26 Haziran 2024 Çarşamba English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

4 Depremin yaraları hâlâ sarılmadı, işte üç ayrı yerden üç ayrı yara... 16 AĞUSTOS 2009 / SAYI 1221 Bir 17 Ağustos daha istemiyoruz! ESRA AÇIKGÖZ Baştarafı 1. sayfada D epremzede Necdet Urak bunlardan biri. Depreme henüz iki aydır oturdukları evlerinde yakalanmış. “Sıcaktan uyuyamamıştık geç saatlere kadar” diyerek anlatmaya başlıyor o geceyi, “Uykudayken sarsıntıyı hissettik. Hemen kendimize gelemedik. Tam bitti derken, üç beş saniye sonra ikinci bir sarsıntı oldu.” Sonrası karanlık... Önce kesilen elektriklerin, ardından yıkılan binanın karanlığına gömülüyorlar. O, eşi, 2.5 ve 4.5 yaşındaki iki kızı. “Bir mucize” olarak görüyor göçük altından çıkmalarını Urak, “On dakika bile kalmadık göçükte. Bir kapı açtım, eşimi çıkardım, çocukların odasına bakmasını istedim, ben çıkamıyordum. Çıkabilmek için daha derinlere inip, başka yol bulmam gerekti. Çıkınca eşime, yaşadığımıza sevinmeyelim, çünkü yeryüzünde başka canlı kaldığını zannetmiyorum, dedim.” Çıktıklarında artık üç kişilik bir aileydiler, 4.5 yaşındaki kızını, ilk çocuğunu depremde kaybetti Urak. O göçükten 24 ölü çıkarıldı. “Alt komşumuzun düğünü olduğundan misafirleri vardı. Bir aileden 11 kişi öldü, ancak altıncı gün enkazdan çıkarılabildiler” diyor. Göçük altından eksik çıkmışlar ya. Hepsi bu değil: “Bir pijama ile kaldık. Bakkaldan su alacak paramız yoktu, yakınlarımızın desteğiyle idare ettik. Memleketten anne, babamız, kardeşlerimiz yetiştiler, sağ olsunlar.” Hiçbir şey eskisi gibi olamamış Urak için; sanki bir okyanusun içinde kalmış gibiyim, diyerek anlatıyor yeni yaşamını. Hep 4.5 yaşında kalacağını biliyor ya kızının, yine de hesaplamadan edemiyor; “Yaşasa 15’ine girecekti” diyor, “İlk çocuğumuzdu. Yedi, sekiz ay dünyayla bağımız koptu, hâlâ da toparlayamadık ya, kalanlar için çalışmam gerekiyor. O dönem işlerime sahip çıkamadığımdan dükkânımı da kaybettim. Sağ olsun devlet 18 ay kira yardımı yaptı. Başka da destek görmedik. Bir beklenti Urak’ın tek isteği depreme dayanıklı bir ev. Çıkınaltın, depremi de korkusunu da unutmuş. içinde olmamalıyız belki, sonuçta hayatta kalmayı başardık. Şimdi bir yakınımın yanında çalışıyorum”. Depremden sonra bir oğlu olmuş Urak’ın, şimdi dokuz yaşında. Gözü iki çocuğunun üzerinde, kulağı seslerde, bir gürültü duysa hemen dikiliyor, lambanın sallanıp sallanmadığına bakıyor. “O travmayı henüz üzerimden atamadım” diyor. Yine Avcılar’da yaşıyor Urak, biraz imkânsızlıktan, biraz alışkanlıktan. Tek isteği, depreme dayanıklı bir evde yaşatmak ailesini, ancak kısıtlı ekonomik şartları buna el vermiyor. “Çok kaygılıyım, ancak kazandığım burada, deprem öncesi yapılmış bir evde yaşamaya yetiyor. İkinci katta oturuyoruz. Allah bir daha vermesin... Gerçi olacak, deprem ülkesiyiz, ama...” Nazan Doğru da Avcılar’ın eski sakinlerinden. 99 depremini yaşadığı eve bir daha ayak basamamış. Bakın 17 Ağustos’a dair neler anlatıyor: “Gece iki gibi çamaşır makinesini çalıştırdım uyudum, sarsıntıyla uyandığımda, başta makine sandım. Sarsıntılar büyüdü, duvarlar üstüme geliyordu. Kıyameti yaşıyoruz sandık. Terasın camları patlayıp annemi yaraladı. Sallantı kesilince, oğlumu kucakladım. Çakmakla merdivenler yerinde mi diye kontrol edip, kendimi dışarı attım... O gece pek çok tanıdığımızı kaybettik.” Şimdi, Avcılar’da depremden sonra yapılan bir binada yaşıyor Doğru ya, yine de korkuyor, çünkü yanlarındaki binanın sağlam olmadığını, üzerlerine yıkılma riski olduğunu biliyor. Kendince önlemler almaya çalışıyor, baş ucundan fener, düdük ve cep telefonunu eksik etmiyor. Onun aksine, depremi unutanlar da yok değil, Mehmet Çıkınaltın 17 Ağustos’ta her şeyin bittiğini düşünecek kadar korkmuş ama, şimdi aklında ne bu korkusu var, ne de deprem riski. İsmail Açıkgöz de evini hiç kontrol ettirmemiş ama sağlamlığına güveniyor. Oysa mahallesinde sekiz binanın yıkıldığına şahit olmuş. “Depremle uyandık” diyor, “Eşim ve oğlumla balkona çıktık. Mahalle toz, dumandı, karanlıktan çığlıklar geliyordu, mahşeri yaşadık sanki. Yan binanın beşinci katı, üçüncü kat olmuştu, sağ kalanları merdivenle indirdim. İnsanlar Avcılar’ı terk etti. Pek çok bina ağır hasarlıydı, bir kısmının sadece dışını yenilediler, ama sağlamlaştırılmadı.” Avcılar’da 17 Ağustos’un izleri hâlâ okunuyor, mahalle aralarında hasarlı olduğu halde yıkılmamış binaların arasında çocuklar oynuyor, gidecek yeri olmayanlar çatlak binalarda hayatını sürdürüyor. Evet, Türkiye bir deprem ülkesi, bunu herkes biliyor, ancak bu önlem alınması için yetmiyor, ne hükümet, ne belediyeler depremi karşılamaya hazır değil... G İsmail Açıkgöz, deprem gününü mahşere benzetmiş, ama evinin sağlamlığına güveniyor. Evsiz depremzedeler “Bizler, Arızlı Irak Kızılay’ı Kalıcı Konutları sakinleriyiz” diyerek başlıyor sözüne telefondaki ses. Arızlı Halk Meclisi sözcüsü Orçun Demir’e ait, ama adının önemi yok, sadece onun yaşadıklarının da. Çünkü o, 17 Ağustos’ta İzmit’te yakınlarını kaybeden, evsiz kalan ve bu konutlara yerleştirilen 237 depremzede adına konuşuyor. Hep çoğul başlayıp, çoğul bitiyor cümleleri; “Depremin üzerinden 10 yıl geçmesine rağmen ne maddi ne de manevi olarak yaralarımızı saramadık. Çoğumuz depremde yaşamlarını yitiren yakınlarımız dolayısıyla aldığımız 530 TL’lik dul ve yetim maaşlarıyla geçiniyoruz. Şimdi de Kocaeli Valiliği elimizden evlerimizi alıp, yerlerimize üst düzey bürokratlar, valilik çalışanları ve polis memurlarını yerleştirmek istiyor”. Üç aydır bunun mücadelesini veriyor, eylemler düzenliyorlar. Arızlı Irak Kızılay’ı Kalıcı Konutları, 1999 depreminin ardından Irak hükümetinin Irak Kızılay’ı aracılığıyla gönderdiği 10 milyon dolarlık ham petrol yardımı ile yapıldı. Irak Kızılay’ı ve Türk Kızılay’ı arasında yapılan protokole göre, depremde birinci dereceden yakınlarını kaybeden ve kirada olup da evleri yıkılan insanlara ev yapılacaktı. Bu şartları taşıyan 237 depremzede, 2001’de evlerine yerleştirildi. Gerisi Atalay’dan: “Evlerimizi alabilmemiz için belge imzalamak zorunda olduğumuz söylendi. O acıların ve yokluğun içinde imzaladık. Oysa valilik bu imzalarla bizleri, bizlere hibe edilen evlerde kiracı konumuna soktu. 20 TL olarak başlayan bu miktar şu anda 212 TL. 2006’da ilk sözleşmenin süresi bitti, valilik ile yeniden sözleşme yapıldı. Bu tarihten sonra iki ay bedeli ödeyemeyen depremzedelerden 90 aile evlerinden atıldı. Çıkarılan ailelerden bir kısmı sokakta yaşam savaşı veriyor. Iraklı yetkililer evlerin mağdurlara hibe edildiğini söylemişti. Valiliğin yaptığı ne hukuka ne vicdana ne de sosyal hukuk devletinin ilkelerine sığar”. G Ne maç oldu ne de arkadaşlarım hayatta kalabildi... D eprem olduğunda, 14 yaşındaydı Murat İnce. Yalova’ya yolu, tatil için düştü, Aydın 4 sahil sitesindeydi. 16 Ağustos 1999, sıradan bir gün olarak başladı. O yaşlardaki bir çocuk tatilde ne yaparsa onu yapıyordu; yüzüyor, bisiklet sürüyordu. Mahallenin takım kaptanı olarak, bir sitenin futbol takımıyla 17 Ağustos için maç ayarladı. “Akşama doğru maçın kritiğini yaptık” diyerek hatırlıyor o günü, “Bir arkadaşımız İstanbul’a gideceğini söyledi, kalecimizdi. Onsuz kaybederdik. Kendisiyle uzun uzadıya konuştum, İstanbul’un kaçmadığını, maçtan sonra gidebileceğini söyledim. Kaldı, benden şort istedi, mavi bir futbol şortu verdim... Keşke kalmasaydı, keşke takımı yalnız bıraksaydı. Ertesi gün ne maç oldu, ne de arkadaşlarımız hayatta kalabildi”. 17 Ağustos’a dair neler hatırlıyorsun? Enkaz altında olduğumdan en çok hatırladığım şey zifiri karanlık... Zemin kattaki dairemizin bir odasında, ben, annem ve 10 yaşındaki kız kardeşim kalıyorduk, anneannem salondaydı. Gece gürültü ile uyandım. Evimize kamyon girdi ve duvarı üzerimize yıktı sanmıştım. Karanlığı da gözlerimin kör olduğuna yordum. Nefesim tavana çarpıp yüzüme geliyordu. Annem “Oğlum deprem oldu. Korkma. Birlikteyiz. Kolumun üzerindekini kaldırır mısın?” dedi. Yanına süründüm, kardeşimden ses gelmiyor, dokunduğumda tepki vermiyordu. Anneannemden de. Yapabileceğim tek şey bağırmak, bağırmak ve bağırmaktı. Bu ne kadar sürdü? Saatler ilerledikçe insanları duydum, felaketi anlamaya çalışıyordum. O mezar gibi bölgede, artçı depremler devam ediyor ve dışarıdaki “çöküyor, kaçın” feryatlarını duyduğunuz halde milim kımıldayamıyorsunuz, ölümle kol kolasınız... Her artçıda annemin kolon ile duvar arasında sıkışan başı daha da acıyordu. Ümidimi kaybettiğim, her şeyi kabullendiğim bir anda, arkadaşlarımdan birkaçının dairemizin önünde öldüğümü sandıklarından ağladıklarını duydum. Var gücümle bağırdım, biri duydu. Bir sivil gönüllü tarafından kurtarıldım. Ona annemi de kurtarsın diye yalvardım. İki saat sonra annemi de çıkardılar. Yaralıydı. Kardeşimden hâlâ haber alamamıştık. Sonra? Ambulansla hastaneye gittik. Doktorun üstün körü müdahalesinden sonra aynı siteye bırakıldık. Kardeşimi dışarıda görenler, konuşanlar olduğu söyleniyordu. Yalovaspor’un sahasında seyyar hastane kurulmuştu, serum şişeleri, iğne artıkları ve hastalardan sahanın yeşilliği görünmüyordu. Bülent Ecevit bir askeri helikopterle geldi, annemi o helikopterle yolladık. Tek başıma kalmıştım, yiyeceğim, giyeceğim yoktu. Birinin yardım teklifini kabul ettim, üç gün sahilde kaldık. Kardeşimin şu anda ne yaptığı, anneanneme ne olduğu, annemin nereye götürüldüğü gibi sorular beynimi kemiriyordu. İki gün sonra babam geldi. Gazetelerin listelerinden annemi bulduk. Ya kardeşin, ondan haber alabildiniz mi? Babamla onun için yazlığa döndük. Beş gün geçmesine rağmen kaleci arkadaşımın ailesi hâlâ oradaydı. Enkazdan bir ceset çıkarmışlar, ancak emin olamıyorlardı. Benden yardım istediler, onu verdiğim şorttan tanıdım. Beynimden vurulmuşa döndüm. Göğsüme bir boşluk çöktü, ağlamak istedim, ama ağlayamadım... Kompresörlerle duvarlar delinip kardeşim ve anneannem çıkartıldı. Kardeşim ezilmişti, kokusu herkesi uzaklaştırdı. Oysa daha bir hafta önce gizli gizli parfüm sürüp, misler gibi kokardı. Küçücük bedenini ceset torbasına koyup, camiye götürdük. Cami avlusunun her yeri cesetti, kokuyorlardı. Herkes ölüsü için gölge arıyordu, gölge için kavgalar ediliyordu. Kardeşimi ve anneannemi zar zor gömebildik.. İnsan bazen hayata çok kızıyor. Depremden sonra Yalova’ya gittin mi? Sık olmasa da giderim. Deprem anıtına giden uzunca bir yol vardır. Oraya ağaçların arasından geçerek yürümeyi çok severim. Yol üzerinde Cevdet Aydın’ın ismi bir parka verilmiştir. O parktan yumruğumu sıkarak geçtiğim çok oldu. Hâlâ depreme dair bir korku taşıyor musun? Her gece yatağa iki cep telefonuyla girmemin müsebbibidir 17 Ağustos. Üzerimdeki koca binadan beni küçücük bir alet kurtaracakmış, gibi beyhude bir sanrı içindeyim... 17 Ağustos’tan sonra deprem yaşadın mı? Yaşamadım. Ama bir gece aniden bastıran dolunun sesini uyku haliyle deprem oluyor ve bina çatırdıyor şeklinde yorumlayıp yalın ayak dışarı çıktığımı ve yağmur altında ağladığımı unutamam. 17 Ağustos’un üzerinden 10 yıl geçti, ancak hâlâ sağlam adımlar atılmadı depreme dair. Depremden sonra yargılamalar, adalet istekleri yarım kaldı... Seni en çok ne sinirlendirdi, üzdü? En çok sinirlendiren bunun bir sömürü aracı olarak kullanılması, insanların acılarından rant sağlanmaya çalışılması. Örneğin, bir siyasi partinin her 17 Ağustos’ta parti amblemiyle mezarların üzerine çiçek bırakması çok ağırıma gitmişti... G C M Y B C MY B
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle