22 Aralık 2024 Pazar English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

30 TEMMUZ 2006 / SAYI 1062 11 PAZAR SÖYLEŞİLERİ Behçet Aysan kitabı Ataol Behramoğlu “Üç Nokta” dergisinin “1960’larda şiir, edebiyat, kültür, sanat ve toplum” konusuna ayrılmış son sayısı Behçet Aysan’ın “Beyaz Bir Gemidir” şiiriyle açılıyor. Behçet gerçi 60 kuşağının değil, 68’in, 70’lerin şairidir. Zaten derginin girişinde bu şiirin yayımlanması da özel sayının konusuyla değil, yayın tarihinin Sıvas katliamının yıldönümüne rastlamasıyla ilgili... Fakat 60’lı yıllar şiirine ayrılan bir özel sayının Behçet Aysan’ın bir şiiriyle başlaması ayrıca önemli ve anlamlı. Çünkü Behçet Aysan 60 kuşağıyla özdeşleşen bir şiir duyarlığının sonraki yıllardaki sürdürümcülerinden ve onların önde gelenlerinden biridir. Açık, anlaşılır bir şiirdir bu. İmgeyi reddetmez, fakat onun “metafor”dan daha farklı, daha derin, daha kapsayıcı olduğunu bilir. Reddettiği, süs, sözcük cambazlığı, yüzeysellik, samimiyetsizliktir. Kişisel acıyı yadsımaz. Fakat onu toplumsalla aşmaya, anlamlandırmaya çalışır... Derginin açık sayfasında, şu anda karşımda duran şiir, bu söylediklerimin, duygu dolu, özlü bir örneği. “sen bu şiiri okurken ben belki başka bir şehirde olurum. kötü geçen bir güzü ve umutsuz bir aşkı anlatan, rüzgârla savrulan kâğıt parçalarına yazılmış dağıtılmamış bildiriler gibi (…) sen bu şiiri okurken ben belki başka bir şehirde ölürüm” Behçet’in dokunaklı şiiriyle başlayan derginin yanı başında, masamda yine onunla ilgili bir kitap duruyor: “Deniz Feneri”/Behçet Aysan Kitabı (um:ag Vakfı Yayınları, Mayıs 2006. Hazırlayanlar: Eren AysanSalih Bolat.) Kitabı bana, 3 Behçet Aysan... Temmuz gecesi İzmirBalçova’daki görkemli anma gecesinde, Behçet’in sevgili kızı Eren Aysan getirdi. Eren orada, onurlu duruşu ve sonlara doğru azıcık titrese de denetimini elden hiç kaçırmadığı bir sesle kitapta yer alan “Eski Bir Masal” adlı yazısını okurken, Balçova Belediyesi’nin düzenlediği törende “amfiteatr”ı dolduran binlerce kişi tek soluk, tek yürek kesilmişti... Yine Eren, girişteki kısa önsözünde, “Behçet Aysan Kitabı”nın sadece bir anma kitabı olmadığını, “onun şiirlerine ve yaşamına daha içerden” bakılmasına olanak sağlayacak bir kitap olmasına çalışıldığını belirtiyor. Nitekim, “Deniz Feneri”, anıların yanı sıra, Behçet Aysan’ın şiiri ve şair kişiliği üzerine değerlendirmelerle, sadece onun değil, ait olduğu 68 kuşağı şiirinin daha içerden anlaşılmasına da olanak sağlayacak bir derleme değeri taşıyor. Eren Aysan’ın, kitabın son bölümünde yer alan “Dumanı Hâlâ Tüten Şehir: Sıvas” başlıklı yazısı, belgeseltanıklık değeriyle ayrıca önemli. Böylece sevgili Zeynep Altıok’un, babası Metin Altıok için hazırlayıp yayımladığı değerli kitaptan sonra (“Gölgesi Yıldız Dolu”/Metin Altıok Kitabı, Dünya Yayıncılık, Ekim 2003), sevgili Eren’in çalışması da belleklerimizde ve yüreklerimizde yerini almış oluyor. Az önce değindiğim (13 Temmuz 2004 tarihli) sonsöz yazısının son cümleleri Eren’in iki sorusundan oluşmakta: “Türkiye bugün Sıvas için ağlıyor mu? Yoksa kendini büyük bir unutuşa mı teslim etti?” Bizler, yaşamda olduğumuz sürece, bu soruları kendimize ve herkese, sadece Sıvas katliamının yıldönümlerinde değil, her zaman sormak zorundayız... Fakat bildiğim, gerçekliğinden kuşku duymadığım bir şey daha var: Zeynep’in ve Eren’in sevgili babaları, şiirimizde, kültür ve toplum yaşamımızda hep var olacak... Kızlarıyla her zaman onur duyulacak... ataolb@cumhuriyet.com.tr Not: Okurlarımdan iki hafta izin istiyorum. Hayır, hayır, hayır... Esra Kemerbaş E vet... İki ağızdan çıkacak bu yanıt için yapılıyor onca hazırlık, onca telaş ve onca masraf... Her gün onlarca çift evlendirme dairelerine başvuruyor, gün alınıyor, sonra kadın gelinliğini, erkek damatlığını giyiyor ve masaya oturuluyor... Sonrası herkesin kendi yolculuğu... Acaba birbirinden farklı binlerce kadın ve erkeği bir araya getiren evlilik daireleri neleri gizliyor, kim yarı yolda vazgeçiyor, kim ya da kimler aklın sınırlarını zorluyor? Bu soruların yanıtlarını Üsküdar Evlendirme Dairesi’nde aramayı seçiyoruz. Çok öykü var, çoğu sıradan, ama içlerinde öyle şaşırtıcı ve sarsıcıları var ki... Müracaat kabul memuru Ferahnur Özdemir 70 yaşındaki Safiye ile 82 yaşındaki Ahmet’i anlatıyor. Aslında komşu olan dört çocuklu Ahmet ile üç çocuklu Safiye bir süre uzaktan uzağa bakışıyorlar. Sonunda Ahmet, “Ben âşık oldum” diye dayanıyor Safiye’nin kapısına. Safiye’nin de gönlü varmış ki hemen kabul ediyor. Bu nikâhtan Özdemir’in aklında kalan Ahmet’in sözleri: “Aşk budur, sonunda aradığımı buldum.” Bütün hikâyeler böyle mutlu sonla bitmiyor ne yazık ki! Ailesinden habersiz evlenmeye kalkışan genç kızı ailesi nikâh masasında yakalıyor, damadın yakarışlarına aldırmadan ağlayan kızlarını sürükleye sürükleye götürüyorlar... Anlatılanlar içinde en şaşırtıcı olanlar ise kavgalar. Kimi nikâh müracaatı sırasında, kimi nikâh günü gelin odasında kavga ediyor. Sebepler bazen çok basit görünen ayrıntılar, kimi zaman takılar. Müracaat kabul memuru Ramazan Kantoğlu, gelin odasında yaşanan kavga sebeplerini, sahiplerinin sözleriyle sıralıyor: “Ayağıma basmak yok, önce ben ayağına basacağım, evlilik cüzdanını ben alacağım, nikâh memuru evlilik cüzdanını sana uzatsa bile sen de bana uzatacaksın”... Bir başka nikâhta gelin tarafı takılan takıların kendilerinde kalmasını isteyince, damat tarafı harekete geçiyor. İki taraf da gelinle damadın üstünden takıları toplamaya çalışıyor. Araya görevliler giriyor, gelinle damadı güvenlik odasına götürüyorlar, ama taraflar kapıyı kapatmalarına fırsat vermeden içeri dalıyor, gelinin üzerindeki takılara asılıyor... Gelin sinir krizi geçirince nikâh da erteleniyor... Bir de müracaatlar sırasında yaşanan soyadı krizleri var. Kantoğlu’nun anlattığına göre, evlilik için başvuran gelin adayı , eşinin soyadıyla birlikte kendininkini de kullanmak istediğini söyleyince olanlar oluyor. Damat bu isteğe şiddetle karşı çıkıyor. Gelin ısrar edince damat tokat atıyor, genç kız ağlamaya başlıyor. Güvenlik görevlileri araya giriyor ve çifti sakinleştiriyorlar. Sonrasında, ne oluyorsa oluyor, genç kız kendi soyadını kullanma isteğinden vazgeçiyor, başvuru işlemi tamamlanıyor... Evliliğe giden yol evlendirme dairelerinden geçer. İşlemler yapılırken ya da nikâh kıyılırken kimi zaman akla gelmedik hikâyeler de yaşanır. Biz yolumuzu Üsküdar Evlendirme Dairesi'ne düşürdük ve müracaatları alan, işlemleri yapan memurlara kulak verdik... Görünmeyen damat... ir nikâh dairesi vukuatı da nikâh müracaat kabul memuru İlknur Erel’den: Seksen iki yaşındaki öğretmen emeklisi bir kadın iki yıl içinde üç kez evlilik başvurusuna geliyor. Elinde başvuru için gerekli evrakla memurların karşısına dikilip, evlenmek istediğini söylüyor. Buraya kadar her şey normal gelebilir ama asıl dram memurun “Damat beyin de gelmesi gerekli” demesiyle ortaya çıkıyor. Çünkü kadın anlamamış gibi boş boş bakıyor ve sağına dönerek “Burada ya işte!” diyor. Damadın evrakı olmadığı için işlemleri yapamayacaklarını söyleyen görevliyi, “Onun evrakı var ama siz okuyamazsınız, kendisi burada ya işte, evraka ne gerek var?” diye cevaplıyor. Yanında biri varmış gibi sürekli boşlukla konuşuyor. Çalışanlar kadını kırmadan evine göndermenin bir yolunu buluyorlar. İkinci gelişinde ise “Eşimle evlenemedik, çünkü tam nikâh zamanı geldiğinde onu gizli bir görev için çağırdılar. Gitmek zorundaydı. İki sene oldu. Hâlâ gelmedi” diyor kadın, sonra da eşi sanki yanındaymış gibi onunla konuşmaya başlıyor. Erel, “Burada çok şey yaşadık ve gördük. Hatta müracaata gelen vatandaşlardan dayak yiyen arkadaşlarımız bile oldu, ama neyi unutamadın diye sorsalar, işte bu olayı hiç unutamadım” diyor. B Desen: SEMRA CAN Evlilik vaadiyle kandırma da evlendirme dairesi koridorlarında yaşanan olaylardan... Ancak bu sahneler pek de Türk filmlerine benzemiyor, çünkü kandırılanların çoğu erkek (müracaat memurlarının yalancısıyım). Hikâyenin kahramanı Mesut, beş ay boyunca flört ettiği kadının kendisini parası için kullandığını ve evlilik vaadiyle kandırdığını iddia ediyor. “Beş ay boyunca gezdik, tozduk. Bir sürü hediye aldırdı kendine. Üstelik öyle ucuz şeyler de değil. Beni sevdiğini söylüyordu. Evlilik başvurusu için gerekli belgeleri bile hazırladık. Beni buraya yolladı. Sen başvur, olmazsa ben sonra giderim, dedi. Oysa beraber başvurmamız gerekiyormuş, aradım, tamam geliyorum dedi, gelmedi. Bir aydır gidip geliyorum, geldi mi diye soruyorum, yerinde yeller esiyor, beni kandırmış meğer.” Bu kadar hareketliliğin için de güldüren olaylar da yaşanıyor. Mart ayında başvuran çift, 18 Haziran için gün alıyorlar, ama daha sonra o kadar beklemek istemeyip nikâh tarihini erkene almaya çalışıyorlar. Yeni bir gün veriliyor kendilerine, 4 Haziran. Çiftten işlemleri yenilemek üzere nikâh dairesine gelmeleri isteniyor, ancak onlar telefon görüşmesini yeterli olduğunu sanıyorlar. 4 Haziran’da kalabalık bir davetli topluluğuyla evlenmeye geldiklerinde karışıklık ortaya çıkıyor, gelinin babası nikâh kıyılmadan kızını oğlanın evine göndermeyeceğini söylüyor. Damat yana yakıla görevlilere rica ediyor da, çift o gün evleniyor. Peki, hiç masada “hayır” diyen çıkıyor mu? Çıkıyor. On sekiz yaşındaki damat “hayır” yanıtını verince, kendi ağabeyinden dayağı yiyor. Bir genç kız ise “hayır” demekle kalmıyor, ekliyor: “Ben gerçek bir erkekle evlenmek istiyorum, bununla değil.” Tüm salon ve tabii ki damat şoktayken, genç kız bir hışımla nikâh salonunu terk ediyor. Herkesin bir odası olmalı Aylin Kotil K endine ait bir oda, bu cümleye ilk defa Virginia Woolf’un kitabında rastlamıştım. Yıllar ilerledikçe ve tanık olduğum olaylar arttıkça ne kadar da doğru bir cümle olduğunu daha çok anladım. Belki de yaşlanmakla yaş almak arasındaki farktı bunu bana hissettiren. Yıllar geçtikçe yalnızlığı değil, ama yalnız kalmayı sevdiğimi de fark ettim. Bugün bana en büyük özgürlük nedir diye sorsalar; herkesin kendine ait bir odası olması derim. Kendine ait bir odası ve boş zamanı... Evet, herkesin kendine ait bir odası olmalı. Duygularını, anılarını ve hayallerini süsleyip püsleyip giydirdiği... Çok sevdiklerimiz de olmalı ama, o odanın dışında. Kimi yeni evlenmiş kızlardan duymuşumdur, “Babamızın evinde ne rahatmışız meğer” söylemlerini. Aslında rahatlıktan çok bu özgürlüktü onlar için. Kendilerine ait odaları varsa kapıyı kapadıklarında ilişkilerini keserlerdi ev halkıyla. Onları tekrar görmek istediklerinde ise aralayıverirlerdi kapılarını. Evlendiklerinde ise belki bütün bir ev onlarındı ama sadece hayallerini yaşayacakları, yalnız kalacakları bir odaları olamazdı bir türlü. Yoksa sorumluluk duygusu değildi aslında onlara zor gelen, giden özgürlüktü canlarını sıkan. Geniş mekânda her zaman ferahlık yok aslında, bazen küçük bir oda ait olma duygusuyla birleşince çok daha fazla ferahlık sağlayabilmekte insana. Kendi özel yaşantımız ne kadar özgür hissettirirse bize kendimizi, ikili ve toplumsal ilişkilerimiz de o kadar sağlam ilerler düşüncesindeyim. Bireysel özgürlüğümüz kısıtlandıkça artan birikimler toplu anlaşmazlıkları körüklemekte bir süre sonra. Evet, odası olmalı herkesin, sadece kendine ait. Tahmin ettiğinden çok daha az kullanacak olsa da bilmeli en azından öyle bir yerinin olduğunu. Hatta belki de yerini sadece kendi bilmeli. Kendi gizli sığınağında yenilenmeli, şarj olmalı. Hayatın hengâmesini karşılayabilmek için o odadan içini boşaltıp da çıkmalı. Tamamı bize aitmiş gibi gözüken çok odalı evlerimizdense hepimizin sadece bize ait, küçük de olsa bir odası olmalı. Diyorum ya modern zamanın en büyük lüksü ve özgürlüğüdür sadece kendimize ait bir oda ve boş zaman. İkisi de birbirinden önemli, ikisi de birbirinden değerli... İyi pazarlar. aylin@kotilsarigul.com CUMHURİYET 11 CMYK
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle