17 Haziran 2024 Pazartesi English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

8 7 ARALIK 2008 / SAYI 1185 İlkesiz siyaset... Zülal Kalkandelen “Değişim”, yaşadığımız çağı anlatan sözcüklerden birisi. Obama, tüm seçim stratejisini bu vaat üzerine kurarak, Amerika’nın seçilmiş başkanı oldu. Irak Savaşı’na en başından beri karşı çıkmıştı ve bunu kendisini diğer adaylardan ayıran en belirgin farklardan biri olarak ortaya koydu. Afganistan ve Irak savaşlarından bunalan Amerikan halkının, Obama’nın değişim umuduna kapılmasını kolaylaştıran önemli bir etkendi bu. Obama, rakibi Hillary Clinton’ı seçim süreci boyunca savaşa onay vermekle suçladı. Doğruydu; Clinton, Bush’un Irak’ı işgal planına “evet” oyu vermişti. Ne var ki, Obama başkanlık seçiminden zaferle çıkınca iş değişti... Senatör Clinton, Obama tarafından dışişleri bakanlığına aday gösterildi... Tuhaf doğrusu... Clinton değil miydi Obama’nın İran, Küba ve Kuzey Kore ile koşulsuz görüşme planına karşı çıkan? Clinton değil miydi Obama’nın deneyimsiz olduğunu söyleyerek, onun seçilmesi halinde Amerika’nın güvenlik içinde olamayacağını ima eden? Peki, Obama değil miydi bir insanın Beyaz Saray’da başkan eşi olarak yaşamış olmasının, dış politikada deneyimli olduğu anlamına gelmeyeceğini söyleyen? Öyleyse, ne oldu da durum değişti? İşte bu noktada, kimileri, ideolojilerin buharlaştığı bir çağda, çözümün pragmatist politikalarda görüldüğünü söylüyor. *** Kapitalizmin felsefi temellerinden doğan pragmatizm (yararcılık), bu kavramı geliştiren felsefecilerden William James’e göre, felsefe olmaktan çok bir metot, düşünceyi doğurduğu sonuca ve başarısına göre ölçen bir yöntemdir. Burada pragmatizmi anlatacak değilim. Benim dikkat çekmek istediğim, bu kavramın siyasetteki çarpık kullanımı. Ne zaman bir politikacı, anlaşılmaz bir biçimde dönüşüp, eskiden savunduklarının tersini yapsa, derhal pragmatizme sığınarak tutarsızlığına geçerlilik kazandırmaya çalışıyor. Elbette değişime karşı değiliz. İnsan, zamanla yanlışlarının farkına varıp değişebilir. Yerine göre pragmatist çözümlere de başvurulabilir. Ama bir Clinton ve Obama. politikacının varoluşunun temelini oluşturan ilkelerin tam tersi davranışlarda bulunuşu, ne değişim ile ne de pragmatizm ile açıklanabilir. Bu, olsa olsa fırsatçılıktır. Obama’nın yaptığı da budur. Sihirli bir değnek birden Clinton’a dokunup onu dış politika uzmanı yapmış değildir. Obama, rakibini gelecek seçimde saf dışı bırakmak için kabineye alıyor. Savaş destekçisi Cumhuriyetçilere de yer verdiği ekibini bir Rakipler Takımı olarak kuruyor. Böylece şahinlerin övgüsünü kazanıyor ama kendisine değişim için oy verenleri hayal kırıklığına uğratıyor... *** Fırsatçı siyasetin ilginç bir örneği ise, son günlerde ülkemizde yaşandı... CHP Genel Başkanı Deniz Baykal, yerel seçimlere dört ay kala, aniden kara çarşaflı kadınlara partinin rozetini takarak şov yaptı. AKP’nin seçmen kitlesinden oy kapma amacıyla yapıldığı belli olan bu girişim, CHP için ciddi bir değişimdir. CHP, Türk kadınının özgür, eşit ve çağdaş bir birey olarak sosyal hayata katılımını savunurken, bunun tam tersi bir dünya görüşünün temsilcilerini partisine çağırmıştır. “Başörtüsü ile sorunumuz yok; sorun, dini siyasallaştıran türban ve kara çarşafta,” noktasından, CHP rozetli kara çarşaflılara gelinmiştir. Bir de, “Laiklik anlayışımızda değişiklik yok; kara çarşaflıları aday yapacak değiliz,” şeklinde savunmalar var ki, tutarsızlığın bu kadarına pes... Solun değerlerini savunup, hakça bir düzeni kurmak için politikalar üreteceklerine, hep yaptıkları gibi sağı taklit ederek oy toplamaya çalışıyorlar. Baykal ve ekibi bunu hep yapıyor... Bunun adı, ideolojisizlik ideolojisi ya da ilkesiz siyasettir... G www.zulalkalkandelen.com / [email protected] Gösterim kalabalığı... Adnan Binyazar ski edebiyat kitaplarında, yazarın özgeçmişi, edebi kişiliği, etkilediği ve etkilendiği yazarlar, eserleri... önemli yer tutar, o bilgileri ezberleyip yanıtlayan öğrenci tam not alırdı. Ezberleme yeteneği kıt olup bunu başaramayan öğrenciler arasında, “okuldan atılma” anlamında belge alanlar bile olmuştur. (Öğretmenliğimin ilk yıllarında, bir kez deney yapmaya kalkıp sınıfta yangın çıkaran bir kimya öğretmeninin; beceri dersleri başarılı 31 öğrencinin belgelenmesine yol açması o günden bugüne içimi yakar...) Öğretmenler, sözcükleri aruz kalıplarına uydurmanın geniş ölçüde Arap dilindeki imale (uzatma) ve zihafa (kısaltma) bağlı olduğunu hesaba katmadan, onları çözüme zorladıkları öğrencilerine kimbilir ne kâbuslar yaşatmışlardır! Edebiyat, resim, müzik, beden eğitimi gibi üretici dersler bilgi verme amacına yönelik değildir. Bunlarda, öğrencinin yüreğini sanatsallıkla donatıp onu yaratıcı, güzelduyulu kılmak amaçlanır. Bilimde deney ne ise, bir metinde kavramların içeriğine yönelik dilsel çalışma yapmak da odur. Edebiyat derslerinde metin çözümleneceğine, öğrencinin kafasını ansiklopedik bilgilerle doldurmak, beyni depo gibi kullanmaktan başka işe yaramaz. Önemli bir yöntem sapması da şuydu: Halk şiiri yüzyıllarca “parmak hesabı” sayılıp ciddiye alınmamış, edebiyat denince, Divan edebiyatı öne çıkarılmıştır. Batı etkisiyle oluşan değişimlerle eski şiirle yeni şiiri karşılaştırmak da uzun süre edebiyat öğretiminin temel konusuydu. Yazarların, “etkilediği ve etkilendiği yazarlar” doğrultusunda ele alınması da, öğrencinin gelişmesine katkı sağlamamıştır. Belki sıradan bir yazarın etkilenmesinden söz edilebilir. Ele alınan kişi yazarlık damarıyla donatılmışsa, o, ancak kendisini etkiler; kimseden de etkilenmez. Örneğin öykünün gelişimi açısından Sait Faik’le Füruzan arasında kimi yaklaşımlardan söz edilebilir; konuyu uzmanca işleyenler açısından bir anlam taşıyan bu yöntemin, öğrenciyi ilgilendirdiği söylenemez. En iyi yöntem, yazarı kendi yaratıcı koşulları içinde değerlendirmektir. Özetle; edebiyatta bilgi aktarımı, öğrencinin ruhunda dayatmacı bir baskı yaratmıştır. Ne yazık ki bunu bugün de sürdürenler var. Birçok öğretmen, çeşitli seçkilerden aktaracağını bile bile, öğrenciye roman özeti ödevi veriyor... Öğrenciyi bilgi boğuntusuna uğratan bu tür çalışmaların onun özgürce kitap okumasını engellediği bir gerçektir. Japonya’da bir kişiye 26, bizde altı kişiye bir kitap düşmesinin nedeni bu. Saymacalara göre öğretmenlerin yüzde 62.8’inin gazete okumaması acı değil mi?.. Öğretmenin okumaması, yalnızca olanaksız bütçesiyle açıklanamaz. Okumak isteyen, iğnenin deliğinden geçer de kitaba ulaşmanın bir yolunu bulur. Kentlerin birçok mahallesinde kitaplıkların bulunduğu bir gerçek. Biri çıkıp saymacaya vursa, görülecektir ki, öğretmeni öğrencisiyle kimsenin kitaplığa uğramadığı da bir gerçek! Toplum, örneğin Dostoyevski’yi okuyacağına onun TV filmini izlemeyi yeğliyor. Bu da, okuma toplumu olacağımıza bizi gösterim kalabalığına dönüştürüyor. G [email protected] E Aynı yurdun insanları Enver Aysever ‘Allah kimsenin yolunu hastanelere düşürmesin, hastaneleri de eksik etmesin’ der eskiler. Bu sözler içimde yer etmiş. Özel sağlık kurumlarının parıltılı görünümüne kanmayanlardanım. İçerde olup bitenler, çoğu zaman hekim için de, hasta için de pek iç açıcı değildir. Kim bilir, ticaretin sağlıkla ilişkilenmesinin öfkesi belki hissettiğim... Yolum Çapa’ya düştüğünde çocukluktan gelen bir iç sıkıntısını yaşarım. Hastalıklı bir çocukluk sürecinin; beyaz karolar üzerinde, floresan ışıklarının eşliğinde geçilen koridorların ve genizde hissedilen o garip ilaç kokusunun ürkekliği sanırım bu. İstanbul Üniversitesi’nin köklü bir kurumudur aslında Çapa’daki tıp fakültesi. Benim gibi, ne olursa olsun bilimsel kaygıyla davranan hekimlerin olduğu ortamlara daha güvenle teslim olanlar için, hüzünlü görüntüsüne karşın güven vericidir. Kişinin hangi hekime bedenini ve ruhunu teslim edeceği sorunsalı boyutlu ve karmaşıktır. Hasta ile hekim arasında kurulan ilişkinin ne denli önemli olduğu, hekimin bir tamirci olmayıp, insan bedenini onardığını ayırt etmesiyle başlar. Ötesi, kapitalizmin çarkları hizmet alanı da vereni de çürüttüğü için, aslında ahlaki tartışmanın boyutları günbegün artmaktadır. Anlatacağım... Kızımın beslenme sorunu dolayısıyla, yeryüzünde kendimi en güvende hissettiğim dostum, ablam Profesör Mübeccel Demirkol’u aradım. Her zaman olduğu gibi sevecen, umut veren sesi tedirginliğimi dindirdi ve bilgilendirme süreciyle koyuldu işe. Hemen bütün bebeklerde iştahsızlık sorunu vardır elbet. Ancak boy ve kilo arasındaki ilişki açmaza dönüşebiliyor. Önlem almak gerekli... Tahlilleri, ölçümleri, röntgen çekim işlemlerini, özel sağlık sigortamız olduğu halde, fakülte hastanesinde, Çapa’da yaptırmayı yeğledik. Elimden gelmiyor işte, donanımları ne olursa olsun, içinde her an dünyayla ilişki kuran, ödevi araştırmak, bilgi üretmek olan hastaneler daha güven verici geliyor bana. Her gün binlerce insanın umut, keder, acı, öfke ve isyanla indiği yoldan; aracımla ve hiçbir sorunla karşılaşmadan indim. Talihliyim elbet. Bir dünya hekiminin yakını ve yaptıklarının tanığıyım. Herkese dostluğunu, bilgisini, yeteneklerini esirgemeden veren Demirkol’un konuğuna, tüm hastane üyeleri sevgiyle açıyor kapısını. Yol boyu kapılarda biriken, sevdiklerinin iyi haberlerini işitmek için sabırsızlanan kalabalığa baktım. Yorgun, güçsüz hastane binasının, yıllara inat ayakta kalmak için direndiğini gördüm. Koca bir kentin kalbi haline gelen bu mekânların; bunca insanı dirençle üstünde taşıyan bu binaların sessizliğinden ve bir gün aniden soluklarının kesilip, sağlık vermek için inatla ayakta kalma gayretlerinin tükeneceğinden, belki onca insana gömüt olacağından kimsenin, nasıl haberi olmaz! Dar koridorlarda kucaklarında bebeleriyle bekleşen insanların arasından geçtik. Her şeye karşın sorumluluğunu yitirmeden direnen hekimler, laboratuvar görevlileri, teknisyenler gördüm. Alacalı, bulacalı yemenileriyle, soğuk havaya karşın ayağında terlikleriyle sanki evden hazırlıksız çıkmış duran kadınların anne yüreklerini sezdim. Milyon dolarlara egemen bir adamın, bebeği için endişeli bekleyişine tanık oldum. Çocuk bahçesinde sarıklı, poturlu adamın elinde cep telefonu, yeni çıkan tahlil sonuçlarını birilerine anlattığını işittim… Herkes oradaydı... Ağlayan çocuklara, dertli büyüklerine kimi zaman bakışlarıyla, çoğu zaman elleriyle dokundu Mübeccel Demirkol. Kocaman bir aileye gönlünü açmış, eğer onlarla karşılaşma olanağı bulamazlarsa ya zihinsel engelli olacak ya da hazin sonlarına terk edilecek çocukların tümüne ve yakınlarına bitmeden tükenmeden sevgiyle ve ilgiyle yaklaşmıştı. Çocuk beslenme sorunlarının büyüklüğünü, ülkede yapılması gereken taramaların önemini, sessiz savaşımını ve kavgada kazanımları biliyordum... Bir ömür vermişti bu işe... Dayatılan kara yazgıya direnmiş, önleyici hekimliğin ne demek olduğunu kanıtlamıştı... Öğrencileriyle tanıştırdı Mübeccel Abla beni. Yirmili yaşlarında beyaz gömleklerini giymiş kızları gördüm. Maviş bakan gözlerden taşan heyecanı, bal rengi bakışlardaki insan sevgisini, bilimin yoluna akıtılmış gençlikleri... Bir genç adam tanıdım. Filistinli bir hekim... Gazze’den gelmiş. Her gün ateş ardında kalan halkına, acısını dindirmek, el uzatmak için gelmiş İstanbul’a, tıp fakültesine... Kalıcı olup olmadığını bilmiyordum. Sordum. Döneceğim yurduma, toprağıma dedi. Bir yurtsever, aslında dünya yurttaşı hocanın, silah tutmak yerine, sağlık dağıtmaya gönül vermiş öğrencisini tanıdım... O hekimlerin toprağı, yurtları aynı aslında... İnsan... G www.enveraysever.com C M Y B C MY B
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle