az parayla fakat büyük enerjilerle yapılıyor. Türkiye’ye ikinci gelişim. Yıllar önce İstanbul’a film atölyesi için gelmiştim. İlk Türk festivalim Adana’yı daima ilk aşkım olarak anımsayacağım. Biz Macarlar Türkiye’de kendimizi evimizde gibi görürüz, yabancılamayız. Ben Eger kasabasında büyüdüm, orada bir cami vardı. Budapeşte’de bir çok Türk hamamı var. Bu sözü de Özpetek’in filminden öğrendim. CSABA BOLLOK Macaristan Film ve Drama Akademisi’den yönetmen olarak mezun oldu (1994). Ünlü Bela Balazs Stüdyosu’nda kısa filmler çekti. İlk uzun metrajı North by North’la (1999) Macar Film Eleştirmenleri ödülünü kazandı. İska’nın Yolculuğu’nun (2007) dünya ilk gösterimi Berlinale’de yapıldı. Film, Yılın Keşfi, Reykjavik, Monterrey film festivallerinin, Macar Film Haftası’nın büyük ödüllerini, Brüksel Avrupa Film Festivali’nin en iyi oyuncu ödülünü aldı. G bisiklet koydum, kız da var. Juli, babası ve erkek kardeşiyle taşrada yaşar. Annesi onları terk etmiştir. Bu tekdüze yaşamdan sıkılan genç kız bisikletine binip karlı dağlara doğru sürer. Gece dönmeyi düşünür ama yolunu kaybeder. Acemi hırsızlarca kaçırılır. Bulunduğumuz durumdan umutsuzca kurtulmaya çalışırken başaramadığımızı, sonunda sınırlarımızın farkına varıp güvenilecek insanlar bulmamızı anlatan, soyut değinmeleri olan bir film. Bisikletin devinimini izleyen, yavaş akan, az diyaloglu bir çalışma. Bu benim sinema biçemim oldu. Diyaloga değil, görüntülerin gücüne dayalı filmler yapıyorum. Zoltan Fabri, Istvan Szabo, Bela Balazs, Macar Sineması’nı dünyaya tanıtan çok önemli adlar. Onlardan neler öğrendiniz? Bela Balazs Stüdyosu’nun son dönemlerinde üyelerindendim. North by North’u orada yaptım. Özgünlük peşindeki genç sinemacılar için kurulan stüdyoda üretilen işlerin çoğu öncü ve sosyal sinema örnekleriydi. Yetmiş ve seksenlerde çoğu burayı terk edince stüdyo önemini yitirdi, sinema tarihine karıştı. İlk kısalarını stüdyo için çeken Szabo Yeni Dalga’nın ruhuydu. Film akademisinde benim de hocam oldu. Dışarı gidip Hollywood tarzı filmler yapmaya başlayınca Szabo’ya yazık oldu çünkü özgün biçemi olan büyük bir ustaydı. Zoltan Fabri de hocam oldu. O, eski kuşak bir yönetmendir ama onu hâlâ çok severiz. Cassavetes, Ferreri, Makavejev gibi öyle sinemacılar var ki zamana karşı hep tazeler. Sanırım insan olayını çok yakından gösterebildikleri için. Bu insani dokunuş bence sinemanın tam özüdür. Macar sinemasının dünya sineması içindeki yeri ne sizce? Büyük hırslarımız olan küçük bir ülkeyiz. Yaşamın tadını çıkarmamız için ulu dağlarımız, engin bir denizimiz yok. Macarlar yaşamın tadını pek çıkaramazlar. Öte yandan bilim, felsefe ve sanata adamakıllı saplanmışız. Yaratıcı enerjilerimizi bu alanlara akıtırız. Güzel bir sinema tarihimiz var. Altmışlarda, yetmişlerin başında dorukta olan sinemamız son yıllarda Avrupa’da yine eski saygınlığını kazanmaya başladı. Macar Yeni Dalgası var. Küçük fakat gelişen sinema endüstrimizde her tür film yapılıyor. Avrupa’da küçük bir rengiz, Kuzey’de Akdenizli, Akdeniz’de ise Kuzeyli oluveriyoruz. Eriyen küçük ama güçlü bir potanın içinde olmak heyecanlı. G C M Y B C MY B