17 Haziran 2024 Pazartesi English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

7 ARALIK 2008 / SAYI 1185 İnsan haklarından muaf bir Ayazma... Esra Açıkgöz Ayazma’da çocuklar 15 gündür okula gitmiyor, akıllarında bir soru var: Okusak ne olacak? 1. Sayfanın devamı Belediye de bunun farkında, 2006’da AB fonlu bir “Tepeüstü ve Ayazma Bölge Halkı Yoksulluğunun Giderilmesi ve Sosyal İçerme Projesi” yürütmesinin başka ne nedeni olabilir ki? Bu projeden yararlanmak için de bir şart var: En az lise mezunu olmak! Kısacası, borçlandırılarak ev sahibi olanların da yakında çadır hayatına dönmeleri uzak ihtimal değil. Projelerin uygulandığı semtlerde yaşamın getirdiği ekonomik yükle baş edemeyip, yeni evlerini kiraya verip kendilerine daha makul, şimdilik dokunulmamış semtlerde ev arayanlar da yok değil… Gelin biz, tekrar Ayazma’ya, çadırlarda yaşayanlara dönelim. 12’si kiracı, altısı her türlü belediye hizmetinden yararlanıp, vergilerini ödeyen, ancak tapularını alamadıkları için hak sahibi olmayan toplam 18 hane yağmura, çamura, fırtınaya, susuzluğa, elektriksizliğe rağmen Ayazma’da yaşamaya devam ediyor. Kasım Aydın da onlardan biri. 2000’den beri Ayazma’da yaşıyor, “2007 Şubat’ının 5’inde yıkım başladı. Evler yıkılmadan önce, sosyal konut yapılıyor, size de aynı hakkı vereceğiz, dediler, hatta evraklarımızı toplattılar. Kura çekildi, bize çıkmadı. Belediye bize çıkın ya da çıkmayın diye bir şey demedi, bekleyin dedi. Bekledik. Ev sahiplerine ise evlerini yıkmazlarsa üç bin YTL ceza keseceklerini söylediler. Ev sahipleri de bizim gibi gariban, mecburen bizi çıkarıp, yıktılar. Biz de çadırlarımızı kurduk.” Tüketim bir savaştır Ali Deniz Uslu İspanyol oyun yazarı, yönetmen Rodrigo Garcia oyunlarında kapitalizm ve küreselleşmeye karşı muhalif bir dil kullanıyor. Sahnesi de kışkırtıcı ve tacizkâr. Onu eleştirenler içinse “vahşi” hatta “sapıkça”, ama Garcia için tiyatroda her şey mübah. Eleştiriye açık, vazgeçmeye ise hiç niyeti yok. Fotoğraf: Vedat Arık İstanbul darmadağın. Gökdelen, plaza var bir yüzünde, bir yüzünde yıkılan gecekondular. Bu dağınıklık yatıştığında yoksullar topyekun kentten atılmış olacak. Bu dönüşümün bedelini ödeyen mahallerden biri de Ayazma. Evleri yıkılan, toplu konutlarda yaşama şansı olmayan Ayazmalılar şimdi çadırda yaşıyor. İnsan Hakları Bildirgesi’nin 60. yılında bütün hakları gasp edilen bu insanlar kendilerine yeni bir ülke arıyor. yardımcı olma sözü verdiğini hatırlatıyor, ardından da iki hafta olduğu halde hiçbir yardımda bulunulmadığını. Yıkıntılar arasında kalmış kitaplara dikiliyor gözlerimiz. Özellikle üçüncü yıkım çocukları çok korkutmuş. 12 yaşındaki Gülfer Akkuş, “Döndüğümüzde ya çadırlar da olmazsa, nerede yatarız diye çok kaygılandık” diyor. Onu okuldan soğutan diğer bir neden de, üç kilometrelik ıssız yolda zaman zaman tinercilerin, kamyon şoförlerinin tacizleri, hatta tehditleri. Bunun için mahallelinin bulduğu çözüm, çocukların okula toplu gidip gelmesi. Aydın, “Köylerdeki kızları gösterip, ‘Haydi Kızlar Okula’ diyorlar. Uzağa değil, biraz da buralara baksınlar. Geçenlerde kızıma, laf atmış kamyoncunun biri. Çocuklar taş atmışlar, bağırmışlar da öyle kaçırmışlar adamı” diyor. “İsim mi yazıyorsunuz” sorusuyla sokuluyor yanımıza Gül Akkuş. Sorusunun nedeni, belediyenin hak sahiplerini belirlemek için oluşturduğu listeye, İstanbul dışında olduğu için adını yazdıramaması. 19 yılı geçmiş Ayazma’da. O da çocukların durumundan yakınıyor. “Beş çocuk okutuyorum” diyor, “İkisi ta İkitelli’ye gidiyor. Yarın öbür gün, kiracılar gider de bizim ne olacağımız hâlâ belli olmaz, üç dört kişi kalırsak çocuklar ne yapacak?” R odrigo Garcia sahnelediği her oyunundaki asi ve aykırı öğelerle ayrı tartışmalara sebep olan bir sanatçı. Madrid’deki La Carniceria Teatro’nun da kurucusu. Garcia, “Ve Diğer Şeyler Topluluğu” tarafından düzenlenen, “Yeni Metin Yeni Tiyatro” adlı proje kapsamında İstanbul’daydı. Rodrigo Garcia’nın farklı, rahatsız edici bir reji ve metin anlayışı var. Yazar, metinleri kadar oyuncularının fiziksel sınırlarını da zorluyor. Onları güçlü sahne ışığında çıplak bırakıp, cinsel çağrışımlar da yaratıyor, canlı bir ıstakozu yemelerini de istiyor. Yani sahnesinde seyircilerin zihinleri kadar gözlerini de taciz ediyor. Bunun sebebi ise kendini “normal tiyatro” ile anlatamıyor olması. Garcia’nın profesyonel bir yazar ya da yönetmen olmak derdi de yok. Tiyatroyu seçmesinin tek nedeni anlatısını böyle sunabilecek yeteneğe sahip olduğunu düşünmesi. Yaklaşık 20 yıldır tiyatrosu için aykırı, öfkeli ve kışkırtıcı metinler İNSANCA YAŞAMAK İSTİYORUZ! Yıkımlar, erkeklerin çalışma imkânlarını da elinden almış, Vahide Akkuş “Nasıl işe gitsinler, biz burada tek başımıza nasıl dururuz erkekler olmasa?” diyor. Nasıl mı geçiniyorlar? “Nasıl anlatsam sana?” diye yanıtlıyor Gül, “Halimizi gördün, geçiniyoruz dersen, geçinmiş olalım. Gerisini de sen düşün...” Gül’ün beklentisi Bezirganbahçe’de kendisine de bir daire verilmesi. Sadece Gül değil, kalanların hepsi oralarda ev bakınıyor, çünkü hayatta kalabilmeleri eski komşularıyla sürdürecekleri dayanışmaya bağlı. Başka şansları da yok, Atakent ve Başakşehir’deki ev sahipleri kapılarını kalabalık ailelerin suratına kapatıyor. En düşük kira 400 YTL. Oysa 14 yıldır Ayazma’da yaşayan Aksoy ailesinin evine giren gelir bu kadar, o da tekstilde çalışan 16 yaşındaki kızları sayesinde. Karaciğer hastası Selim Aksoy, üç yıldır çalışamıyor. Ayazma’daki evlerine 100 YTL ödedikleri halde zar zor geçinirken, apartman yaşamında bunu başarabilmeleri imkânsız. Neyse ki, kimi grupların, feministlerin onlar için başlattığı eşya kampanyası var... Mahallede gazeteci olduğu haberi yayılınca, evlerinden çıkanlar geliyor. Vahit Çelik, “Ev sahibiyken mağdur olduk” diyerek başlıyor sözlerine, sonra da cebine davranıp su faturalarını, üzerinde yazan adını gösteriyor. “Belediyeden geldiklerinde” diyor, “yengem evindeymiş, evlerimiz karşılıklı. Ona, bu ev kimin diye sormuşlar, ancak Türkçesi olmadığından anlatamamış, bizim demiş, oturanın adı olarak da beni verince, kiracı olarak yazmışlar. İki senedir durumu izah etmeye uğraşıyorum. Önce orası boş evmiş dediler. İstanbul gibi bir yerde boş ev olma ihtimali varmış gibi... Şimdi de dosya kapandı, yapılacak bir şey yok diyorlar. Evi beklemekten işe gidemiyorum.” Üç yıldır mahallede oturan Mehmet Erbek de aynı durumda. Son yıkım üç yaşındaki kızının sağlığına mal olmuş, dilinde yaralar çıkmış. Kendisi de hasta. “Çadırda perişan halde yaşıyoruz. Belediyeye gittik, içeri bile almadılar. Sanki biz Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı değilmişiz gibi” diye yakınıyor “Çoluk çocuğumu alıp kanallara çıkacağım. Ya beni vatandaşlıktan çıkarsınlar ya da insanca yaşamamı sağlasınlar”... İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi’nin 60. yılında, Ayazma’da işte bunlar yaşanıyor. Bütün haklarından yoksun bu mahallenin bildirgeyle arasındaki uçurumu kapatması mümkün mü sizce? BİR GECE YARISI GELDİLER... Bu yaşanılan tek yıkım değil, 2007’nin 29 Kasım’ında yeniden geldiler, bu sefer hedeflerinde çadırlar vardı. “Gece yarısı çevik kuvvet polisleriyle baskın yaptılar” diyor Aydın, sesinde hâlâ bir şaşkınlık tınısı, “Niye o kadar kalabalık geldiler anlamadık, biz sadece 2023 aileydik. Yine böyle yağmurlu bir gündü. Yere naylon koyup, üzerine de halıları serdik, çocukları oturttuk, üzerlerine de battaniyeleri koyduk. Çoluk çocuk onları izledik.” Ertesi gün İnsan Hakları Derneği’ne, sivil toplum kuruluşlarına, siyasi partilere dertlerini anlatmaya hatta Ankara’ya yetkililerle görüşmeye gitmişler, ama nafile... En son çareyi Emniyet Müdürlüğü’ne gidip kimliklerini teslim etmekte bulmuşlar; “Ya bize sahip çıkın ya da TC kimliğimizi alın, bizi sınır dışı yapın.” Üçüncü yıkımı ise bu yılın Kasım’ında yaşamışlar. Başlarda, önyargılar nedeniyle destek bulamasalar da, bir süre sonra içlerinde siyasi partilerin de bulunduğu Küçükçekmece Dayanışma Platformu, Ayazma’ya yardıma gelmiş. Platformun ilk hediyesi bir çadır olmuş. İkinci çadır ise Kentsel Dönüşüm için göz dikilen Başıbüyük Mahallesi’ndeki direnişle ilgili bir belgesele verilen ödülle alınmış. Çadır, Ayazma’da işlevini tamamladığında, mağduriyeti yaşayan ya da yaşayacak başka mahallelere geçecek. Çadır deyip geçmemeli, onca yoksulluğun ortasında bir de düğün yapılmış. Üstelik fırtınalı bir gecede. Aydın, “İlk nişanları da yıkıma gelmişti, baktık her şey daha da kötüye gidecek, düzelsin diye beklemenin anlamı yok, birbirlerini de çok seviyorlar, yaptık düğünü” diyor. Ancak gelinin babası için bu hikaye bir kalp kırıklığı, çünkü o kızını düğün salonunda, davullu zurnalı evlendirmenin hayalini kurmuş hep... Bütün bu hengâmeden önceki hayatlarını soruyorum, yüzünde bir memnuniyet işareti beliriyor Aydın’ın, oysa anlattığı kolay bir hayat değil; “İnsanlarımızın hepsi yoksul, emekçi insanlar, ama güzel bir hayatımız, birliğimiz, dayanışmamız vardı. Mesela ben bir süre bakkal işlettim burada, parası olmayan rahatça veresiye Yıkımın çilesini en çok kadınlar çekiyor. Mahallenin 22 yıllık sakini Vahide Akkuş. Fotoğraflar: Vedat Arık Vahit Çelik ve Kasım Aydın (soldan 2. ve 5.). alırdı... 75’te yapılışına izin vermeseydi, ben de Ayazma’yı tanımaz, buraya gelmez, bu duruma da düşmezdim. Bize her hizmeti veriyor, seçim malzemesi yapıyor, sonra da bu manzarayı istemiyoruz, megakent yapacağız, diyor. Çadırda bile hâlâ su faturası ödüyorum, bu ayın faturası cebimde.” Konuşma boyunca kafasını sallayarak onaylıyor Vahide Akkuş. O mahallenin en eskilerinden. 22 yıllık Ayazmalı. “Gelin olarak geldim, şimdi torunum var” diyor, “Yedi çocuk büyüttüm burada. Tandır yapar, meyve yetiştirirdik, ineklerimiz, keçilerimiz vardı... Su, elektrik, yol yoktu, o zorluklarda yaşadık. Sonra onları verdiler, dört muhtar değiştirdik, seçimlere katıldık. Şimdi işgalcisiniz, gidin diyorlar. Kiracı olmadığım halde, evimin kömürlük olduğunu söyleyip, ev vermediler.” Akkuş ailesinde eli ekmek tutan tek kişi, 18 yaşındaki kızları; o da işe aklı annesinde gidiyor, ya yıkım olur da incinirse... Akkuş en çok da 12 ve 15 yaşındaki çocukları için endişeli. 15 gündür okula gidemiyorlar. Bu, mahallelinin ortak kaygısı. Akkuş, “Çocuklar okula gidince, siz çadırda yaşıyorsunuz diye dalga geçiyormuş arkadaşları” diyor, “Daha önceden üç kilometrelik uzaklıktaki okula koşa koşa gidiyorlardı, takdirler, teşekkürler getiriyorlardı. Şimdi gitmek istemiyorlar, niye okuyacağız ki diye soruyorlar.” Üç çocuğu okula giden Aydın, Milli Eğitim Müdürü’nün bir televizyon programında Ayazmalı çocuklara “Küllerimi Mickey’in Üzerine Savurun” oyunundan... yazıyor. İlk metinleri ile günümüzdekileri karşılaştırdığında uçurumunu görüyor. Şimdiki metinlerinin kişiliğini yansıtan, sınırlarını bilen ve daha kırılgan bir tavra sahip olduğunu söylüyor. Elbette söylemleri için tepki almaya devam ediyor, ama bu ona göre yeni dünyanın insanını dürtmek için gerekli bir tavır. Garcia, toplumun uyuşturulduğunu, insanların hissizleştirildiğini anlatıyor, “Artık ölümler sıradan, savaş da olağan” diyor. “Toplumlar tüketmeye programlı ve yüzeysel. Kesin sınırları var, iyikötü arasında tercih yaptıklarını sanıyorlar. Hoşgörü ise hiç yok.” Onun yaptığı ise insanların bu durağan bakış açılarını baltalamak. Ona göre doğru gösterilenlerin yanlış olabileceğinin artık farkına varmamız gerekli, hatta geç bile kaldık. Bu yüzden de şüpheci olup her şeyin sorgulanabilir olacağını bilmeliyiz. Mehmet Erbilek, ailesini soğuktan korumak için yıkıntılar arasında tahta arıyor... Garcia, insanların kalıplarını kırıp özgür düşünmelerini istiyor, ama tiyatronun bunu değiştirecek güce sahip olmadığını söylüyor. Peşinde olduğu şeyin ütopya olduğunu düşünse de sessiz kalmanın daha menem olduğunu anlatıyor. Oyunlarında imgeleri ve kendi anlam dünyasını yaratmış. Vahşeti de yorucu bir şekilde kullanmaktan çekinmiyor. İmgelerine mitleri koyması ise bir çeşit kültür alışverişi. Oyunlarında futbol da var felsefe de. Çünkü daha fazla insana ulaşacak metaforları kullanmanın peşinde ama tiyatronun belli bir kültüre ait olduğunu görmezden gelmiyor. Bu aidiyet hoşuna gitmese de tek derdi ulaşabildiği kadar fazla insana ulaşmak. Garcia, neredeyse tüm metinlerinde kapitalizme saldırıyor. Günümüzdeki küresel krizin ise kapitalizmi bitireceğine inanmıyor. İspanyol yazar kendi toplumunu da sert eleştiriyor ne de olsa onlar da bütünün bir parçası diye düşünüyor, “İnsanlar kendi çıkarları için uğraşıyor, yardımlaşmayı sevmiyor. Tek amaçları iyi yaşamak için kendi paralarını kazanmak. Göçü, göçmenleri de sevmiyorlar, yalnızca ucuz işgücü için göç meşru ve kabul edilebilir onlar için.” Tiyatrosu da tüm bunlara bir cevap. Onun için bir seyircinin bile oyunundan kendini ve çevresini sorgulayarak çıkacak olması önemli. Ona göre tiyatro sahnesi çok amaçlı olmalı, yalnızca siyaset yetmiyor. Garcia bu yüzden anlatımını şiirselleştirmeye çalışıyor. Sanatçının oyunlarının isimleri de ilginç; “AgememnonSüpermarketten Döndüm ve Oğlumu Bir Temiz Dövdüm” buna iyi bir örnek. Garcia bu oyununda “alışveriş, gerekmeyen her şeyi almaktır” mantığını kapitalist sistem üzerinden sorguluyor,“insan alışverişe gittiğinde düşünmesi gereken ihtiyaçlarıdır, ben de alışverişe gidiyorum, ama yalnızca gerekeni alıyorum. Zamanımı ve enerjimi alışverişle tüketmek bana çok yanlış geliyor. Elbette benim düşünmek ve yazmak için harcadığım zaman da bir başkasına çok aptalca gelebilir. Bu görecelilik yorucu” diyor, “tüketim bir savaştır, hatta günümüzdeki alışveriş savaşları en az Truva Savaşı kadar büyük, öldürücü ve tehlikeli.” Garcia, oyunlarına büyük markalarının isimlerini koymaktan çekinmiyor, “Mezarımı İkea’dan aldığım kürekle kazdım”, “Küllerimi Mickey’in üzerine savurun” bunların en bilinenleri. Hatta “Küllerimi Mickey’in üzerine savurun” oyunu yüzünden epey zorluklar yaşadığını söylüyor. Esas adı “Küllerimi Eurodisney’de Dağıtın” olan bu oyun için Eurodisney Paris Ofisi’nin düzenlediği, içinde “hukuksal sorunlarla uğraşmak istemiyorsan, oyunun adından ismimizi çıkart” yazan bir mektup aldığını hatırlıyor. Garcia bu oyununda küreselleşen kapitalist dünyanın eleştirisini eğlencenin satıldığı bir oyun parkı üzerinden anlatıyor. Ona göre günümüzdeki eğitim sistemlerinin de tümü sorunlu. Evde eğitime inanıyor, okulları sevmiyor, “çocuklar tüm gün okulda, oradan gelip televizyon karşısına geçiyorlar. Hafta sonları da alışveriş merkezlerine saldırıyorlar. Aile içinde iletişim ve paylaşım yok. Birbirinden uzak aile bireyleri de kavgalarla boğuşuyor.” Garcia, satılmayan tek şeyin zaman olduğunu söylese de artık onun da bir fiyatı olduğunu düşünüyor. Hâlâ hissedilen duygular olsa da duyguları paylaşmak için gerekli olan mekânın satıldığını anlatıyor, “Her şey hızlı, suni ve yapay yaşanmak, yani tüketilmek zorunda” diyor. Garcia’ya saldırılar sadece büyük şirketlerden değil, polis de işbaşında. Polis Madrid’de “Yemek için öldürmek” sahnelenirken tiyatroyu basıyor. “Bu oyununun final sahnesinde bir ıstakozun öldürülüp oyuncular tarafından yenmesini gerekiyordu. Elbette bu durum hayvan koruma derneklerini harekete geçirdi ve oyuna müdahale geldi” diyor. Garcia, bunu sanatına müdahale olarak bulmasa da yanlış anlaşıldığını söylüyor, “Orada ölen hayvan değil, bizleriz. İşte burada insanlar kör, çünkü ben işkenceyi anlatıyorum, ama kimse bunu anlamak istemiyor. İnsanlar bu canlılar sofrasına ölü olarak geldiğinde bunu dert etmiyor. Biz öldürmüyoruz, ölü olarak alıyoruz ya, bu her şeyi hafifletiyor!” diyor, “Ben bunun ironisini kurmak istiyordum. İnsanlar buna hazır değildi ama vazgeçmeyeceğim.” İnsan hakları insanlar için mi? lenaor Roosvelt, İnsan Hakları Bildirgesi’ni “tüm insanlık için Magna Carta” olarak tanımlamıştı. Ancak günümüzde bireysel adalet kavramı ülkeden ülkeye büyük farklılıklar gösterirken insan haklarının ne kadar işlevsel olduğu büyük bir soru işareti. Ancak iş devletler arası bürokrasiye ve taraf olmaya gelince İnsan Hakları Bildirgesi önemli bir koz haline gelebiliyor. Bu konuyu daha iyi incelemek için bildirgenin ilan edilip ülkelerin onayına sunulduğu 1948 tarihinde dünyadaki duruma bakmak gerekiyor. İkinci Dünya Savaşı’nda Almanya’nın ağır bir yenilgi alması, Sovyetler’in Berlin’e kadar girmesi, İngiltere ve ABD’yi endişelendiren gelişmelerdi. Savaş sonrası oluşacak yeni dünya düzeninde lider Noam Chomsky. ülke olmak isteyen ABD ve İngiltere için demir perdenin batıya ilerleyişi büyük bir tehdit olarak görülüyordu. Yahudiler Filistin topraklarına yerleştirilip İsrail devleti kurulmasına karşın Ortadoğu’daki karışıklıkların ve üç dinin Kudüs’e ulaşma isteğinin yarattığı gerginliğin süper güçlerin lehine çevrilmesi de gerekiyordu. E İnsan Hakları Bildirgesi altmışıncı yılını doldurdu. Ancak işlevselliği tartışmalara çok açık. Haklar evrensel ama adalet her yerde aynı değil. Magna Carta ile temeli atılan, Fransız İhtilali’yle sıfatlandırılan ve İnsan Hakları Bildirgesi’yle resmileşen haklar tarih boyunca farklı çıkarlara hizmet etti. Deniz Ülkütekin Peki burada son derece masum görünen İnsan Hakları Bildirgesi’nin rolü ne olacaktı? Bildirgenin üçüncü maddesine göre; “Yaşamak özgürlük ve kişi güvenliği herkesin hakkıdır.” Bu madde dahilinde Birleşmiş Milletler üyesi ülkeler taraf olma hakkı kazanıyordu. Haklarını kendi başlarına koruyamayacak toplumlara yardımcı olmak ve dünyanın belli noktalarındaki karışıklıklara müdahale etmek de meşru hale geliyordu. 21 yüzyılda ABD’nin Irak’ı işgal ederken “özgürlük ve demokrasi için geliyoruz” kalkanının arkasına saklanması inandırıcı olmayabilir, ama 1948’de meşru olan İsrail, işgalci olan Filistin’di ya da Sovyetler’in ilerleyişi bildirgeyle birlikte Alman topluluğunun güvenliğini tehdit eden bir gelişme haline yürürlüğe konulan İnsan Hakları Bildirisi sayesinde faaliyetlerini daha rahat yürütme imkânı buluyordu. İlginç olan ise İnsan Hakları Bildirgesi’nde Masonluğa ait semboller bulunmasıydı. İkinci Dünya Savaşı’nın ardından ortaya çıkan dünya düzeninde Birleşmiş Milletler, NATO gibi organizasyonların rolü tartışılmaz. Evrensel vurgusu yapılan İnsan Hakları Bildirgesi de aslında bu organizasyonların başını çeken ülkelerin hazırladığı bir metin. Bu noktada belki şu soruları sorabiliriz: Bu ülkeler başkalarının haklarını belirleyecek gücü nasıl buluyorlar ya da temel hakların dayatma yoluyla belirlenmesi ne kadar doğru? Elbette tüm dünya üzerindeki insanların temel ortak paydalarda buluşmasına kimsenin itirazı olamaz. Ancak böylesine ayrıntılı açıklanmış hakların, dünya üzerindeki farklı toplumlar ve kültürler için yorumlanması sorunları da beraberinde getiriyor. Adalet karşısında haksızlığa uğradığını düşünenler insan haklarına başvuruyor. Peki, 60 yılını dolduran bildirge ne kadar yanlarında? Evet, HIV pozitifim... Meltem Yılmaz Y İnsan Hakları Bildirgesi’yle Filistinliler kendi topraklarında işgalci oldular. gelmişti. Bu durumda Birleşmiş Milletler müdahil olma hakkını kazanıyordu. Noam Chomsky ise 1998’de Balkanlar’daki iç savaş sırasında NATO’nun müdahale politikasını eleştirirken “İnsan Hakları Bildirgesi onlara bu yetkiyi veriyor” ifadesini kullanmıştı. Temelini Magna Carta ve Fransız İhtilali sonrası ortaya çıkan değerlere, aydınlanma çağının yarattığı açılımlarla birlikte insanlığın bireysel gelişmesine dayandıran bildirge, sanayileşmeyle birlikte ortaya çıkan sosyal yapılanmalara da göndermeler içeriyordu. Buna göre sendikalaşma ve barışçıl olmak kaydıyla örgütlenme her insan için temel haktı. Ortaçağ’daki Avrupa’daki cadı avı sırasında yeraltına inen büyük sermaye sahibi örgütler için bu haklar bulunmaz bir nimet gibi görülebilir. Masonların, Ortaçağ’da Avrupa’ya bankacılık sistemini getiren ve birçok kralın kendilerine yüklü miktarda borçlu olduğu tapınak şövalyelerinin devamı olduğu birçok kaynakta iddia ediliyor. İngiliz tarihçi Michael Howard’a göre Tapınak Şövalyeleri İnsan Hakları Bildirgesi’ne de referans olan Magna Carta’da ve Fransız İhtilali’nde önemli rol oynamışlardı. Tarihin akışını değiştiren Fransız aydınlanmacıları ve hatta sosyalist bir devrimi amaçlayan Berlin İllumunatisi de bu organizasyonun kolları arasındaydı. Birinci Dünya Savaşı sonunda Avrupa’da yükselen milliyetçilik akımları sonrası birçok faaliyeti durdurulan Masonlar, İkinci Dünya Savaşı’nın ardından Camekânlı plazadan haklarımızı belirleyen BM. ailesini İzmit’te yaşayan kız kardeşine götürmek için yola çıktı. Arabada müzik çalıyordu, konuşmaları, kahkahaları duyuyordu ama hiçbirini algılamıyordu. Nihayet İzmit’e vardılar. Ailesine, acilen İstanbul’a dönmesi gerektiğini söyledi, amacı yolda bir kamyonun abancı uyruklu bir hayat kadınıyla olan birlikteliğinden altına girip ölmekti. Tam arabaya bindiği esnada kız kardeşi sanki şüphelenen arkadaşını cesaretlendirme amacıyla onunla her şeyi biliyormuş gibi “Abi ben de seninle geleceğim” diye birlikte Eliza testi yaptırmaya giden Murat T, arkadaşının tutturdu. Ona ne kadar hayır dediyse de vazgeçiremedi. Yolda HIV negatif, kendisinin pozitif olduğunu öğrendiği an ince önüne çıkan her kamyon başını döndürüyor, ancak kız kardeşinin ince su yüzüne çıkan intihar planlarıyla bundan iki yıl önce hayatının yanında oturduğunun farkında, hepsine göz kırpıp geçiyordu. sonunu tasarlamaya başlamıştı. 38 yaşında, turizm otelcilik mezunu, Yine de vazgeçmedi, on gün boyunca hep restoran sahibi Murat, neyse ki planlarını intiharını planlarken buldu kendini. Bir yanı ölüme gerçekleştirmedi, toplumsal önyargıların içinden bu kadar yakın olsa da diğer yanıyla da hayatta adım adım ilerledi… İlk adım, test sonucunu 1 Aralık Dünya AIDS nasıl kalabileceğini hesaplıyordu. Bu hesaplamalar öğrenmek için gittiği hastanedeki doktor ve Günü’ydü, gün bütün Murat’ı Pozitif Yaşam Derneği’ne taşıdı. Kendisi hemşirelerin kötü haberi “dizlerini döverek” gibi HIV pozitif kişileri görünce şaşırdı, sağlıklı ve vermeleriydi! haftaya yayıldı, bir hayat dolu görünüşlerinin kendini kandırmak için Her şey iki yıl önce arkadaşının “Dün geceki haftalığına da olsa HIV planlandığını düşündü. Çünkü hastalığına ve ilişkimden şüpheleniyorum, gel birlikte test gelişimine ilişkin bilgileri yok denilecek kadar azdı, yaptıralım” demesiyle başladı. Kendisiyle ilgili pozitifler görünür korkunç derecede zayıflayacağına, vücudunda herhangi şüphe ya da korkusu yoktu ama oldu. Murat da yaralar çıkacağına ve bir hastane köşesinde arkadaşına eşlik etti. İstanbul’da bir hastanede yapayalnız öleceğine inanıyordu. Ailesinin hâlâ birlikte testlerini yaptırdılar. Birkaç gün sonra onlardan biri. Tanının hastalığından haberi yoktu, birkaç arkadaşından hastaneden aranan arkadaşı değil Murat’tı, konulmasından bu başka da kimse bilmiyordu. kanında pıhtılaşma olmuştu, bir kez daha kan Geriye dönüp hastalığı kimden kapmış alınması gerekiyordu. İkinci test gösterdi ki HIV yana yaşadıklarını, olabileceğini düşünmeye başladı. Tanının konulduğu pozitifti. Doktorların haberi verirken halleri kendindeki ve testle, bir yıl önce yaptırdığı ama sağlıklı çıktığı test görülmeye değerdi. Ağlayıp dövünüyor, “Sen arasında üç kadınla birlikte olmuştu. Hepsi etli şimdi ne yapacaksın” diye soruyorlardı. Önce toplumdaki önyargıları butlu “herkes gibi” kadınlardı… O zaman hastalığını kabullenmedi, inkâr etti. Yalnız kalmak kırmasını anlatıyor… cahilliğiyle bir kez daha yüzleşti, AIDS’e istedi, ama mümkün değildi. Birkaç saat sonra yakalanmak için eşcinsel ya da hayat kadınlarıyla birlikte olmak gerekmiyordu. Yine de sormadan edemedi, “Neden ben?” Sonunda bunun büyük bir kumar olduğuna karar verdi, piyango ona vurmuştu... Bu yüzleşmeden sonra ölüm nefesini her an ensesinde hissettirse de AIDS hayata tutunma nedeni oldu. “AIDS olduğunu öğrenmek bir trafik kazasından son anda sağ kurtulmak gibi bir şey aslında. Verilmiş sadakam varmış deyip hurda bir arabadan çıkmak gibi bir şey” diye düşündü. Bu düşünce neden saçının döküldüğü, burnunun büyük olduğu gibi bunalımların üzerinden atlamasını sağladı. Eskisi gibi işe gidip gelmeye, eğlenmeye, gezmeye başladı. Peki ya aşk? AIDS olduğunu öğrendikten sonra ilk bir yıl kimseyle görüşmedi, ilişkiye girmedi. Sonra zor da olsa denedi. İlişkiye başlarken söylemeli mi, nasıl söylemeli, bilemedi. Bir gecelik ilişkilerle yetindi... Uzun soluklu ilişkilere girse de küçük bir kavgada bile çekip gitti, nedenini ne kendisi bildi, ne karşısındaki… Yine de denemekten vazgeçmedi, tıpkı yaşamaktan vazgeçmediği gibi… Nasıl olsa her şey öğrenilebilirdi, AIDS’le yaşamanın öğrenilmesi gibi… C M Y B C MY B
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle