02 Haziran 2024 Pazar English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

8 2 KASIM 2008 / SAYI 1180 Bir dönemin sonu mu? Zülal Kalkandelen B irkaç gün sonra bütün dünya, gelecek dört yıl boyunca Amerika’yı yönetecek yeni başkanın kim olduğunu öğrenmiş olacak. Kamuoyu araştırmalarına göre Obama önde. Belli ki, finansal krizle sarsılan Amerikan halkının tercihinde ekonomik endişeler oldukça etkili. Bir yandan da, Obama’ya karşı gelişen ırkçılık ve uydurma sosyalistlik tartışmaları gündemde... McCain ile Obama arasında özellikle vergi, dış politika ve sosyal güvenlik gibi temel konulara bakış açılarında farklar var. Bugüne kadar bunların önemli bir bölümü medyaya yansıdı. Hatta gariptir; kendi ülkemizdeki politikacıların görüşlerinden çok onlarınkini bilir hale geldik. Peki, hangi adayın kazanması Türkiye için daha iyi? “Amerika’nın temel politikaları değişmez. O nedenle fazla fark olmaz,” diyenler var... Bunda doğruluk payı vardır; ama şunu da görmek gerekir ki, Obama kazanır ve vaat ettiği gibi sekiz yıldır Beyaz Bush. Saray’da hüküm süren kovboy diplomasisini sona erdirirse, bu bütün dünya için olumlu sonuçlar doğuracaktır. Fakat yeni seçilecek başkanın hem Amerika’yı hem de dünyayı etkileyebilecek bir diğer özelliği var ki, bu yoğun gündemde pek de üzerinde durulmuyor. O da, Amerika’da giderek yükselen antientelektüel hareket karşısında alacağı duruştur... Son günlerde bu hareketi inceleyen bir kitap okudum. Susan Jakoby, “The Age of American Unreason” (Amerikan Mantıksızlık Çağı) adlı mükemmel eserinde, aydınlanma, laik gelenek ve bilim karşıtlığı olarak ortaya çıkan bu anlayışın Amerika’ya ve dünyaya nelere mal olduğunu anlatıyor. Bush döneminde doruk noktasına varan “antientelektüelizm”, ticari medyanın pompaladığı popüler kültür aracılığıyla Amerika’ya hâkim oldu. Bilimsel çalışmaları din karşıtı gibi gösteren, küresel ısınmayı yok sayan, evrim teorisine karşı çıkan, bilginin karşısına hurafeleri çıkaran bu görüş, her geçen gün daha da güç kazanıyor. Bunun sonuçlarını bu yazıda ayrıntılı olarak ele almak olanaklı değil, fakat birkaç örnek durumun vahametine dikkat çekebilir. Amerikan Ulusal Bilim Kurumu’nun (NSF) yaptığı araştırmalara göre, Amerikalıların 2/3’sinden fazlası DNA’nın kalıtımın ana maddesi olduğunu bilmiyor... 5 kişiden 1’i hâlâ güneşin dünyanın etrafında döndüğüne inanıyor... 10 kişiden 9’u radyasyonun insan bedenine verebileceği zararların farkında değil... Ortalama eğitim alan bir Amerikalının günümüzdeki durumu böyle... Akılcılık karşıtı olarak gelişen bu cahilliğin dünyaya faturası ise oldukça ağır oldu. Milyonlarca insan, yalanlara dayanarak ülke işgal eden politikacılara inandı... İşlenen insanlık suçlarını televizyondan seyreden yığınlar sessiz kaldı... “Neden?” diye sormadılar, sorgulamadılar... Jakoby’ye göre, buradaki sorun sadece politikacıların yalan söylemiş olması değil; asıl sorun, insanların kamu görüşü oluşturabilmek için bilmesi gerekenleri öğrenmek adına hiçbir çaba harcamaması... Bu duyarsızlığın gerisinde, medyanın eğlence ile bilgiyi karıştıran “infotainment” bombardımanının olduğu da çok açık... Halkının 2/3’sinin haritada Irak’ı bulamadığı, kongre üyelerinin birçoğunun Şiinin Sünniden farkını bilmediği bir toplum Amerika... Reagan döneminden bu yana entelektüeli “elitist” göstermeye çalışan Amerikan dinci sağının geriletilmesi gerçekten önemli. Çünkü Bush’la iyice popülerleşen cehalet ve korku temelli bu ideolojinin yönettiği Mantıksızlık Çağı, adeta bir virüs gibi tüm dünyaya yayılıyor. Bakalım bu çağın veda çanlarını yakında duyacak mıyız? G www.zulalkalkandelen.com / [email protected] Tekdüzeliği aşmak... Adnan Binyazar eryüzünün yapısında tekdüzelik yoktur. Çukur varsa yükselti de vardır. Yükseltiler yok olup çukurlar dolsa sular nereye gidecek, bilen var mı; onu bilmiyor belki, ama giderek yokluğa sürüklenen varlığın sonunu düşünüyor; insan... Gözümüzü dünya haritasına çevirelim; yeşil alanlar bitince çöller, çöller bitince yeşil alanlar başlıyor. Arada yeşilin yeşili, çöl sarısının sarısı var, bozu var... Her yerde de aynı değil yeşil; Asyalısı başka, Afrikalısı başka, Avustralyalısı başka... Yeryüzü, tekdüzelikler karşıtlığıdır. Doğanın diyalektiği bu denge üzerine kurulmuştur. Evren, dünya, insan... Doğa, karşıtlıklarla benzerlikler bütünlüğüdür. İnsanın, kendini tekdüzelikten kurtarıp devingen kılmasında, karşıtlıklar kadar benzerliklerin etkisi de var. Devinim, yaratılışın özüdür. Her gelişim de bir devinimin sonucudur. Doğa değişime uğradıkça insanın, insan değişime uğradıkça doğanın değişmesi varoluşun yasasıdır. Bunu görüp doğaya başkaldıran tek yaratık insandır. Bunun temelinde, var olanla yetinmeme olgusu aranmalıdır. İnsan, nesneleri duyumsayıp algılamaya, onlar üzerine akıl yürütmeye başlayalıdan beri içinde bulunduğu koşulları zorlamıştır. Kuşkusuz, doğayı bu gücüyle kendi yaratısı kıldı. Sanata bu gücüyle yöneldi. Dostoyevski’nin, yaşadıklarıyla bütünleşen Ölüler Evinden Anılar (Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları) adlı romanını bir gece yarısı elime alıp okumaya başlayınca düşündüm bunları. Romanda, Sibirya’ya sürülüp ayaklarına pranga takılan mahkumların orada geçirdiği günler anlatılır. Mahkumlardan biri de Dostoyevski’dir. Çevresinde olup bitenleri gözlemleyen büyük yazar, bir gün şunu düşünür: “Bir insanı ezip mahvetmek, ona en korkunç bir katilin bile duyunca titreyeceği kadar ağır bir ceza vermek isteyenlerin, insana yaptığı işin tamamen anlamsız, faydasız olduğu duygusu vermesi yeterlidir. (...) Mahpus tuğla keser, toprak kazar, badana yapar, inşaatlarda çalışır; bu işlerin de bir anlam ve amacı vardır. Sürgün kendini bazen buna kaptırır, daha iyi, daha becerikli olmak ister. Ama bir kovadan öbürüne su dökmek, kum elemek, bir yığın toprağı bir yerden başka bir yere taşımak gibi işleri ona zorla yaptırırsanız, sanırım birkaç gün sonra ya kendini asar ya da bu küçülmeden, utançtan ve azaptan kurtulmak için, ‘öleyim bari’ diye binlerce cinayet işler.” (Nihal Yalaza Taluy çevirisi) Tekdüzelik, hayatın da sanatın da düşmanıdır. İnsan, kendini edilginlikten kurtardığı ölçüde insandır. Bunun aracı da, hayatı anlamlı kılan sanattır. Sanat, insanın, kendini var ettiği yaratısal bir olgudur. Vincent van Gogh, boşuna, “Sanat, Tanrı’nın eksik bıraktığını tamamlar,” dememiş! Öyle değilse, niye harflerden anlatı, seslerden müzik, renklerden resim yaratılsın?.. Sanat, insanın, tekdüzeleşmiş kalıpları kırıp, alışılmışı aşmasını sağlıyor. Bu yargıya varırken, beyninde oluşturduğu bir rengi bulmak için Paris’teki düzenli hayatını bozup soluğu Tahiti’de alan Gauguin’i düşünüyorum. Gauguin’i buna yönelten, alışılmışın ötesindeki dünyayı yaratma özlemidir. Yaklaştıkça yaratım duygusunu çoğaltan bir özlem... G [email protected] Y Mustafa Suphi de bizim Mustafa Kemal de! Enver Aysever 21. yüzyılın hemen başında dünya bir büyük iktisadi buhran daha yaşıyor. Modern toplumların, giderek daha da vahşileşen kapitalizm karşısında, hiçbir zaman hazırlıklı olamayacağının somut bir göstergesidir bu. Giderek duygusuz, düşüncesiz bir hale dönüştürülen insanlık, bu kez yeniden hazcılıktan öze dönüş yolculuğuna çıkmıştır. Sosyalizm mümkündür... Bugün değilse, yarın... Toplumların biricikliğini anlamadan, büyük genellemelerle tahliller yapmak, yanılgıyı arttırır. Sevdiğim, iyi bir Marksist arkadaşım; “İki Mustafa’dan birini seçeceksin: Ya Suphi’yi ya Kemal’i” dediğinde şaşırmıştım. Bir başka toplumun tarihinin akışında sorun nasıl ortaya çıkmış ve aşılmıştır bilemem ama İslam inançlı bir imparatorluktan, modern kapitalist topluma geçişte, komünist anlayışın sorunsuz yerleşeceği beklentisinin çocukça olduğunu düşünürüm. Mustafa Kemal ve Mustafa Suphi, ayaklarını bastıkları yerden, benzerlikleri bulunabilecek, ancak farklı yollara inanan iki tarihi kişidir. O gün yaşasaydım, nasıl bir siyasi anlayışın peşinden giderdim bilmiyorum ama şimdi genlerimde o iki Mustafa’nın da izlerinin varlığını biliyorum. Mustafa Suphi’nin öyküsünü anımsatmak gerekir. Öncü bir komünisttir. Moskova’da sosyalist enternasyonalde etkin görev almıştır. Kendi ülkesine, dönüşecek olan Osmanlı’da devrimin gerçekleşeceğine inanmıştır. Pek çok yazı kaleme almış, gazete çıkarmış ve komünist çevrelerde, tüm halklardan gelen yoldaşların sevgi ve güvenini kazanmış biridir. Dönemin düşünsel sürecine bakarsanız; milliyetçi eğilimlerin, aydınlanma hareketlerinin, sanayileşme ve kapitalistleşme sürecinin dünyada farklı tonlarda etkisini gösterdiğini görürsünüz. Hal böyle olunca Mustafa Suphi’de bu süreçten payına düşeni almış ve düşünsel evrimini bir komünist olarak tamamlamıştır. 5 Kasım 1918’de Moskova’da düzenlenen ‘Müslüman Komünistler Kurultayı’ sürecinde yazdıkları dikkat çekicidir. Avrupa devletlerinin Türkiye’yi parçalama ve işgal siyasetlerini sert bir dille eleştirmiş, iktidar ve muhalefet tüm Türkiye partilerinin derin bir uykuya daldıklarını dillendirmiştir. “Üç çeyrek asırdan beri vahşi Avrupa tarafından taksimine çalışılan Türkiye’nin daha 1918 Şubatı’nın 21’indeki anlaşma ile Rusya, İngiltere, Fransa tarafından tamamen parçalandığını bir Müslüman bilse; Erzurum’un, Trabzon’un, Van’ın hulasa bütün cenubi Kürdistan’ın Rusya’ya, Suriye ve Adana vilayetlerinin Antep yoluyla Harput’a kadar zümrüt ovaları Fransa’ya, Hayfa ve Akka ile Mezopotamya’nın, Bağdat, Basra, Musul... ilah. Vilayetlerinin İngiltere’ye verildiğini bir Müslüman okuyup anlasa... (Güya) hepsi de Türkiye’nin selametini talep eden Müslüman siyasetçileri ne der, ne düşünür... (Bu durumda) iş, Türkiye’nin taksim olunmasında, Müslümanların mutlak surette hâkim veya mahkum, hür veya esir olmasında değil. Yalnız (yeter ki) beyler, ağalar kendi saray ve saltanatlarında, tantana ve sefahatlarında devam etmek şartıyla, fukaranın malına sahip hükümete vekil olsunlar...” Sosyalistlerin Doğu’da derin bir sevgi, saygı ve destek görmesinin türlü nedenleri vardır. Ulusların kendi kaderlerini belirleme hakkı anlayışı, enternasyonalist bağlamda dayanışma ve eşitlik fikri, sömürünün ortadan kaldırılması ereği bu toplumlara çarpıcı gelmiştir. Dahası; kimlik bulma ve bağımsızlık arayışı sürecinde sosyalizm fener işlevi görmüştür. Bolşevikler, ulusal kurtuluş savaşı veren tüm toplumlarla yakınlaşmış, işbirliğine gitmiştir. Mustafa Kemal’in cumhuriyet kurma yolculuğunda pragmatik bir tutum takındığı ve nihai amaç olan, bağımsız bir Türk devleti kurma sürecini iyi yönettiği tartışılmaz bir gerçek. Komünistlerle yolu bu süreçte kesişmiş, küresel sömürgeci saldırı sırasında dayanışma gereksinimi duymuştur. Bu süreci izlerken Mustafa Suphi ve yoldaşlarıyla kurduğu ilişki bilinir. Yukarıdaki metin; iki tarihi kişinin ortak ereği olarak da yorumlanabilir. Türkiye aydınlarının bugünkü kavgası, Mustafa Suphi ve yoldaşlarının Anadolu’ya davet edildiği süreçte, Ankara’ya meclise gelmeden ya da gelmelerine izin verilmeden, Karadeniz’in soğuk sularında boğulmalarıyla ilgilidir. Suphi’nin Anadolu’daki mazlum halktan er ya da geç ilgi göreceği; bir iktidar ortağı olacağı, dahası Mustafa Kemal’in kafasındakinden farklı bir tasarımın peşinde olduğunu söyleyebiliriz. Bir siyasi oyunla, tuzağa düşürülüp öldürülmeleri, halen yüreklerimizde bir yaradır. Bu katliamı kimin yaptığı soluklu ve ömürlü bir tartışmadır. Tarih her zaman dilediğimiz kurguyu yapmaya olanak vermez. G www.enveraysever.com C M Y B C MY B
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle