Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Yıllar
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
8 16 KASIM 2008 / SAYI 1182 Kapitalizm ve insan doğası Zülal Kalkandelen O bama’nın zaferi üzerine binbir türlü yorum yapıldı. Küçümsenecek bir zafer değil tabii. Siyahi genç bir senatör Beyaz Saray’a patron oldu. Amerikan tarihi için olduğu kadar dünya tarihi için de önemli bir olaydır bu. Irkçılık, hâlâ çağın en utanç verici sorunlarından birisi. Sanmayın ki, Obama’nın seçilmesiyle birdenbire ortadan kalkacak. Irkçılığın toplumun kökünden kazınması zaman alacaktır. Yine de Obama’nın başkanlığı, bu mücadelede büyük bir dönüm noktasıdır. Diğer yandan, başkanın siyah oluşu, Amerikan sisteminin tümüyle değişeceği anlamına gelmez. Obama’nın önerdiği değişimin sınırları bellidir. Ülkenin kapitalistemperyalist çıkarlarına karşı çıkanı başkan yaparlar mı Amerika’da? *** Benim bugün üzerinde durmak istedim konu ise, bu seçimin bir başka yönü. Amerikalı seçmenlerin tercihini belirleyen etkenlere dikkat çekmek istiyorum. İstatistiklere göre, Amerikalı seçmenlerin yüzde 62’si ekonomik endişeler nedeniyle Obama’ya oy verdiğini belirtti. Sadece yüzde 10’luk bir kesim Irak’taki savaşı birinci sıraya koyarken, terör ancak yüzde 9’luk bir seçmen grubunun oyunu etkileyen ilk etken oldu. Bu oranlar, insan davranışını göstermesi bakımından ilginç. Ne yalanlara dayanılarak yapılan işgaller, ne bombalarla öldürülen siviller, ne de hapishanelerde işkence gören insanlar... Bunların hiçbirisi Amerikalı seçmenleri ekonomi kadar etkilemedi... Etkilemiş olsaydı, 2004’te Bush’a tekrar oy vermezlerdi... Bush’un ikinci kez başkan seçildiği günün ertesinde İngiliz Daily Mirror gazetesi manşetten kocaman puntolarla şu soruyu sormuştu: “59.059.084 kişi nasıl bu kadar aptal olabilir?” Bush’a oy verenlerin davranışını açıklayamıyordu dünya. Ortadoğu petrolüne el koyma amacındaki Bush hükümeti, 11 Eylül saldırılarını bahane etmiş ve Irak’ta kitle imha silahları olduğu iddiasıyla bu ülkeyi işgal etmişti. Fakat zamanla yalanları bir bir ortaya çıktı. Üstelik Irak’tan 6 ayda çıkacaklarını söylemelerine karşın işgal sürüyordu. Neoconların “Önleyici Saldırı Doktrini” engel tanımıyor, hak, hukuk ayaklar altına alınıyordu. İlk kez yapılan bir uygulamayla askerlerle birlikte cepheye “iliştirilmiş gazeteciler” (embedded journalist) gönderildi. Böylece savaş, insanların oturma odalarına taşındı. Yemek yerken savaş görüntülerini seyretti Amerikalılar... Ve o dönemde yapılan seçimi yine bu korkunç savaşı başlatan Bush kazandı... İnsanın aklına geliyor; keşke ekonomik kriz bu yıl yerine 2004’te patlasaydı da, BushCheney takımı son 4 yıldır kirli politikalarını sürdüremeseydi! Elbette bir insanın bankadaki parasını ya da işini kaybetmekten endişe etmesi anlaşılabilir bir durum. Gelecek korkusu doğaldır. Anlaşılmaz olansa, bombalar altında hayatını kaybeden suçsuz insanların dramına duyarsız kalmak... O yıllarda Amerika’nın yaşadığı travmaya tepki gösterenler de yok değildi. Bush, 2004’te halktan tekrar onay alınca, toplumdaki bölünme iyice derinleşti. Hatta bu onursuzluğu daha fazla taşıyamayacağını söyleyen bazı Amerikalılar Kanada’ya göç etti. Ama bunlar, yeni muhafazakârlığın kanlı Yeni Dünya Düzeni’ni durdurmaya yetmedi... Sonuçta, 2008’de ekonomik kaygılar nedeniyle ezici bir çoğunlukla Obama’yı seçebilen bir toplum, 2004’te dünyayı kana bulayan Bush’a karşı duramadı... Mutlaka o dönemin koşullarını belirleyen birçok toplumsal ve ekonomik etken var. Ve çok açık ki, bu etkenlerden birisi de, kapitalist toplumda duyarsızlaşan insan doğası... G www.zulalkalkandelen.com / kzulal@yahoo.com İki seçenek arasında... Adnan Binyazar Hangi mutluluk vardır ki, içine acı sızmamış olsun... Arin Safadi 24 yaşında. Üstünde ak gelinliği. Tacı başında ıpıl ıpıl yanıyor. Sol elinde taptaze ak çiçekler. Yüzünde ağlamasını gizleyen gülüşler. Sağ elini kaldırmış, geride bıraktığı yakınlarına veda ediyor. Arkasında mavi zemin üzerine yazılmış kapkara bir STOP yazısı var. Stop’un anlamı şu: Bu tarafa geçtin mi bir daha geri dönemezsin! Arin, Suriyeli. İsrail’in 1967 yılında işgal ettiği Golan topraklarında yaşayan kuzeniyle evlenmek üzere oraya gidecek. İki bölgeyi birbirinden ayıran kontrol noktalarını geçeni geri bırakmıyorlar. Evlilik mutluluğuna ermeden, annesinden, babasından, kardeşlerinden ayrı düşeceği özlemli yılları başlayacak Arin’in... Sevgi, şeytana uyan Havva’nın ayarttığı Âdem’in cennetten kovulmasıyla yaratılmadı; bu derin duyguda nice şairin, ressamın, bestecinin yüzlerce yıllık emeği var; dağlara düşen nice âşığın gözyaşı gizli... Sevgi, insan hayatının varoluş yasasıdır. Görünüşte iki kişiyi ilgilendirdiği sanılan bu yasayı bozmaya kalkmak insanlık suçu işlemekle eştir. Yobaz ruhlu politikacılar, gaddar ana babalar, ruhu paslanmış duygu düşmanları, töre katilleri... sevgilerin baş düşmanıdır. Arin, iki seçenek arasında kısılmış kalmış: Ya tel örgülerin ardındaki sevgilisinden vazgeçecek, ya da 24 yıllık geçmişini belleğinden silecek; “Sophie’nin Seçimi” filmindeki annenin önüne, Nazi subayının, sonucu kaybetmek olan iki seçenek sürmesi gibi... Alman Nazileri Polonya’ya girer girmez Yahudi kıyımına başlamışlardır. Daha önce annesiyle babası tutuklanan Sophie, biri kız, biri erkek iki çocuğuyla Auschwitz toplama kampına gönderilmek üzere yola çıkarılacaktır. Sophie’nin Seçimi filminden... Sophie, Alman subayına Katolik olduğunu açıklar. Subay, İncil’de “Çocuklarınızı bana gönderin ki mutluluğa eresiniz,” dendiğini anımsatıp, kızından ya da oğlundan vazgeçerse kurtulabileceklerini söyler. Buna şiddetle, “Nein! (Hayır) diye karşılık verir Sophie. Subay, “Seç!” dedikçe o, üst üste “Nein! Nein! Nein!” diye haykırır. Çaresiz kalınca, annesinin eteklerine yapışıp gitmek istemeyen kızını onlara teslim eder. Faşistler işkence etmekle yetinmezler, vahşetleriyle, kararmış ruhlarını da doyururlar. Subayın, anneyi iki seçenek arasında bırakması bir oyundur. Sonunda onu da çocuklarını da Auschwitz’deki gaz odalarına gönderir. Hep düşünürüm; acaba insan, düşmanlık duygularını, kan akıtıcılığını, işkence zevkini özgürce yaşamak için mi savaş çıkarıyor? Savaşın, insana neleri göze aldırdığını, Berlin’in ortasından geçen Spree nehrinin kıyısındaki mezar taşlarını okurken duyumsamıştım. İkinci Dünya Savaşı sonunda Almanya ikiye bölünmüş, Doğu’dan Batı’ya geçişi önlemek için kenti ikiye ayıran yüksek duvarlar örülmüştü. Reichstag (Alman Meclis binası), Spree nehrinin kıyısındadır. Spree’yi yüzerek Batı’ya geçmek ölümü göze almaktı. Özgürlükle ölüm arasındaki o ince çizgiyi aşmaya çabalarken nehrin ortasında kurşunlananlar, Reichstag’ın hemen yanı başına gömülmüşlerdir. O gömütler, Federal Almanya’nın, kendi yurttaşlarını nasıl bağrına bastığının birer simgesidir şimdi. G binyazar@gmail.com Hacer’e inanmak (!) Enver Aysever ıklıkla işitir oldum; bakıcı kadın ya da ev yardımcısı şikâyetleri artıyor. Başka bir deyişle, modern yaşamları sürmek gayreti içinde, ağırlıklı olarak beyaz yakalı kişiler, sürekli bir korkuda boğulmaktalar: “Akşam eve döndüğümde ya bakıcı kaçtıysa!” adlı bir travma günbegün yayılıyor. Kapitalist toplum, belli bir iktisat karşılığında tüm özgürlüklerimizi çalıyor ve ağır bedeller ödetiyor. Yetmez gibi, sıradan bir işçi olarak çalışmaya alışmışken, bir anda kendimizi bir işveren olarak buluyoruz. Öyle bir hal ki bu; giderek dağ gibi biriken bulaşıklar, sürekli artarak görüntü kirliliği yaratan gömlekler, pantolonlar; derken denetlenemez ve toz bulutu altında kalan bir ev oluyor ve şizofrenik bir vakaya dönüşen bizler, bir büyük resmin parçaları haline geliyoruz. Hayat müşterek... Evliliği taçlandırmak için bir çocuğa gereksinim oluyor çoğu zaman. Belki de doğamıza boyun eğiyoruz ya da yalnızlığımızı sağaltıyor çocuğun sevinçli sesi. Ne olursa olsun; mutlu bir yuva, salt sevgi, saygıyla kurulmuyor. Zaman denen ve dişlerini gösteren bir canavarla boğuşmak durumundayız. Diyeceğim; eski kadınların, mavi yakalıların kolayca çözdükleri (aslında bizim öyle sandığımız) sorunlar yumağını, biraz refah seviyesine erişmişler kesinlikle halledemiyor... Anlayacağınız bizim de yolumuz düştü bu bakıcı/yardımcı ajanslarına... İki tip ajans söz konusu; Yalnız Türk vatandaşlarıyla S çalışıp, yasal bir konum edinmiş olanlar ve daha çok eski Sovyet ülkelerinden getirdiği kişilerle çalışanlar... Biz birinciyi seçtik. Vatan toprağının nadide bir evladına evimizi teslim etmenin bir güvence olacağını sandık! Aradığımız bir yardımcıydı. Küçük kızımızı, hâlâ alaturka bir yöntemle anneannedede ikilisine teslim etmenin ruhsal rahatlığıyla büyütmeyi yeğledik. Eve kurulacak olan geliştirilmiş izleme, dinleme cihazlarıyla denetlemeye kalksanız da; karşınızdaki bakıcı kadına, aba altında sopa gösterip ‘bana bak sen benim kim olduğumu biliyor musun, bir hata olursa canını yakarım’ pozlarına girseniz de, bu ilişkide kazanan ve haklı olan daima onlar olacağı için, bu haksız iletişime girmedik. Hiç değilse, işyerimizde çocuğa dair bir kaygı duymak istemedik... Lakin şehri İstanbul trafiği, makul bir insanı bile çileden çıkardığı için, günün en güzel zamanlarını yollarda geçiren kişiler olarak, bari ev yaşantımızda çevreyi derleyip toplayan, mutfak işlerinde yardımcı olan biri olsun dedik. Ajanstaki hanım bizi güler yüzle karşıladı ve kadınlar geçidi başladı... İşin bu aşaması felaket... Bir tür köle ya da ırgat pazarı gibi, türlü çevreden insanlar karşınıza geçip, kendini anlatıyor... Doğrusu pazarlıyor. Böyle bir duruma alışık olmayan ben ve eşim yüzümüz kızararak, hepsinin ne kadar değerli olduklarını hissettirmeye çalışıp; ‘Ya rab şu kullarına ettiğine bak’ diyerek, bir genç hanımda karar kıldık. Sessiz, hüzünlü gözlerle bize bakan; beyaz tenli, masum ve bir sokak kedisi gibi ürkek Hacer, evimizin bir ferdi oluverdi. Eşimle Hacer’in yalnızlığına, bir tür terk edilmişlik duygusuyla kendine sığınacak bir yurt arayan bakışlarına inandık. Eve doğru yol alırken Hacer’e yeni bir yatak, dolap almaya; varsa acil gereksinimleri hemen karşılamaya karar vermiştik. Dahası; artık biz üç kişilik değil, onunla birlikte, dört kişilik bir aile olmuştuk... Eve gelir gelmez Hacer’in dili çözüldü. Masum, içe dönük bakışlarının şaşkın, özensiz ve biraz da saflıktan kaynaklı olduğunu kavrayıverdik. Kimin kime hizmet ettiği çoğu zaman anlaşılamadı. Eşimin Hacer için kendini yırttığını, Hacer’in memnuniyeti için çırpındığını fark ettim. Tüm tuhaflıklarına karşın evi temiz tutuyor, iyi kötü gereksinimlerimizi karşılıyor, akşamları kızımıza oyun arkadaşlığı ediyordu. Kızımın ‘Hacer Hacer’ diye peşinden gitmesi sevimli bir oyuna dönmüştü. Her şey yoluna girmişti. Zaten evin içinde bir yabancıya katlanmak, alışmak güç... Yuvarlanıp gidiyorduk! Ajans yöneticisi hanımla bir iki kez konuşmuş, vaziyetin sorunlu olmadığını iletmiştik. Hacer, bir sözleşme karşılığı bizimleydi. Eğer üç ay içinde bir sorun çıkarsa, ajans ücretsiz bir çözüm üreteceğini taahhüt etmişti. Eh bu güven az şey değil elbet... Kızımızı yarım saatliğine Hacer’le yalnız bırakmaya bile başlamıştık. Aybaşında Hacer’in parasını ödüyor, onun üstünü başını yenilemesini sevinçle gözlüyorduk. Mutluydu. Geceleri gizli gizli mesajlaştığı arkadaşlarını sormuyor, kişi hak ve özgürlükleri hususunda saygıda kusur etmiyorduk! Üçüncü aya yaklaşırken Hacer’e takılmaya başladım. “Bana bak kaçıp gidersen bacaklarını kırarım” diye... Gülüyor, ben öyle biri miyim, diye kızıyordu. Üçüncü maaşını aldı. Bir gün izne gitti... Akşam dönmedi. Eşim elinde bir ileti tutuyordu. Vedalaşamadığı için özür diliyor, ailesini özlediğini yazıyordu Hacer. Kızım boş odalarda ‘Hacer’ diyerek onu arıyor... Biz bir başkasını nasıl eve alırız onun derdindeyiz. İşyerlerinde birilerinin aklında bu sorunun olduğunu bilmek, rahatlatmıyor... G www.enveraysever.com C M Y B C MY B