Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Yıllar
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
2 25 OCAK 2009 / SAYI 1192 Evet şekerim, ben de tam onu söylüyorum... Şöhret Baltaş S on günlerde ne yana dönsek aynı şarkı çalınıyor kulağımıza; Issız Adam filmiyle yeniden tazelenen Ayla Dikmen şarkısı. Herkes birbirine filmi, kent yaşamının orta yerinde “tek tabanca” bir hayat tutturmuş adamla siyahbeyaz yıllardan fırlayıp gelmiş gibi duran genç kadının “imkânsız” aşkını anlatıyor. Filmle bir kez daha gündemimize girmiş olsa da, aslında yeni değil bu “nostalji” havası. 90’lı yıllarda başlayan ve her geçen gün daha da tırmanan bir “nerde o eski günler” kederi kaplamış durumda ortalığı. Bir yanıyla komik gerçekten, çünkü loş bir ortamda buğulanan bu geçmişi yad etme seremonileri biter bitmez, ertesi sabah işlerinin başına koşan beyaz yakalılar yığını, aynı barbarlıkla kendi sınıfından olanları paralayıp yutmak için gayet iştahlı görünüyor. Sanki çift kimlikli bir hayat sürüyor büyük kentlerin merkezlerinde; bir yandan vahşi iş hayatının koyduğu kuralları tüm benliğiyle benimseyip adeta bir “misyoner” havasında şirketin “kutsal” hedeflerine hizmet eden insanlar, akşam olup da misyonları bitince ışıktan gözü kamaşıp felç olan balıklar gibi ne yapacaklarını bilemeden zamanı tüketiyorlar. O sebepsiz kederi, daha doğrusu sebebi üzerinde kafa yorulmayan kederi, medyanın usta trend avcıları herkesten önce görüp ustaca tahvil ediyorlar filmlere, dizilere, şarkılara… Tıpkı o zavallı balıklar gibi, gözlerimizi kırpıştırıyor, “nerde o eski güzel günler” diye diye meçhul sonumuza doğru yol alıyoruz… İnsanlığın eski çağlara duyduğu özlem, insanın kendi çocukluğuna duyduğu özleme benziyor. Kendi çocukluğumuzda bulduğumuz masumiyetin aynısını, çok eski zamanlarda yaşamış insanların öykülerinde de buluyoruz. Ateşe bakıp yalımlarında hayatın bilgisini keşfeden ya da akarsuyun akışında değişimi gören o bilge insanda da; yere çömelmiş, dünyanın yükünü taşıyan karıncanın önündeki taş parçasını kıyıya çeken çocukta da bizi çarpan şey aynı aslında; masumiyet. Hesaplara kitaplara bulaşmamış olma hali, tam bir doğrudanlık, dünyayı hiçbir aracıya gerek duymadan, neyse öyle algılama, değerlendirme ve cevap verme kesinliği, ikirciklerle bulanmamış berrak bir hayat akıntısı, şu ya da bunun için değil, sadece öğrenmek için duyulan saf merak duygusu… Masumiyet. Belki de bu yüzden, o yıllara ait şarkıları söyler, siyahbeyaz filmleri izler, kampana sesi eşliğinde tramvaya biner ve eski günlerin güzelliğinden söz edersek o masumiyeti yakalayabileceğimizi sanıyoruz. Masumiyetin kötü kopyası… Aslında o eşsiz duygunun kırıntılarına bile razıyız ama hiç yararı yok, bu dijital çağda masumiyetini sonsuza dek kaybetmiş kentsel sürüler olarak yaşamaya mahkum edildik. Çünkü hiçbir duygu kalmadı ki yamru yumru edilmemiş, orasından burasından çekiştirilip piyasanın arz ve talep koşullarına uyarlanmamış olsun… Peki, 1970’lerde piyasa yok muydu? Ya da geçmişe yönelik ufkumuz ancak otuzkırk yıl öncesi kadar yakın bir geçmişte “altın çağ”ını bulacak kadar sınırlı mı? Daha öncesi, örneğin bir zamanlar yine pek moda olan ama bu kadar popülerleşemeden “Issız Adam” filmi eski parçalar kadar, plaklara da rağbeti arttırdı... Issız Adam hâlâ gişe rekorları kırıyor, hâlâ dünün şarkılarıyla bugünün insanını tasvir etmek ve anlamak cazibesini koruyor. Bu ne ilk, anlaşılan ne de son olacak… Peki, bugünün hızının insan zihninde yarattığı yorgunluğu dünün yavaşlığının sükunetinde aramak ne kadar doğru? 70’li yıllar ne kadar gerçek peki ya da bugünün gözü 70’li yılları ne kadar doğru görüyor? Hani politika, hani örgütlenme, hani dayanışma?.. Şöhret Baltaş, Şevval Yıldız ve Dilek Afife Önder Ayla Dikmen, eski zamanları yeniden hatırlattı bizlere... yetmişli yılları ve “nostalji”nin sakladıklarını yazdı… noktalarına küfredilmemiş, hiçbir “düşünür” tarihin sonu’nu arsızca ilan etmeye cesaret göstermemişti. Hani hemen her yoksul ülkede girilmemiş bir tersane, işgale uğramamış biriki satıh vardı diyebiliriz. Kapitalizm, bugünkü azgın küresel/çokuluslu kimliğinden henüz uzaktaydı. Ama o günlerin içinde taşıdığı umudun, kapitalist gelişmenin verdiği “izin”den çok daha öte bir anlamı vardı; yalnız bu topraklarda değil, bütün dünyada insan, kendi kaderini kendisinin yapabileceğine inanıyor ve bu inancın kılavuzu olarak bilgiye, bilime güveniyordu. Bilgiye duyulan saf inanç ve bu inançtan doğan umut, insanın şimdiye kadar saptanabilen en güzel yanıdır ve masumiyetin özü de bu saflıkta ve umutta yatar. kural ise şu; başkaldırma! Kabul et, teslim ol, sorgulama, yoksa piyasa seni bir süprüntü gibi fırlatıp atar kenara… Peki, aşk nerede yaşayabilir? Paranın, bireyciliğin, katıksız insan çıkarının her noktayı kuşattığı bu hayatın neresine sığınabilir? İnsanı başkaldırıya, isyana, dağları delip geçmeye, kendi benliğini aşmaya iten o duygu nerede barınabilir? Kullandığımız parfümde, bindiğimiz otomobilde, yaladığımız dondurmada, giydiğimiz ayakkabıda, taktığımız pırlantada, iki kapılı buzdolabında, meditasyon merkezlerinde, akıllıca dizilmiş CD raflarında... Tükendikçe yenisi alınacak aşk piyasasında… Raflara dizilen envayi çeşit nesneyi önü sonu olmayan bir iştahla tüketirken, bilincimizin ve kalbimizin de her geçen gün daha fazla oranda tüketmeye programlandığını fark etmiyoruz bile. Sevgi, dayanışma, yardım, beraberlik, aşk, dostluk… Hepsi piyasanın üretim ve tüketim çarkında harman olur giderken, “kullanat” türünde bir hayata ne kadar alıştığımızı göremiyoruz. “Tamamen duygusal” deyip gülüverdiğimizde ne kendi kendimize mahcup oluyor ne de herhangi bir kimsenin bizi ayıplamasından çekiniyoruz artık. Kapılarımızı ninelerimizden miras kalan “Tanrı misafirlerine” açmamak için, hayatımıza olabildiği kadar az sayıda insan sokmak için, evlerimizi birer yalnızlık hapishanesine çevirmek için nasıl da haklı sebeplerimiz var… “Hayatın realitesi böyle şekerim…” Evet şekerim, ben de tam onu söylüyorum işte: Hayatın realitesini sorgulamadan, ne o boşluk duygusundan ne de kederden kurtulabileceğiz. Eski şarkılar, siyahbeyaz filmler, kültür turları, ekolojik tatil paketleri anlamlı kılmayacak hiçbirimizin hayatını. Nostalji ne bugünü ne de yarını değiştirebilir. “Eee, nostaljinin gücü de bir yere kadar tabii”… G tükenen “Pera’nın kravatlı beyleri, döpiyesli hanımları”nın simgelediği döneme ne oldu? Aslında 1970’lerin, daha öncekilerden daha popüler bir tüketim nesnesi haline getirilmesi çok da yersiz değil. Bir yanıyla, 12 Eylül 1980 tarihine kaydedilen miladın simgelediği neyse, 1970’lerin de “milattan önce” diye anılmayı hak eden bir tarihsel derinliği var. Evet, o zaman da bu topraklarda serbest piyasa koşullarının tahakkümü altında yaşayan sınıflar vardı. O zaman da çelişkiler “uzlaşmaz”dı ve hayat hiç de insanlığın topyekun mutluluğu için düzenleniyor değildi. Savaşlar, kıyımlar, baskılar, polis copları, yoksulluklar, her gün bir başka tepede pıtrak gibi biten gecekondular, akmayan sular, gaz kuyrukları ve enflasyon, hepsi vardı. Ama bugünden farklı olarak, bunların hepsinin değiştirilebileceğine dair elle tutulur gözle görülür bir umut vardı ki, o yılları hatırlarken yüreğin en ince tellerini titreten tek şey oydu. Bu umudun yeşerebilmesine, kapitalizmin o günlerdeki düzeyinin “izin” verdiği söylenebilir. Doğrudur; o yıllarda kısmen de olsa ulusdevlet sınırları içinde yaşamak, dolayısıyla kendi kültürünü, alışkanlık ve özgünlüklerini çokuluslu tecavüzcülerin elinden kısmen kaçırmak mümkündü. “Medya” sözcüğü henüz icat edilmemiş, gazeteler meslekle hiç ilgisi olmayan birtakım paralı insanların eline henüz geçmemiş; sağımız solumuz afiş, bilboard, sinevizyon gibi her biri bir markayı gözümüze sokan nesnelerle dolmamış; birinden para istemek ayıp karşılandığı için “sponsorluk” kavramı henüz türetilmemiş; işyerine götürülen sefertasının yerini henüz “fast food” denen ucube almamış; postmodernizm adı altında tarihten toplumbilime kadar insanın varmış olduğu tüm uğrak BOŞLUK VE KEDERDEN KURTULMAK... O günlerin üzerinden çok yıllar geçti. İnanılmaz bir hızda dünyalar yıkıldı, yeni dünyalar kuruldu; reel sosyalizmin zaaflarına isyan eden insanlar arkalarında buldukları muazzam emperyalist desteğin asıl yüzünü fark ettiklerinde, her şey için çok geç kalınmıştı. Sermaye, felaket filmlerindeki hızla yayılan pis kokulu balçık gibi, hiç durmayan yayılmasını sürdürdü ve neredeyse tüm engellerin saf dışı edildiği dünyada çok da başarılı oldu. Sömürünün daha kârlı, en kârlı yolları keşfedilirken, liberal piyasa kârın maksimizasyonunu tek geçerli ahlak ilkesi ilan ederken, değil ulusdevlet sınırları, bireyin benlik sınırları içinde dahi kendini muhafaza edebilmesinin koşulları ortadan kalktı. Artık hayatın her alanında, en özel, en mahrem saydığımız alanlarda bile, küresel sermayenin dört koldan sarıp kuşattığı ve beynimize ince ince işlediği kurallara göre yaşıyoruz. En kutsal Bizi rahat bırakın, kendinizi de... Şevval Yıldız (52/Senaryo yazarı) Sağım solum, önüm arkam mazi… Bir dönemi ikinci kez yaşamak bir armağan mı, yoksa eziyet mi? Bana eziyet gibi geliyor… Lenin’in iki adım ileri, bir adım geri sözünü bu duruma uydurmaya çalışsam da olmuyor, tutmuyor. Büyük siyasi olayların, tarihin akışının matematiği Lenin’in anlatmaya çalıştığı, bir insan ömrüyle sınırlı değil… O halde bu ne? Çağan Irmak’ın “Issız Adam”ı müzikleriyle, az buçuk da öyküsüyle mazinin içine tıktı beni, ama en çok girdabına alan Orhan Pamuk’un Masumiyet Müzesi. Yazar sanki bir gazetenin arşivine girmiş, birinci sayfa, üçüncü sayfa, spor sayfası, yemek köşesi, günlük, haftalık falları vs… bir kenara not etmiş, sonra hepsini birleştirmiş ve romanının iskeletini çatmış… Karakterleri çözmek benim işim değil, bu bir roman eleştirisi de değil, ama 592 sayfanın neredeyse beş yüz sayfasını, 1975’ten 85’e benim de içinden geçtiğim olaylar silsilesi olarak okumak, yaşanan her olayda ya da durumda, kaç yaşında, nerede olduğumu, ne düşündüğümü hesaplamak epey işkenceydi doğrusu. Bir roman değil, on yılın almanakı gibi okudum desem yeridir. Aşk hikâyesine gelince… Hızlı hayatta yavaş aşkın dikişlerinin attığı zamanda olduğumuz doğru belki, ama insanın yirmi beş bin yıllık tarihinde, ne aşklar yaşandı demekten kurtulamıyor insan... Bu aşk falan değil, marazi bir hal, aşk zaten hastalıktır, diyorsak o başka tabii. Issız Adam’ın dokunamayan, birinde kalamayan adamıyla Orhan Pamuk’un birinden çıkamayan adamı sonunda aynı yerde buluşmuyorlar mı acaba? Dünya yuvarlaksa hakikaten ve hakikaten her şey zıttını beraberinde taşıyorsa… “Issız Adam” filminden bir kare... Çağan Irmak ne bulmuşsa doldurmuş filmine, Sanırım sizin dergide okumuştum, elliler, altmışlar, hatta acıyı mutfakta harlamaktan hoşlanan ya da doksanlara uzanan on yıllık araların müziğiyle, giyimiyle mutfakta kendinden kaçan insan son dönem peşinde olanlar var. Bugün otuzlu yaşlarının başında olanların filmlerinin klişesi. Aman, yazı film en büyük hasreti ise seksenli yıllar… Umudun, eylemin, eleştirisine kaçmadan, asıl derdime hareketin, neşenin yılları olarak görüyorlar besbelli… Evren döneyim, şu şarkılar meselesi; Yeliz, Nil Paşa’nın kesip biçtiği siyasi yolculuktan onlara kalan sadece Burak, Ayla Dikmen, Barış Manço, bu… Adamo... Nereden geçsem, nereye Yetmişli yıllara övgü çıkmasın anlattıklarımdan, o yıllar gitsem kulağıma filmdeki şarkıları yaşandı, şimdi bugündeyiz. Bugünü yaşamak durumundayız. düşüyor… Masumiyet Müzesi’nin eksik O yılların da neşesi ve kederi vardı, bugünün de… Düne bıraktıklarını tamamlamak istercesine, asılarak bize de haksızlık etmeyin, kendinize de… Biz hâlâ geçmişe çekiyor… O şarkıları sokaktayız, buyrun sizi de sokağa bekleriz, canımızın unutmamıştık ki hatırlayalım, diye sıkıntısını, kasvetini sokakta atabiliriz hep birlikte... Ama ne sinirleniyorum elbette… Avazım çıktığı olur dünün şarkılarıyla, giysileriyle, hayat biçimiyle kadar bağırasım geliyor, rahat bırakın oyalanmayın. Masumiyeti de zamanın ruhunda aramayın… bizi, rahat bırakın… Hatırlatayım, ismini bilmiyorum ama ta İsa’dan iki bin yıl önce biri şöyle demiş: Öyle bir zamanda yaşıyorum ki, bana söylenecek söz kalmamış! Önemli olan masumiyetiniz değil, safınızdır, seçtiğiniz saf… Dilek Afife Önder (52/Muhasebeci) Geçenlerde mahalledeki tuhafiye dükkânından alışveriş yaparken Yön FM’de “Anlamazdın” çalıyordu ve dükkânın sahibi Songül bu şarkıları yeni duyduğunu ve çok hoşuna gittiğini söyleyince şaşırıp “Nasıl olur, bizim gençliğimizin şarkısı” diye sordum. Meğer 20 yaşına kadar Tunceli’de köyde yaşamış. Songül “Anlamazsın” demiyordu kibarlığından. Anlaşılan şu 70’li yıllar meselesi de kenti, orta sınıf arasında geçmişti... 70’li yıllar, bugünkü orta yaşın gençliğine denk geliyor. Bana göre o yıllara özlem, bir yandan gençliğimize olan özlemi diğer yandan bugünün insanında rastladığımızda sevindiğimiz insani değerlerin o dönemde daha sık rastlanır olmasını içeriyor. Masumiyet ise bize iyi gelen her şeyin içine doldurulduğu düş sepeti. Sahicilik, güven duygusu, komşusu açken uyuyamama, ilişkileri kolay tüketmeme, güce tapmama, savaşı kanıksamama, kadına karşı şiddete karşı olma vs. Bunların hepsinin o dönemde olduğunu düşünmenin azı gerçek, çoğu düş. 70’li yılların müziklerini dinlemek insana iyi geliyor, çünkü onlar işin düş kısmını taşıyorlar. Nil Burak’ın sesi ne kadar güzelmiş meğer derken gençliğimize özlemi parantez içine alıyoruz. Ayten Alpman’ı dinlerken şarkıdan tamamen bağımsız bize iyi gelen değerleri hatırlıyoruz, çünkü şarkı sözlerinde özel yüklemeler yok, onları biz yakıştırıyoruz. Plak bitince birden o yılların aynı zamanda ne büyük acılara tanıklık ettiğini hatırlamak istemiyoruz, yorgunuz, biraz dinlenmek istiyoruz, şarkıyı yeniden dinliyoruz, düşler bize iyi geliyor. G C M Y B C MY B