Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Yıllar
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
2 LONDRA 16 AĞUSTOS 2009 / SAYI 1221 ATİNA sonuç alınır mıydı diye görüş belirtiyor çocuk psikologları. 91 yaşındaki Louise Brown da bize örnek olabilir. O, İngiltere’nin halk kütüphanesini en düzenli, en yararlı kullanan okuyucu. Bu olağanüstü kadın, 1946’dan beri, yaşadığı kentin yerel kütüphanesinden tam 25 bin kitap aldı. Hepsini de hem zamanını geciktirmeden, hem de en ufak bir zarar vermeden geri getirdi. Bu elbette sorumluluk, disiplin, her şeyden önce de herkese açık olan kütüphanenin diğer okuyucularına da saygılı davranmak demek. Bunca yıl, bu dikkati göstermek kişinin ruh sağlığını bozabilir deniyor, ama kitap sevgisini, bencilce bir sevgiye dönüştürmemek yine de takdir edilecek bir durum. İngiliz kütüphanelerinden her yıl alınıp da geri getirilmeyen yüz binlerce kitaptan söz ediliyor. Geri getirilen kitaplara verilen zarar da hesaba katılırsa, kütüphane kullanmak ciddi bir sorumluluk. Kısacası, yaşantımızı yedi ile 91 yaş arasındaki şu iki örneğe bakarak sorgulamak ya da düzenlemek mümkün. Herkesin yedi yaşındayken Keiron gibi yeteneği olmayabilir, ama herkes 91 yaşındayken toplumuna karşı sorumluluk duyabilir, Brown gibi. Keiron, resim kursuna gidip yeteneğini bilimsel yöntemlerle buluşturacak. Öğreneceği ilk şey de “Picasso da ressam mıymış? Ben de aynısını yaparım” dememek olacak, kuşkusuz. Bir Marmaris ressamı olmayacağı da kesin. Brown ise yaşlılığını bir kaprise, yapıp ettiklerine koruyucu bir kılıfa dönüştürmediği için ömrünün sonuna kadar kütüphane görevlilerinden saygı göremeye devam edecek. Meşgalesi kitap okumak olduğu için kimi ihtiyarlar gibi sapıtıp 17 yaşında biriyle evlenmeyecek. Yedi yaşındakilerin yeteneği, 91 yaşındakilerin sorumluluk duygusu umarım bizde de olur. G kemalerdemol@yahoo.co.uk Keiron ve Brown... MUSTAFA KEMAL ERDEMOL Şaşkınlar tabii ki... Sevimli, zeki oğullarının bir de olağanüstü bir yeteneğe sahip olduğunu görünce gururlanmakla beraber ciddi bir şaşkınlık da yaşadılar. Haksız da sayılmazlar, “yetenek sandığımız olguyu maddi koşullar belirler” inancını yalanlayan bir örnek olarak oğullarını gösteriyor birçok kişi. Aile tatil hazırlığındayken, kendilerinden “bir şeyler çiziktirmek” için izin isteyen oğulları yedi yaşındaki Kieron Williamson’a “hadi çiz bakalım” dediklerinde ortaya bir sanat şaheseri çıktı çünkü. İngiliz basınına da, haber oldu bu olağanüstü yetenek. Orta İngiltere’de bulunan Holt kasabasındaki evinden hiç uzaklaşmadığı için ufku sadece evinin çevresindekilerle sınırlı olan Kieron, kasaba kilisesinin merkez olduğu bir tablo yaptı. Öyle bir suluboya tekniği kullanmış ki, görenler bir çocuğun yaptığına inanmıyor resmi. Perspektif, ışıklandırma da kusursuz. Kasabanın sanat galerisi, Kieron’u eserlerini sergilediği ressamlar arasında kabul etti, yetişkinlere yönelik düzenlenen 12 haftalık bir resim kursuna da yolladı. Yedi yaşına girdiği geçen pazar günü de tablosu galeride sergilendi. Kerion gibi sayısız örnek var elbette, ancak, yeteneklerini ortaya çıkarmaları için Keiron’un ailesinin yaptığı gibi fırsat tanımak gerekiyor çocuklara. Tatil telaşı içinde eğer izin verilmeseydi, belki başka bir biçimde yine ortaya çıkardı ama, aynı “Ade ya sas” MURAT İLEM Y MALMÖ Kuzuların sessizliği... ALİ HAYDAR NERGİS az geldi, geçiyor; yağmurlardan alamıyoruz başımızı. Güneş, yarım saatliğine doğmaya görsün, kızım pencereye koşuyor, “Baba, bak güneş!” Sanki Karun’un gömüsünü bulmuşuz... İsveçli iki genç aralarında konuşuyormuş: Biri “Anımsıyor musun, geçen yıl, bu zamanlar hava ne kadar da güneşliydi...” demiş. Diğeri yanıtlamış: “Anımsamıyorum. Sanıyorum ben o anda sinemadaydım...” Her defasında başka bir engel çıkıyor; Türkiye’ye tatil hazırlıklarını sürdürürken bu kez de, büyük kızımı belediyenin yaz stajına çağırdılar. İsveç’te, liseye giden gençleri çalışma yaşamına hazırlamak için yazları birer ay işe çağırıyorlar. Hafif işlerde çalıştırarak ücretlerini de bir tamam ödüyorlar. Camda, yağmur tıpırtılarını izleyerek kara kara düşünürken birkaç yıl önce gittiğimiz İsveç’teki çiftlik evinden yine çağrı geldi. Konaklama fiyatlarını, sunacakları yemek türlerini, gezi planlarını ayrıntılarıyla yazmış, resimlerle süslemişler. Birkaç günlüğüne yine buyur ediyorlar. Evcek gitmemize olanak bulunmadığına göre bari tek başıma gideyim, dedim. Topladım valizimi, kâğıtlarımı, düştüm yollara. Bu kabız ortamda belki bir yazı konusu da çıkarırım. Çiftliğe yaklaşırken, bizi ilk yavru domuzlar karşılıyor. Çitlerin kenarına doğru koşarak burunlarını uzatıyorlar. Bir şey mi istiyorlar, havayı mı kokluyorlar, belli değil. Sibirya’da aşk başkadır Sibirya tarih boyunca zorlu iklim koşulları ve siyasi sürgünlerle bilindi. Oysa fotoğraftaki çift için, bölge o anda dünyada olmak isteyecekleri tek yerdi. Y Süt, ineklerden taze sağılarak geliyor masaya. Ekmek, köy fırınında odun ateşiyle pişiriliyor. Domatesi, salatalığı git, bahçede ellerinle topla. Her şey bu denli doğal görünüyor. Koyunlarla kuzuların ağılları yan yana, ancak. Nedense meleşmiyorlar birbirlerine. Benim doğduğum köylerde, akşamın bu saatlerinde, süt emmek isteyen kuzularla annelerinin sesleri ahırı birbirine katardı. Kuzuların bu sessizliğine bir anlam veremiyorum. Sonunda merakımı giderdim: Koyunlardan daha çok süt elde etmek için kuzuları sütten kesmişler. Kuzular, üç beş gün meleyip durmuş, sonunda kaderlerine boyun eğmiş, sütü de, annelerini de unutmuşlar. İsveçli konuk arkadaşlarım erken uyumaya alışmış. Ben, gecenin karanlığında, ormanların gümbürtüsünü, gölün sessizliğini izliyorum. Gece boyunca ürkütücü kuş ve hayvan seslerini dinliyorum. O saatlerde dışarı çıkıp dolaşmamız istenmiyor; yırtıcı hayvanların saldırısına uğrayabilirmişiz. Kendimi sabah erken kalkmaya, horozların sesini dinlemeye hazırlıyorum. Biraz not karaladıktan sonra, göldeki kuğuların dansını izleyerek uykuya dalıyorum. Erkenden, birbirlerine saldıran azgın kuşların çığlıklarıyla uyanıyorum. Horozlar ötmüyor. Güneş doğuyor, sabah kahvaltısında sofraya taze yumurta geliyor, ama horozlardan hâlâ ses yok... Çiftlik sahibi, biraz merak, biraz da şakayla sorduğum soruya yanıt veriyor: “Sabahleyin öterek sizi rahatsız etmemeleri için horozları karanlık bir yere hapsettik, birazdan serbest bırakırız...” Hiç horozsuz sabah olur mu? Ne denli kurgularsanız kurgulayın mutlaka bir yerinden sırıtan bu yapay yaşamın ortasında haykırmak geliyor içimden: “Horozlar, hey sabah horozları neredesiniz?” G alinergis@yahoo.se MİLANO Wim Wenders’ın gözüyle Güney İtalya.... ASLI KAYABAL konomik kriz nedeniyle çoğu İtalyan bu yaz tatile gitmeyi iptal etse de, bastıran sıcaklar nedeniyle birkaç günlüğüne de olsa büyük kentlerden kaçış başladı. Bu yıl, uzak ülkelerden ziyade Güney İtalya kıyılarında karar kılanlar gün boyu güneş ve denizin tadını çıkarmaya bakarken akşamları da İyon denizi kıyısındaki kasabalarda konserlerden tiyatro gösterilerine, açık hava sinemalarından pagan şenliklere onlarca etkinliği izlemeye çalışıyor. Geçen günlerde yayımlanan bir raporda son on yılda güneyden kuzeye 700 bin gencin göç ettiğini okudum. Çünkü güneyde işsizlik oranı kuzeye oranla çok daha fazla. Yeni mezun gençler iş bulma konusunda kuzeyli yaşıtları kadar şanslı E değil. Bu nedenle mezun olan güneyi terk ediyor. Oysa güney, İtalyanların bile henüz keşfetmediği tarihi kasabaları, vahşi doğası, ferah sahilleri ile farklı bir pencere açıyor bu bölgeye gelenlere. Çizmenin bir tarafında İyon öteki tarafında Tiren denizi var. Kriz nedeniyle bu yıl sahiller oldukça sakin. Güneyli göçmenler ya tarlalarda domates topluyor ya da gün boyu kızgın güneşin altında güneş gözlükleri, havlu, deniz elbisesi, şapka vs satmaya çalışıyor. Sahildeki seyyar satıcılarının çoğu Kuzey Afrikalı. Yeni göçmen yasası ile her an sınır dışı edilme tehlikesiyle karşı karşıya oldukları için biraz ürkekler... Bu arada Akdeniz’den yeni göçmenler de gelmeye başladı. Geçen günlerde haber bülteninde Kürt göçmenlerin Antalya limanından İstanbul adlı bir balıkçı teknesiyle Locri yakınında Africo sahiline ulaştıklarını dinledim. Ama Güney İtalya halkı göçmenler konusunda daha sağduyulu ve konuksever. Birçok kasabada halk umutları peşi sıra gelen bu kişilere evlerini açmaya devam ediyor. Her ne kadar yasalar şimdi daha sert olsa da. Güneyli İtalyanların ve yerel yönetimlerin izlediği bu konuksever göçmen politikası Alman yönetmen Wim Wenders’in de ilgisini çekmiş olmalı ki eylül ayı başında “Uçuş” adlı belgeselini çekmek için Calabria bölgesine geleceğini öğrendim. Scilla, Badolato, Caulonia gibi kasabalarda çekim yapacak Wenders’in belgesel filminin oyuncuları ise bölge halkı ve yıllardır bu kasabalarda yaşayan göçmenler. Güney İtalya tarih ve folklora meraklı gezginlerin ilgisini çekebilecek bir coğrafya. Antik çağda eski Yunan kolonileri olan Locri, Caulonia, Stilo gibi onlarca tarihi kasabanın yanı sıra 15. yüzyılda Türk korsanların yağmaladığı yerleşimler, denizden gelen Türk tehlikesini gözetleyebilmek amacıyla tüm kıyı şeridi boyunca inşa edilmiş, bugün birçoğu ayakta olan heybetli kuleler özellikle görülmeye değer. Güney İtalya’dan konuşulunca çoğu kişinin aklına mafya geliyor. Ama İtalyan mafyası artık sınır tanımadığı için ilgi alanı güney kuzey ekseninde uzanıyor. Ama güneyli gençler mafya kültürüne karşı ciddi anlamda mücadele veriyor. Bir grup güneyli sanatçı Riace’nin tarihi merkezini graffitilerle donatarak mafya karşıtı resimler yaptı. Ressam Nik Spatari’nin düzenlediği “Belleğin Renkleri” adlı mafya karşıtı sanat gösterisi güneyde korku saçan ndrangheta’ya karşı sanatsal bir karşı çıkış örneğiydi. G aslikayabal@hotmail.com unan halkı genelde “ade ya sas” diyerek bulunduğu ortamdan ayrılır. Bu defa içimden geldi ben de Yunan dostlar gibi “ade ya sas” demek istiyorum. Atina’dan yaklaşık kırk kilometre uzaktaki Lavrion kasabasından gemi ile Kuzey Ege’deki Limnos (Limni) adasına doğru yola çıkacağım. Doğanın özene bezene süslediği bir ada Limnos. Ne ararsanız, neyi istiyorsanız, neden keyif alıyorsanız bu adada bulabilirsiniz. Benim merakım “balık” olduğu için adanın en kuzeydoğu ucundaki “Plaka” köyünde bulunan dostlarımın arasında olacağım. Amacım ahtapot başta olmak üzere denizden çıkan tüm canlıların en bol olduğu bu köyde bir yılın stresini atmak. Sizlere de tavsiyem Yunanistan’da doğanın cennetini boşuna aramayıp Limnos adasının Plaka köyüne gelin. Kavala ve Selanik’ten yapılan (tabii Atina’dan) uçak ya da vapur seferleri ile çok kısa sürede adaya ulaşabilirsiniz. Gerisi sizin bileceğiniz iş. Şimdi bu “Plaka” isimli köy de nereden çıktı demeyin(!) Öncelikle köy sakinleri kendi uzo ve şaraplarını kendileri yaparlar. Evlerin bir bölümünü imalathane haline getiren bu güzel insanlar her damak için (keyfe göre) ayrı bir içki üretir. Bakırdan yapılmış damıtma düzenekleri sürekli parlatılıp, bağbozumuna hazır halde bekletilir. Aslında adanın şarapları dünya üzerinde kendine gerekli yeri ayırmıştı. Tamamen doğal olarak hazırlanan içkiler, su gibi tüketilir. Plaka köyünde her evin önünde en küçüğü bir metre olan mangallara rastlayabilirsiniz. Bu mangallar genelde su ısıtan termosifonları içindeki depolardan kesilerek yapılmıştır. Akşam hava kararmasından hemen sonra köy dumana boğulur. Ellerine o gün için ne geçtiyse, canları ne çektiyse hazılıklarını yapıp, mangalın üstüne atarlar. Köyün ahalisi insana saygılı, dost canlısı, her şeyi paylaşmayı sevenlerden oluşur. Evden ayrılıp sahile doğu yürüdüğünüzde, hangi evin önünden geçerseniz geçin kesinlikle mangal başına davet edilirsiniz. Kimi zorla tavuk, kimi ahtapot, kimi ise et ya da denizden ne çıktıysa ikram etmek için yarışır. Sizin yapacağınız yürümek, ama sadece yürümektir. Balık size gelir, uzo sizi arar, şarap tüketilmekle bitmez. Plaka’nın tek tavernası olan “Taki’nin” yerinde gün yirmi dört saat değil, oturabildiğiniz ya da doğru bir deyişle içebildiğiniz kadar sürer. Çünkü Taki’nin tavernası üç aylık yaz sezonu boyunca (çoğunlukla kış günleri de) kolay kolay kapanmaz. Siz masaya ulaştığınız anda gerisi Taki’ye kalmıştır. Tanıdıklara hiçbir şey sormaz, komutan odur ve onun emirleri geçerlidir. Ahtapot istiyorsanız dışarıdaki iplerde onlarcası suyunu akıtsın diye asılmıştır. Karides, istakos ve karavides dahil deniz mahsullerinin tüm çeşitleri en fazla iki üç saatliktir. Tavuk istiyorsanız günün yirmi dört saati kesilmek için kümeste hazır bekler. Kavun, karpuz tarlada, peynir ise kendi imalatı. Sizin yapacağınız dayanabildiğiniz kadar içmek ve yemektir. Sandaletlerimi giydim, pantolonumun paçasını kesip “Bermuda” şort yaptım. Artık müsadenizi istiyorum “ade ya sas...” G murat@ath.forthnet.gr C M Y B C MY B