Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Yıllar
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
16 KASIM 2008 / SAYI 1182 7 Kelimeleri yaralı bir yazar... Haliçli Köprü, Sevgi Özdamar’ın Türkçe’ye çevrilen son kitabı. Almanya’ya göçen işçilerin yaşadıklarından 68 hareketine, 12 Mart’tan şiire, tiyatroya kadar her şey var içinde. Çünkü Özdamar yazarken hayattan besleniyor. Kelimeleri biraz da ondan yaralı, darbelerin hâlâ hesabının sorulmadığını unutmuyor. Kitaplarıyla bunu insanlara da hatırlatıyor. Esra Açıkgöz olmak çok hoş tabii ki. Bachmann ödülünü alan ilk anadili Almanca olmayan yazar da bendim. Çok fazla ödüllerden konuştuk, utandım ben. O halde kitaba dönelim... Haliçli Köprü’de bizi sık sık Haliç Köprüsü’ne götürüyorsunuz. Neden İstanbul’da bunca yer varken orayı seçtiniz? Eski Galata Köprüsü benim için insan demek. Onun üzerine pek çok şair şiir yazmıştır, Sait Faik’in bir hikâyesi vardır, Orhan Veli’nin bir şiirinde geçer, benim de içime dokunmuştur. Orası bir sahne, zamanında üzerinde her şeyi barındırırdı; Çerkez, Arap, Yunanlı, Ermeni, İngiliz, Fransız... Köprü, bu azınlıklarla Türkleri de birleştiriyordu. Yine de bu ismi bunları düşünerek koymadım, sevdiğimden koydum. Bu sefer yapamadım, ama İstanbul’a her gelişimde üzerinden mutlaka geçerim. Zaten İstanbul özlemimi de Berlin’deyken filan değil, o köprüde durup, denize düşen gölgelere bakarken hissederim. Belki bu benim gençliğime duyduğum özlemdir, çünkü gençlik en güzel evlerden biri; herkes yaşıyor, arkadaşların öldürülmemiş, yüzünde gelecek heyecanı var. Nasıl biteceğini mutlaka bilirim. İlkini yazmaya başlarken bir üçleme olacağını biliyordum, diğerlerinin de notları hazırdı. Yine de seyahat masada başlıyor. Mesela, başta çocukluk ve genç kızlığı bir kitapta anlatacaktım, ancak romanı yazarken dili bana olmayacağını gösterdi. Çünkü dilleri farklı. Çocuklukta bir mucize yaşanıyor, dil de ona göre daha sürrealist olabilir. Mesela ilk gemi gördüğümde, o gemi kirpiklerimin üzerine takıldı ve uyutmadı beni. Bu ancak çocuklukta yaşanır. Üçlemenin ilk kitabı, Hayat Bir Kervansaray, ama üçüncü henüz Türkçe’ye çevrilmedi, değil mi? Hayır, ama çevrilecek. İki Berlin arasında gidip gelen genç bir kadını anlatıyorum. Kitaplar, bağımsız da okunabilirler. Haliçli Köprü’nün önsözünü John Berger yazmış. Onunla nasıl tanışmıştınız? Bir imza gününde kitabını imzalatmıştım. Yıllar sonra ilk romanımı kendisine yolladım. Bana Almanca bilmediği için romanı okuyamadığını ancak fotoğrafımdan dolu bir roman olduğunu anladığını yazdı. Biliyorsunuz, Berger çok iyi görsel okuma yapar. Yıllar sonra tekrar karşılaştığımızda teşekkür ettim kendisine, sonra kitaplarım İngilizce’ye de çevrildi. İngiltere’deki yayınevim, bu roman için kendisiyle iletişime geçti ve bir önsöz yazdı. Kitapta birçok olayı gazete başlıklarıyla veriyorsunuz. Türkiye ayağında da Cumhuriyet’i seçmişsiniz. Gazete başlıkları hayatınızda bu kadar önemli yer tutar mı? O dönemde, gazeteler insanların ideolojilerini de gösteriyordu. Vapurda okudukları gazetelere göre oturan insanlar görürdünüz. Bir ülke karanlığa girdiğinde gazetelerde umut aranır, biz de gazeteleri yutar gibi okurduk. Artık Almanya’da hiç gazete okumuyorum, ancak garip bir şekilde Türkiye’ye geldiğimde mutlaka birkaç gazete alıp, sonuna kadar okuyorum. Öyle ki gazeteler kocamın hasmı gibi olmaya başlıyor. Neden peki? Fotoğraf: Uğur Demir A lmanya’ya göçen işçilerin yaşadıkları, 68 hareketinin dünya panoraması, Vietnam Savaşı, Türkiye İşçi Partisi, 12 Mart, cinsellik, gelenekler, kadının sıkışmışlığı, tiyatro, şiir... Sevgi Özdamar bütün bunları bir romanda topladı. 98’de yazdığı, 2004’te Almanya’nın iki büyük ödülünden birini Heinrich von Kleist’ı alan Haliçli Köprü, Turkuvaz Kitap sayesinde sonunda Türkçe’ye de çevrildi. Çevrildi diyoruz, çünkü Almanca yazıyor Özdamar. Bunda 30 yıldır Almanya’da yaşaması, ama daha çok da 12 Mart’ın şiddeti etkili. Bedeni olmasa da kelimeleri yaralanmış Özdamar’ın. Onları, tiyatro, roman ve oyunculukla sağaltıyor. Biz de onunla son kitabı ve hayat üzerine konuştuk... Yurtdışında pek çok ödül aldınız, yine de Türkiye’de yeterince tanınmıyorsunuz. Üstelik kitaplarınız 14 dile çevrildiği halde. Haliçli Köprü daha yeni Türkçe’ye çevrilebildi. Bunun nedenini size sormak ne kadar doğru bilmiyorum, ama nedenler üzerine kafa yordunuz mu hiç? Tam bilmiyorum, belki Almanya’da sadece proleter kesimin olduğuna dair kanıdandır ya da medyayla ilgilidir... Almanya’daki ikinci yılımda Merkez Bankası’na gidip pasaportuma işçi yazdırmak istiyorum, yoksa problem yaşıyorum dediğimde, oradaki kadın bana, kaç yıldır bizden habersiz nerelerde geziyorsun, demişti. Sık sık o kadını düşünürüm… Can Yücel “Dışarıda insan yazı yazıp sevilirse, Türkiye’de bir kontrgerilla çıkarılıyor karşısına” demişti. Bu yalnız benim başıma gelmiyor. Dışarıda yazan pek çok yazar ülkesinde aynı sorunu yaşıyor. Çok sonra kabul görebiliyorlar. 2004 Heinrich von Kleist ödülünün sizin için özel bir yeri var mı? Heinrich von Kleist’i alanlardan biri Brecht, Robert Musil, Anna Seghers’tir. Sevdiğim bu yazarlarla aynı ödülü almış Sanırım bizi dışarı tükürmüş bu ülkenin politikası beni daha çok ilgilendiriyor ya da buradaki insanların başına neler getirilebileceğini önceden görmeye çalışıyorum. Gazetelerde hâlâ umut da arıyor musunuz? Tabii ki... Sigara da kitabın kahramanlarından biri neredeyse. Kapaktaki fotoğraftan başlayarak, kitap boyunca karşımıza çıkıyor ve aynı zamanda sosyalistlerin simgesi durumunda... Evet, “Sigara bir sosyalistin en büyük aksesuvarıdır” ve “Sigara hayatı ve bekleyişi fotojenikleştirir”… Sanırım böyle bir bağlantı kurma anlayışı, aksesuvar bana tiyatrodan gelen bir şey. ÖLÜLERİN HESABINI SORAMADIK Kitapta 68 hareketinin bir dünya panoramasını da veriyorsunuz. Siz de 68 kuşağındansınız. 12 Mart’ın şiddetinden sizin payınıza ne düştü? Bedenimde olmasa da ben de şiddetten payımı aldım... Herkesi alıp götürüyorlardı, ben özgürüm diye suçluluk duyuyordum. 68 sizde başka neler bıraktı? New York’ta bir müzikal, bir sahnede bütün öldürülmüşler kol kola konuşuyorlar... 68’e baktığımda bu geliyor aklıma, ölüler gömülü değil, dışarıdalar, durup gözümüze bakıyorlar. Çünkü gidip niye bizim çocuklarımızı, arkadaşlarımızı suçsuz yere, ibreti âlem olsun diye öldürdünüz, deyip hesap soramadık. Sanırım bu kitabı yazarken içimdeki en büyük ihtiyaç da o ölüleri tekrar hayata döndürmekti. Tiyatro çalışmalarınız hâlâ devam ediyor, değil mi? Fransa’da çok sık oynuyorum. Ayrıca 2010 Avrupa kültür başkentlerinden biri olan Essen’in kömür havzasındaki altı tiyatro altı yazar seçti, biri de benim. Odysseia destanından yola çıkarak altı oyun yazacağız, insanlar otobüslerle tiyatroları gezip oyunları izleyecekler. G BİR KADIN, ÜÇ KİTAP VE HAYAT... Haliçli Köprü’de bir yanda Almanya’ya göç eden işçilerin yaşadıklarını anlatıyorsunuz, bir yanda erkek sırtlarından Berlin ve Paris sokaklarında gezdiriyorsunuz bizi, Vietnam Savaşı’ndan haberler veriyorsunuz, bir yanda da işçi ve öğrenci hareketlerini anımsatıyorsunuz, sanatı, cinselliği de. Bütün bunları bir kopukluk olmadan yan yana getirmeyi başarmışsınız, eklektik durabilir korkusu yaşamadınız mı? Romanlar örülürse roman olur... Hayat da böyle çok katmanlı. O dönemin bütün elemanlarını anlatmadan tek başına bir kızın cinsellikle uğraşmasını anlatsam balon gibi patlardı. Peki bütün bunlar masaya oturmadan önce kafanızda bitmiş mi olur yazmaya nasıl hazırlanırsınız? Benim için aşk mektubu yazar mısınız? Dillere dolanan eski bir reklamda “ağzı olan konuşuyor” sloganı vardı. Evet, ağzı olan konuşuyor belki ama eli kalem tutan herkes de yazamıyor. Konuşmayı, en azından ses çıkarmayı bildiğimiz kesin, ama iş duygularımızı kâğıda dökmeye gelince sıkıntı başlıyor, çünkü yazamıyoruz, kendimizi anlatamıyoruz. Bu yüzden de iş profesyonellerden destek almaya kadar gidiyor. G Yayın Grubu yöneticisi yazar Cem Akaş da o profesyonellerden biri, bir“hayalet yazar”... Ali Deniz Uslu G Yayın Grubu “yazı” ya da “basılı iş” denince aklınıza ne geliyorsa üreten editör ve yazarlardan oluşan bir ekip. Onları habere konu yapan ise hazırladıkları kurumsal metinler ve yazışmalar değil, aşk mektubundan, iş görüşmeleri için yazılan fıkralara, ölmeyi bekleyen bir kadının mezar taşından, bayram, yılbaşı kutlamalarına, bilgi yarışmalarına kadar akla gelebilecek her şey için metin hazırlıyorlar. G Yayın Grubu yöneticisi, yazar Cem Akaş yaptıkları işin ne menem bir şey olduğunu anlatıyor. Bu işe nasıl başladınız? Ekibimiz, uzun yıllar Yapı Kredi Yayınları’nda çeşitli konumlarda çalışan insanlardan oluşuyor. O zamanlar gözlediğimiz bazı şeyler vardı: birincisi, Türkiye’de okurdan çok yazar var; ikincisi, bu insanların yazdığı metinlerin ciddi bir kısmı doğru dürüst bir editörlük çalışmasından geçse yayımlanabilir düzeye gelecek; üçüncüsü, yerleşik yayınevlerinin bunu niyet, eleman, zaman, yatırım açısından yapacak hali yok. Bizim de en iyi bildiğimiz, fark yaratabileceğimizi düşündüğümüz alan buydu. Çalışma sisteminiz nedir? Öncelikle editörlük hizmetini gereksinimlere göre çeşitlendirdik, bazı metinleri yazım ve dil açısından düzeltmek yeterliyken, bazılarında derinlemesine çalışmak, karakterleri, olay örgüsünü, gerilimi vs elden geçirmek, bazı bölümler ekleyip çıkarmak gerekebiliyor. Bunu yaparken bir kişinin ya Cem Akaş. da kurumun yayıncılıkla ilgili olarak bekleyebileceği tüm hizmetleri de verebileceğimiz, gavurda “onestop shopping” denen, tüm gereksinimlerinizi tek merkezden karşılayabileceğiniz bir sistem kurabileceğimizi gördük. Editörlük ve yayıncılık beklenen sonuçlar. Sizi şaşırtan talepler nelerdi? Bizi şaşırtan gelişme, çok çeşitli metinlerin, hatta kitapların yazılması konusunda ciddi bir talep gelmesiydi. Zaman içinde çok çeşitli metinler ürettik, bunların bir kısmına adımızı verdik, ama büyük kısmı “hayalet yazarlık” kapsamına girdi. Aşk ve ayrılık mektupları yazdık örneğin, konuşma metinleri, bilgi yarışması soruları, şirketlere faaliyet raporu bile yazdık. Son dönemde artan bir talep de kurumsal ve kişisel tarihlerin kaleme alınması. Zaten bu ülkenin tarihi, bu sivil tarihçelerin katkısına çok muhtaç. İsteklerin hemen hepsi kendine göre sıradışı sayılabilir aslında. Ölmeyi bekleyen bir kadının mezar taşı yazısı isteği bunlardan biriydi. Bir iş yemeği için “Bir İngiliz, Bir Fransız, Bir Türk” fıkraları yazdık. Ayrılık mektupları da yazar olduk son dönemde; insanlar bu mektupları ayrılacakları kişiye veriyor, okurken yanında bekliyor, sonra konuşulacak bir şey kaldıysa konuşuyorlar. Arkadaş toplantıları için bilgi yarışması soruları hazırlamak çok keyifli oluyor; bazı yarışmaları görsel – işitsel destekli yapıyoruz, bunlar o kadar tutuldu ki piyasa için bu tür bir oyun hazırlamayı düşünmeye başladık. İnsanlar duygularını anlatamıyor, yazamıyor. Peki bu ıssızlıkta başka birini anlayıp onu diğerlerine anlatmaya çalışmak zor bir iş olmalı. Bunu nasıl yapıyorsunuz? Bir başkası adına, üçüncü bir kişiye yönelik bir aşk mektubu yazmaya kalkışmanın zorlukları var elbette. Bizim buradaki yaklaşımımız, mektubu yazdıran kişinin dilini, nasıl konuşup yazdığını anlamak, sonra da ilişkiye ve duygulara girmek. Cafcaflı, “edebiyat kokan” aşk mektupları ekolünden değiliz; yalın, duyarlı, paylaşılmış anlara odaklanan, kişinin kendisinin de yazabileceği türden metinler çıkarmaya çalışıyoruz. Bir de ücret karşılığı yayıncılık hizmetini veriyorsunuz. Nedir bunun aslı? Bizim sistemimizde yazar bizden kitabı için yayıncılık hizmeti alıyor ve bunun ücretini ödüyor, sonrasındaysa satıştan elde edilecek tüm gelir ona kalıyor. Dolayısıyla kendi kitabının riskini kendisi taşıyor; meyvesini de o topluyor. Bu sistemde yazarla ilişkileriniz ve editörlük anlayışınızı nasıl? “Metnin gerçek sahibi, yazarıdır” ilkesiyle çalışıyoruz yani yazara rağmen bir şey yapmıyoruz. “Parasını verdim, kitabımı bastırdım”ın epey ötesinde bir şeyden söz ediyoruz. Bu da her şeyden önce yapıt sahiplerinin güvenini kazanmaya bağlı. G C M Y B C MY B