26 Haziran 2024 Çarşamba English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

13 ARALIK 2009 / SAYI 1238 9 Rahmi Saltuk 1989 yılında “Yasaklarla sanat yapılamayacağını” savunarak, herkesin Kürtçeden korktuğu dönemde çıkarttığı ve “hemen” yasaklanan “Hoy Narê” isimli albümünü yeniden yayımladı. Elbette bu yalnızca bir albüm değildi. Baskıya, önyargılara karşı verilen gerçek bir mücadele ve de bir özgürlük çığlığıydı. Üniversite işgallerinden, eylemlerden, hapishane avlularından da hep onun türküleri yükseldi. RAHMİ SALTUK SANAT HAYATININ 40. YILINDA... Bu ülkede söylenecek daha çok türkü var... ALİ DENİZ USLU ahmi Saltuk 20 yıl önce “Yasaklarla sanat yapılamayacağını” savunarak, herkesin Kürtçe’den korktuğu 1989 yılında hazırladığı Kürtçe albümle yasaklara karşı çıktı. Hem de Kürtçe bilmediği halde. “Hoy Narê” isimli albüm 2932 sayılı yasaya göre yasaklanarak toplatıldı. Saltuk, İstanbul 2. Asliye Ceza Mahkemesi’nde yargılandı, beraat etti ama kendi deyimiyle “belasını bulmuştu” ve asıl mücadele yeni başlıyordu. Toplatma kararının kaldırılması için 6. İdare Mahkemesi’ne dava açtı ve mahkeme toplatma kararının kaldırılmasına karar verdi. Bitti mi? Kolay mı? Elbette hayır! Bu kez de mahkemenin kararına “Kültür Bakanlığı” itiraz etti. Nihayetinde Danıştay Onuncu Daire’de görülen davayı da Saltuk kazandı. Müzisyen şimdi, sanatının 40. yılında bu albümü yeniden yayımlıyor. Elbette bu yalnızca bir albüm de değil. Baskıya, önyargılara karşı verilen gerçek bir mücadele ve de bir özgürlük çığlığı. R düşünüyor? “Pratiği beni ilgilendirmiyor, ben sosyalizme inanmışım. Sömürüye karşı çıkan tek sistem sosyalizm. Sovyetler dağılmış, kapitalizm ayyuka çıkmış dert değil. Hâlâ sosyalist düşüncenin zaferine inanıyorum. Bu kaçınılmaz, böyle daha fazla yaşayamayız. Ben yirmi yıldır iyi sesime, sanatıma karşın işsizim. Yani sosyalistim ve gizli ya da değil işsizim! Ben türkü söylemeyi seviyorum. Sanat eylemlerimle politika yapıyorum. Seçtiğim türküler ve verdiğim demeçler silahım. Biliyorum ki bu ülkede söylenecek daha çok türkü var.” Saltuk, Türkiye’deki cemaatçilik anlayışının toplumun en küçük kesimine bile sirayet etmesinden şikâyetçi. “Sol veya sağ her örgütlenmede ‘birinin adamı olmak’ önemli. Zaten ‘ötekiye’ duyulan nefret dorukta. Ama ben radikal küçük grupların eline düşmemeye çalıştım.” Rahmi Saltuk sanat eylemleriyle politika yapmaya devam ettiğini anlatıyor. AHMED ARİF İLE BİRLİKTE Türküsü, Makinalaşmak İstiyorum” türküleri üniversite işgallerinde sazından yükseliyordu. Drama Köprüsü ve elbette Ruhi Su... Bir de Dersim Türküsü var tabii. Saltuk, o günlere dönerek anlatıyor; “Dersim Türküsü, Dersim yüzünden yasaktı. Yasak olması söylenmemesi anlamına gelmiyordu. ‘Dersim Türküsü’nü gün yüzüne çıkaran benim, benden sonra patladı. Hatta 70’li yıllarda tüm Türkiye’de konser verdim. Gittiğim her yerde ‘Dersim Dört Dağ İçinde’ en çok istenen türküydü. Ben onu ilk 75’lik Long Play’ime Kürtçe bir giriş ile koydum.” Dersim demişken biraz soğusa da sıcak kalan tartışmaya kayıtsız kalamıyor Saltuk. “İyi bir politikacı öyle bir laf etmez, edemez. Dersim’de devlet hiçbir aklın, vicdanın alamayacağı bir şekilde halkın üstüne gitti. Acıları tazelemeden ama elbette yapılanları unutmadan bunun üstüne gidilmeli. Orada mezhepsel bir şey var, Dersim’in Alevi oluşu bu şiddeti üzerine çekti bence. Bir de son dönemde karpuz sayar gibi sayıyorlar insan ölümlerini. 10 bin ölmedi de üç yüz öldü daha mı az acı, ölümün rakamı olmaz ki!” ekliyor, “baskı, zulüm, sömürü varsa direnç de olmalıdır. Türkiye şimdi çok hassas bir noktada. Değişmesi gerekenler var ama bu değişimin yolu ve kuralları belli değil. Bu da tehlike demek. Her şeye hazırız.” Günümüzde kavramların da anlamı değişti. Sosyalizm de bundan payına düşeni aldı. Peki, Saltuk bu konuda neler Rahmi Saltuk ve Ahmed Arif yoldaşlığı ise başka bir serüven, hüzünlü ve gerçek. “Ahmed Arif ile ilişkimiz özeldi, kardeş gibiydik. Çoğu yerde birlikte çalıp, söyledik. Canımıza can kattık, dinleyenler de bize... İstanbul’da da büyük bir konser planımız vardı ama 4 Mayıs’taki konser, dört gün öncesinde yasaklandı. İşte bu benim de onun da içinde derin bir yaradır aslında. Ölümünden bir hafta önce İstanbul’daydı, misafirimdi. Uğurladım ve bir hafta sonra ölüm haberi geldi, her şey yıkılmıştı. Anlattıklarını kaydetmediğim için pişmanım. Belki de kaydetsem anlatmazdı, o da ayrı. Zengin ve derindi Ahmed Arif. 1989 Tüyap Kitap Fuarı’na katıldığındaki kuyruk bitmedi. Görünmeyi sevmezdi ama akıllardaydı. İşte öyleydi Ahmed Arif.” Elbette ne güzeldir Saltuk’tan onu dinlemek, anlamak, kavramak. Son söz olarak da ironik bir gönderme geliyor aklıma, Jandarma Biz Sosyalistiz türküsünden alıntılarla; “jandarma biz sosyalistiz. Dostuz yalnız biz sana. Kurtuluşun bizimledir. Elini uzatsana”. Kimileri şakayla karışık bu türküye “Yusuf Yusuf Türküsü” derlermiş. Büyüklerim anlatır; üniversite eylemlerinde jandarma müdahale etmeden bu türkü söylenirmiş, sonra da mahşer yeri, bildik görüntüler. Ha ironinin diğer kısmı da benim bu yazım yayımlandığında askerde olacak olmam. Ne denir o zaman? Haydi hayırlı tezkereler... G JANDARMA BİZ SOSYALİSTİZ Balıkesir Lisesi’nde öğrenciyken Cumartesi günleri radyoda başını çektiği ve yönettiği programından yarım yüzyıla yaklaşan muhalif müzik serüveninde Rahmi Saltuk bir fenomen. Özgürlüğe düşkünlüğü ve eşitliğe inancıyla hukuk okuyan ama hiç avukatlık yapmadan müziğiyle çarpışan Saltuk, “Jandarma Biz Sosyalistiz” ile hapishane avluları ve miting meydanlarının sözcüsüydü. 60’lı yıllarda tanıştığı sosyalist fikirlerin ışığında “Güneşi İçenlerin PAZAR YAZILARI Aydınlatmanın öğretmeni ADNAN BİNYAZAR apılan işte toplumu aydınlatma amacı güdülüyorsa bilginin temeline inilmelidir; tıpkı dallanıp budaklanması istenen bitkinin iyi yetişmesi için toprağın altüst edilip güneşlendirilmesi gibi... Server Tanilli’nin Uygarlık Tarihi’ni 1973’te ilk elime aldığımda, yazarın yöntemiyle bitkinin yetişmesi arasında böyle bir benzerlik kurmuştum. Tanilli, bilgiler arası ilişkiyi belli bir amaca bağlıyor, ele aldığı konuyu düşünsel tabanına oturtarak vardığı sonucu üslubunun ince eleğinden geçiriyordu. Bilgi, onun üslubunda aktarma nesnesi olmaktan çıkıyordu. Kimi kitaplar başka kitapları çağrıştırır; Uygarlık Tarihi’nden birkaç gün önce bitirdiğim Cengiz Aytmatov’un Öğretmen Duyşen’i nasıl alışılmış öğretmen romanlarından biri değildiyse, Uygarlık Tarihi’nde de bilgiler alışılmışın ötesinde, zamanmekânolay özdeşliğiyle yansıtılıyordu. Köy enstitüsü eğitimi alanların Öğretmen Duyşen’i neden coşkuyla, aşkla okumalarını anlayabiliyordum. Aytmatov, romanında, kuş uçmaz kervan geçmez bir köye atanan öğretmenin, ahır bozuntusu bir yeri tek başına temizleyip onararak okula dönüştürmesini, o okuldan ileride biri felsefe profesörü olacak kızların hangi koşullarda yetiştiğini konu edinmişti. Issız dağ başlarına uygarlığı taşıyan Duyşen’le, bilgiyi öğretmen üslubuyla öğrencinin ya da okuyanın beynine sokmaya çalışan Tanilli arasında böyle bir çağrışımsal bağlantı vardı. Duyşen de, Tanilli de duvarını kendi ördükleri yapının çatısı altında üretip yorumluyordu bilgiyi. Y C M Y B C MY B Server Tanilli, üniversite öğrencilerinin nasıl bir kültür boşluğunda bocaladıklarını bilerek eğilmişti uygarlık konusuna: “Türkiye’de ortaöğretimin, özellikle de liselerin, 1950’lerle beraber gelip girdiği ve bugün de süren bir çıkmazı şudur: Tarih, felsefe, sosyoloji, edebiyat ve sanat gibi kültürün temel konularında, gençlere hemen hemen hiçbir şey verilmiyor; öğrencilerin kafalarına yalan yanlış, abuk sabuk, ipe sapa gelmez birtakım şeyler tıkıştırılıyor. Ne gerçekçi ve bilimsel bir yaklaşım, ne de bir bütün olarak kucaklayış kültürü. Bir bölük pörçüklük, bir derme çatmalık, bir keşmekeş kısacası. Egemen sınıfların bir oyunudur bu! Amaç da, ne yapıp edip gençlerin uyanmasını engellemektir.” Gençlere yönelirken, uygarlığı tarihsel bir çerçeveye hapsetmiyor, düşünsel gelişmeler ışığında kamplaşmaların, ekonomik dalgalanmaların, ideolojik çekişmelerin temeline inerek açıklıyordu. Bu, emperyalist dünya ile, gücünü emekten alan sosyalist dünyayı kavramaya yetiyor, kitabın, bir düşünce tarihi, emperyalizmin ya da azgelişmişliğin tarihi olarak algılanmasına da yol açıyordu. Tanilli, uygarlığın ortaya çıkışını insanlığın evriminin bir aşamasına; uygarca gelişimlerin kabul edilmesini de, insanların “doğal” bir halde yaşarken, bir sözleşme yapıp, “toplum yaşamı”na geçmelerine bağlıyordu. O yıllarda bu yoruma toplumun da, öğrencilerin de gereksinimi vardı. Nerdeyse kırk yıllık Uygarlık Tarihi, toplumsallaşmanın aşamalarını kavratan bu yönüyle, çağını tanıma amacını güden insanın en güvenli kılavuzlarından biridir. G [email protected]
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle