22 Aralık 2024 Pazar English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

16 AĞUSTOS 2009 / SAYI 1221 3 dikiş diktiklerini ve sohbet ettiklerini, şimdi ise sadece televizyon izlediklerini söylüyor. “Çok değişti. Eskiden harika danteller, örgüler yapıyorlardı. Hiçbir kadın artık uğraşmıyor onlarla. Biz birbirimize Burda ödünç verirdik, herkes ondan patron çıkarırdı. Paylaşım vardı aramızda, birbirimizin yardımına koşardık. Artık çok kalabalık, kimse kimsenin umrunda değil” diyor. Azrak şanslı olduğunu söylüyor. Almanya’dan Türkiye’ye gelip şimdi oturdukları apartmanda oturmaya başladıklarında kayınvalidesi ve kayınpederinin kiracılarının Yaşar Kemal olduğunu anlatıyor. Kemal’in ilk eşi Tilda Kemal ise ona hiç Türkçe bilmediği günlerde çok yardımcı olmuş. Bir tesadüfle kursta bulmuş kendisini. Goethe Enstitüsü’nde Türkçe öğretmeni Behçet Necatigil’miş. Türkiye’de hiç yabancılık çekmediğini de kendisine otobüste, takside giderken “Ne kadar güzel Almanca konuşuyorsunuz”, “Ne güzel mavi gözleriniz var Karadenizli misiniz?” sorularının sorulmasından da anlıyoruz. O da kahkahalarla anlatıyor bu anılarını. G BURDA dergisinin 40 yıllık çevirmeni Hannelore Azrak, eski İstanbul’u özlüyor... Komşular birbirine Burda ödünç verirdi... SİNEM DÖNMEZ H er evde bulunan bir dergidir Burda. Bir zamanlar, Türkçe ya da Almanca sayılarıyla her kadının vazgeçilmeziydi. Teknolojinin üşengeçliğe yol açmasından mıdır, vakit kalmadığından mı, yoksa hazır giyim sektörü ve moda endüstrisi bastırdığından mı bilinmez, eskisi gibi dikiş dikilmiyor. Hep anlatılır ya hani, annemiz bize palto dikerdi, bütün kardeşler sıra sıra giyerdik diye, o zamanların ekonomik şartları da etkilidir ancak kimi kadınlar için işle tedavi unsuru da olan dikiş, nakış işleri pek çoğu için rafa kalktı. Kalktı kalkmasına ama Burda dergileri hiç unutulmadı. Biz de Burda dergisinin Türkiye’deki serüvenini merak ettik ve 40 yıldır derginin Almanca’dan Türkçe’ye çevirisini yapan Hannelore Azrak’la buluştuk. Hannelore Azrak, Prof. Ülkü Azrak’ın eşi. 1961’de birlikte Türkiye’ye gelmişler. Türkçe bilmiyormuş o zamanlar ama kursa gitmiş, Türk klasiklerini bitirmiş, etrafta da pek çok tanıdık olunca Türkçe’yi sökmüş. İki oğlu biraz büyüdükten sonra “Ben de bir şeyler yapabilir miyim” diye düşünmeye başlamış. 1969’da bir arkadaşı aracılığıyla da Burda dergisinin çevirmenliğini yapmaya başlamış. İlk zamanlar bir hayli zorlanmış Azrak. Dikiş, örgü, tığ işleri derken iyice kafası karışmış. Yardımına da komşuları yetişmiş: “Bilmediğim çok şey vardı. Çok yerel terimler var. Karadeniz’deki başka, buradaki başka. O zaman üç katlı bir evimiz vardı, komşuluk çok güzeldi. Komşulara gittim, şuna ne diyorsunuz diye tek tek gösteriyordum. Çok acayip bir kelimeyle karşılaşınca da tam Türkçeye çeviriyordum. Dikiş neyse de el işleri, tığ işleri çok detaylı. Zincir çekmek başka, ilmek atmak başka. Hep komşulardan öğrendim.” Azrak, “Burda’nın modası hiç geçmedi, her zaman en güzel patronlar oradaydı” diyor. Türk kadınlarının dikiş konusundaki becerisine ise hayran. “Türk kadınları çok yetenekliler, hiçbir açıklamaya ihtiyaçları da yoktur, Burda o kadar anlatır. Ama onlara zaten herhangi bir örgünün, tığ işinin bir örneğini gösterseniz hemen yaparlar.” Kendisi de çocuklarına çok giysi dikmiş zamanında. Artık kimsenin eskisi gibi dikiş dikmediğinden ve bunların yerine sadece dizi izlemelerinden çok rahatsız. Eskiden komşuların birlikte örgü ördüklerini, Haymatloz sergisi Goethe Enstitüsü işbirliğiyle Ülkü Azrak’ın düzenlediği Haymatloz sergisinde de çevirmen olarak yer alıyor Hannelore Azrak. Edirne, Bursa, Yalova, Gaziantep, Ankara, Adana, Antakya, Van derken bütün ülkeyi dolaşmış. Haymatloz sergisini de anlatıyor: “Hitler, iktidara geldikten sonra Almanya’nın sanatçı, akademisyenlerini sürdüler, ya konsantrasyon odalarına gidecek ya gaz odasında ölecek ya da sürüleceklerken, o zaman Atatürk bu insanlara fırsat verdi, buraya gelmeleri için para ödedi. O zamana kadar da kitap da yazılmamış hiç, Alman Yahudiler gelip bilimsel kitaplar yazdılar. Türkiye’nin eğitiminin modernleşmesinde çok katkıları olmuş. Hepsinin pasaportlarında Almanca ‘vatansız’ anlamına gelen haymatloz yazarmış. Eşim hep söyler ‘Almanya’nın felaketi Türkiye’nin mutluluğu oldu’ diye”. PAZARIN PENCERESİNDEN Palyaçonun psikanalizi... SELÇUK EREZ M. Ş. İpşiroğlu’nun S. Eyüboğlu’yla yazdıkları kitapta okumuştum: Benim gibi bir palyaço psikoloğa gitmiş, depresyonundan nasıl sıyrılacağını sormuş... Psikolog, “Kente bir sirk geldi; dehşetli bir palyaçoları var... Git onu seyret; keyfin yerine gelir!” demiş... Lütfen siz de bana beni, benden başka kurtaracak kimsenin olmadığını söylemeyin... Öyleyse çocukluğundan başla... Küçük bir varoş sirkinde doğmuşum... Kendimi bildiğimde babam sirkte çalışırdı... Ben seyircilere çiklet satardım. Babam beni habire döverdi... Palyaço olmaya nasıl karar verdin? Palyaço değil at cambazı olmak isterdim. Ama bir türlü yapamadım: Kaç defa ata binmeye kalksam fena düştüm... Bir arkadaşım at cambazı oldu. Bana sirk soytarılığı kaldı... Şimdi her perde açılışında davullar vurup borular öttürüldüğünde piste en önde pırıltılı giysileriyle at cambazlarının çıktıklarını görünce fena halde içim sızlıyor... Ne yalan söyleyeyim çok kıskanıyorum onları... Peki sen de alkışlanmıyor musun? Bir zamanlar ne desem, ne yapsam alkışlıyorlardı... Yanlış şiirler okusam bile... Ama zamanla reytingim azaldı... Bazen yaptıklarımı beğenmiyor, alkışlamıyorlar... O zaman ne yapıyorsun? Tepem atıyor... Sinirlenip ağzımı bozuyorum... Seyirciler ne diyor o zaman? Yok hastaymışım, yok bir takım dümenlere karışmışım gibi şeyler söylüyorlar. Tabii ki tümü yalan! Hava değişikliği yarayabilir. Turneye çıksanız... Deniz kenarlarında bize rağbet azaldı... Oralarda hiç alkışlamıyorlar... Söyleyin ne yapayım? Sahneye çıktığımda seyircilere ramazan pidesi mi dağıttırayım? Buzdolabı dağıtsan bile yaramaz... Peki sorunum ne benim? Anlatayım: Palyaçoluk çok eski bir meslek... Saraylarda da bulunurlarmış... Sahnelerde de... Şekspir’in oyunlarından çoğunda soytarılar, palyaçolar vardır... Osmanlı padişahları da bunları beslerlermiş... Ancak dikkatini şuraya çekmek isterim: Soytarı ya da palyaço dediğimizin iki türlüsü vardır: Bunlardan biri akıllı mı akıllı, asılzadelerin içinden çıkamadıkları sorunları, en karmaşık olayları çözüveren soytarı tipidir... Halkın kıvrak zekâsını yansıtırlar... Diğeri? Bön görünüşüyle, beceriksizliğiyle, akılla çelişen davranışlarıyla güldürenlerdir... Bunların çoğu bildiğimiz çok renkli hokkabaz giysileriyle, sivri külahlarıyla vurgularlar niteliklerini... Evet? Senin sorunun kendini ilk tip palyaço sanmandır! Öyle değil miyim? Değilsin? Sen aslında ikinci tip bir hokkabazsın! Bana böyle hitap edemezsin! Neden? Seni Silivri’ye rotasyona yollayayım da anla nedenini: Aklın başına gelir o zaman Ergenekoncu! G erezs@superonline.com C M Y B C MY B
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle