Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Yıllar
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
10 25 OCAK 2009 / SAYI 1192 Oktay Akbal’a mektup... Ataol Behramoğlu Sevgili Oktay ağabey, Şu anda neredesin, bilmiyorum. Akyaka’da mı, İstanbul’da mı? Son telefon konuşmamızda bir süreliğine İstanbul’a geleceğini söylüyordun. Çoktandır senin için bir şeyler yazmak istiyordum, sonunda bunun bir mektup olmasında karar kıldım. Daha doğrusu, içimden böyle geldi. Şimdi sen, yazının tam burasında, işlek zekân ve kaleminle, mektup nasıl bir yazı türüdür ya da içten gelme kavramının yazınsal yaratıda işlevi ve yeri nedir konularından birinde bir denemeye doğru ilerlemeye başlardın. Senin yöntemini kullanayım! Mektupta içten gelme, içtenlik önemlidir. Yazınsal yaratı içten gelmeye indirgenemese de, içinden geldiği gibi yazmanın yarattığı bir özgürlük havası da vardır... Gerçek edebiyat belki de iki özelliğin birleşmesinden oluşuyor: Kurgulamak ve içinden geldiği gibi yazmak... Kurgunun ağır bastığı yapıtta bir yapaylık duyumsanabiliyor. İçinden geleni kurgulayamamak da sanat yapıtını eksikli bırakıyor... Bir süredir elimin altındaki iki kitabını, zaman zaman karıştırıyor, bölümler, öyküler okuyorum. Amacım, üslubunu bir kez daha duyumsayıp kavramak. İki kitabın dediysem, “Önce Ekmekler Bozuldu”nun 1979 tarihli basımında beş öykü kitabın toplanmış. 1982’de yayınlanan kitapta ise iki romanın yer alıyor: “Suçumuz İnsan Olmak” ve “İnsan Bir Ormandır”. Bütün bu kitapların ve başkaları yeni basımlar yaptılar ve yapmaktalar. Olağan şüpheli Sevim Erdem... Deniz Ülkütekin Murat Sayın (muratsayin2005@gmail.com) H er şey Sevim Erdem’in bir yatak almak istemesiyle başladı. Erdem’in hayatının büyük kısmı Beyoğlu çevresinde geçiyor. Hem evi orada hem de işyeri. Ne önemi var ki diyebilirsiniz. Gerçekten Kurban Bayramı’nın ikinci gününe kadar bu önemli bir bilgi sayılmazdı. Ancak Erdem o gün Esme Firması’nın Çağlayan’daki şubesindeki bej bir yatağı beğendiğinde kendi yaşam tarzının başkaları için ne kadar önemli olabileceğini anladı. Garip diyaloglar dizisi satış için yapılan sözleşme sırasında başladı. Satıcı kendisine evinde kiracı olup olmadığını, kiracıysa ne kadar süredir oturduğunu ve medeni halini sordu. Sevim Erdem normal şartlarda bu tip sorulara cevap vermediğini söylüyor. Ancak o gün sohbet havasında geçen konuşmanın etkisiyle hem kiracı hem de Erdem’in sabrı kalmamıştı, kapıyı sonuna kadar açtı ve karşısındakine, “Beni kaç gündür beklettiğiniz yetmiyormuş gibi bir de şimdi gelip taciz ediyorsunuz” dedi. Ardından mağazanın müdürünü aradı ve kaç gündür aradığı sonuca ulaştı. Müdür “İstihbarattan çıkmadı” deyiverdi. Yani? “Bekârsınız ve Taksim’de oturuyorsunuz” diye devam etti. Sevim Hanım’ın yaşamı Esme yataklarına layık görülmemişti. Sevim Erdem’in hikâyesi böyle, müdürle yaptığı konuşmanın telefonunda kayıtlı olduğunu söylüyor. Sonrasında müdür, Sevim Hanım’dan sözleşmeyi kendisine getirmesini istemiş. Ancak aldığı cevap “Bana yatağı sattığınıza dair elimdeki tek belgeyi size getirecek değilim” olmuş. Ardından tüketiciyi koruma dernekleriyle yapılan yazışmalar. Birkaç gün da sonra Erdem Kaymakamlığa, Tüketici Haklarını Koruma Birimi’ne başvurmuş. Şimdi üç ay içinde görülecek davanın sonucunu bekliyor. Bir yatak almak ne kadar zor olabilir ki? Belki rengi, sertliği ya da yumuşaklığı gibi konularda elinizde bol seçenek varsa zorlanabilirsiniz. Sevim Erdem bu problemlerin üstesinden geldi, bej bir yatak beğendi. Ancak aşması gereken çok daha büyük bir engel olduğunu henüz bilmiyordu. Yatağı satan firma da Sevim Erdem’in Fotoğraf: Vedat Arık BİRİLERİ / Rifat Mutlu yaşam tarzını onaylamalıydı… Duyduğumuz hikâye üzerine Esme’ye de söz hakkı vermemiz gerekiyordu. Bizimle konuşan mağazanın satış Müdürü Aysun Danacı’ydı. Henüz olaydan haberdar olmayan Danacı, hikâyeyi duyunca bir hayli şaşırdı. Peki, mağazanın müşterilerinin özel hayatına göre satış yapma gibi bir politikası var mıydı? Danacı böyle bir şeyin olduğunu kesinlikle reddetti ve olayın hem mağazadaki hem de Sevim Erdem’in evine giden görevlilerin acemiliği olduğunu söyledi. Yani görevliler yanlış bilgilendirilmişlerdi. Firmaların taksitle ürün sattıkları kişilerin gelir düzeyini soruşturmak gibi bir hakları var. Ancak Esme ve Sevim Erdem arasındaki durumda şöyle bir fark var. Önce sözleşme sonra istihbarat yapılıyor. Bu işin hukuki yönü. Ancak Erdem’in anlattığı diyaloglar, mağazadakilerin kaygılarının sırf ekonomik olmadığını gösteriyor. Özetle bekârsanız ve Taksim’de yaşıyorsanız size yatak matak yok! G bekâr olduğunu söyleyivermiş. Aldığı cevap ise “Sizden bir şey çıkmaz” olmuş. Satıcının ne demek istediğine pek anlam veremese de üzerinde pek fazla durmamış. Sevim Erdem akşam yatak odasını boşalttı ve ertesi gün gelecek yatağı beklemeye başladı. Ancak yatak yerine telefon geldi. Telefondaki ses, “Bej rengin kalmadığını kendisine bordo bir yatak verebileceklerini aksi takdirde uzun süre beklemek zorunda kalacağını” söylüyordu. Erdem bordo yatağı kabul etti. Anlaşmaya göre dört gün içinde firmadan gelinecek ve yatak bırakılacaktı. Beklenen tarihte gerçekten firmadan bir görevli geldi. Ancak yatak ortada yoktu. Sevim Hanım uzun süredir beklediği yatağını sorunca aldığı cevap sadece “istihbarat” oldu. “Yatak gelecek” diye yatak odasından boşalttığı eşyalar yüzünden kapı tam olarak açılmıyordu, istihbaratçı aralık duran kapıdan içeriye bakmaya çalıştı. Pek başarılı olamayınca Sevim Erdem’e mağazadaki soruları yineledi. Artık Oktay Akbal. (rifatmutlu@gmail.com) C M Y B C MY B Edebiyatımızın en üretken yazarlarından biri olduğunda kuşku yok. Buna karşılık yapıtını değerlendiren kitap oylumunda çalışmaların sayısı korkarım ki pek fazla değil. Bu olgu, belki hepimizin, genel olarak Türk yazarının ortak yazgısı olduğu kadar, senin özellikle de altmışlı yıllardan bu günlere kalemini salt edebiyatçı olmanın ötesinde deneme ve köşe yazarı olarak ülkenin yazgısına cömertçe, özveriyle adamış olmanla da ilgili. Gerçek anlamıyla bir adanmışlıktır bu. Kendini sadece edebiyatla ve edebiyat dünyasıyla sınırlayamamak. Bunun başlıca nedeni de, bütün ürünlerinde öylesine sıklıkla yinelediğin “insan” ve onun yazgısı için duyduğun kaygı olmalı. Uzun cümlelerle “edebiyat” yapmaya bile sabrın yok. Kısa cümlelerle, tek tek sözcüklerle, bir mors alfabesiyle haberleşircesine, insanlara mesajlarını gönderiyor gibisin. Dünya nasıl doğru dürüst bir dünya olabilir? Aşkı, dostluğu, çocuksu saflığı nasıl korumalı? Adalet, eşitlik, özgürlük düşlerinin gerçeğe dönüşmesi bu kadar mı güç? Acımasızca geçen, geçmekte olan zamanı durdurmanın bir yolu yok mudur? Nasıl yapmalı, nasıl yaşamalı ki, yaşam yaşanmaya değer bir şey olsun?.. Öykülerinde, denemelerinde, eskizlerinde, romanlarında, köşe yazılarında, sanki hep bu soruları soruyor, yanıtlarını arıyorsun. Hem bir kurgu ustası, hem içinden geleni içinden geldiğince yazma ustası olarak... Soruların benim de sorularım... Kaygıların benim de içimi acıtıyor. Düşlerimiz ortak. Aramızdaki yaklaşık iki on yıl (bu demektir ki iki kuşak farkı) bu ortaklığa engel değil. Tersine, seni okurken, edebiyatımızın yeniden o “insanca”lık kaynağından beslenmesi gerektiğini duyumsuyorum. Ve bütün bu soruların, kaygıların özeti belki de tek bir cümlededir: Mutluluk, ancak bütün insanlıkça paylaşılıyorsa sözü edilmeye değer... Bu düş gerçekleşir mi, bilmiyorum... Fakat bizi birleştiren ortak değerler bütün insanlığın ortak değerleri olduğunda, belki ancak o zaman, bizim yazdıklarımız, yaşadıklarımız, hayallerimiz ve düşlerimiz de gerçek anlamlarını bulmuş olacak... G ataolb@cumhuriyet.com.tr MİZAH MAĞARA ADAMI / Tayyar Özkan (www.tayyarozkan.com)