Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Yıllar
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
28 MAYIS 2006 / SAYI 1053 7 Şimdiki zamanda Işıl Yücesoy Özlem Altunok şıl Yücesoy’u son olarak “Korkuyorum Anne” filmindeki Neriman rolünde izledik. Sevecen, otoriter, fedakâr, becerikli, acımasız bu anne rolüyle önce, Adana ve Ankara film festivallerinde “En İyi Yardımcı Kadın Oyuncu” ödüllerini, geçen günlerde de ÇASOD “En İyi Kadın Oyuncu” ödülünü aldı. “Çemberimde Gül Oya” dizisinde yine kederli bir anneyi canlandırdı, 70’lerin şarkılarını bugüne taşıyan “En İyiler” adlı albüm serisiyle sesini yeniden duyurdu. Oysa o hep buralardaydı, “Mazide yaşayan kadın olmaktan çıkarıldım bu sayede” diyor. En çok da kızının onu sahnede şarkı söylerken görmesine seviniyor. “Çünkü anılarım, fotoğraflarım mişli geçmiş zamandan şimdiki zamana taşındı” diyor... “Çemberimde Gül Oya” ve “Korkuyorum Anne” ile, bir de “En İyiler” adlı albümle adınızı, oyuncu ve şarkıcı kimliğinizi yeni kuşak belki de ilk kez duydu, unutanlar hatırladı. Size nerelerdeydiniz diyenlere kızıyor musunuz? Eskiden bana “Sesinizi çok özledik, nerelerdesiniz?” dediklerinde nazik cevaplar veriyor, teşekkür ediyordum. Şimdi, “Plağımı almış mıydınız, çalıştığım gazinoya ya da konserime gelmiş miydiniz” diye soruyorum. Şöyle bir geri baktığım zaman, ne yaşarken kıymeti bilinmiş, ne varlığı fark edilmiş o kadar çok insan var ki... Bu yüzden bu ilgiyi “İnsanlarımız bana diyetini ödedi” diye açıklıyorum. Çünkü 68 itibarıyla çeşitli kulvarlarda ciddi bir savaş verdim, bu savaştan başarısızlıklar da çıktı, mutluluklar da. Önemli olan mücadelemi sanatsal etiği bozmadan, kişiliğimden ödün vermeden yapmış olmam. I Yıl 1968, “Arda” takma adıyla bir kadın şarkı söylüyor. Tiyatrocu, sayısız oyunda oynuyor. Işıl Yücesoy bugün, “Korkuyorum Anne” ve “Çemberimde Gül Oya”daki rolleriyle konuşuluyor. O, geçmişi bugüne bağlamaktan mutlu görünüyor. Fotoğraf: UĞUR DEMİR Yaklaşık 12 yıl boyunca şarkı söyledim, ama tiyatrodan hiç kopmadım. Cüneyt Gökçer’le Şan Tiyatrosu’nda, Yıldız Kenter’le Kenter Tiyatrosu’nda oynadım. Sonra Fikret Hakan’la kendi tiyatromuzu kurduk Hodri Meydan’da... O sıralarda farklı rüzgârlar esip, kavramlar ters yüz olmaya başlayıncaşarkı söylemek de zorlaştı ve ben tekrar DT’ye döndüm. oturttuğunu gözlerimle gördüm. Bir de elbette belirli bir yaşa gelmiş biri olarak gençlerden ilgi görmek çok sevindiriciydi. 12 Eylül sürecini anlatan “Çemberimde Gül Oya” ile de geçmişe döndünüz... Tiyatro tadında, öyküsü güzel, gerçek bir iş ortaya koyduk, 80’leri, yakın tarihimizi anlattık. Kendi adıma da etkileyici bir karakteri canlandırma şansı elde ettim. Sema çok boyutlu bir kadındı. Başta sıradan, pasif, kocasının emri altında olan bir kadının yavaş yavaş kişiliğini bulan ve sonradan da Alzheimer’a yakalanan bir kadına dönüşmesi bana zengin bir karakteri oynama fırsatı sundu. Bana sorarsanız Sema da, “Korkuyorum Anne”deki Neriman da birer “ağır anne” rolü... “Anne” imgesiyle özdeşleştiğinizi düşünüyor musunuz? Televizyon dünyasında bir rolle dikkat çekince, sizi hemen oraya kanalize etmeye çalışırlar, ama ben hem az dizide rol aldığım, hem de seçerek oynadığım için pek böyle bir durum yaşamadım. Yine de, kendi naturamı, karakteristik özelliklerimi, her sanatçı gibi, muhakkak rolüme taşımışımdır. İnsanın hayata bakışı, sanat görüşü o rolün içinde görülebiliyor. Zaten bir role yanaşmak, flört gibidir, ne yaşayacağınızı baştan bilemezsiniz, ama denemek istiyorsanız, yaşarsınız. “Korkuyorum Anne”deki Neriman rolünü seçmeniz de böyle mi oldu? Başlangıcı tamamen bir tesadüf. Ben Reha’yı tanımam, o da beni. Reha, bir gün TV’de “Üvey Baba” dizisinde beni görünce “İşte Neriman” diye yerinden fırlamış. Bir şekilde bana ulaştı ve hem rolü hem Reha’nın anlatmak istediği hikâyeyi çok sevdim. Neriman enteresan bir kadındı. Çok sevecen, ama bir yandan tahakküm eden, çıldırdığı zaman çocuğunun altına yaptığını söyleyebilecek kadar acımasız ve bunun sebebinin kendisi olduğunu ayırt edemeyecek kadar da aymaz bir kadın. Bana sorarsanız hayat boyu sürmesi gereken bir rol gibiydi. İyi ki oynadım, ödüller bir yana, şimdi cebimde ağır bir pırlanta var... ARDA DİYE BİR GENÇ KIZ... 70’lerde sanat ortamı daha hareketli, ilgi daha yoğun değil miydi? Nasıl bir kopuş yaşadınız? Ülkenin sosyoekonomik olarak çalkalandığı, radyodan her gün “Bugün kim ölmüş” diye endişelendiğimiz zamanlarda şarkı söylüyordum. O zamanlar halka ulaşmak, onlarla göz göze, yürek yüreğe gelmek gerekiyordu. O günlerde yedi Anadolu turnesi yaptım. Maksim Gazinosu’nda da çıktım, ama sorumluluklarımı da unutmadım. Seçimlerimi açık yaşadım. Müzik, hayatınıza tiyatrodan sonra girdi, öyle değil mi? Evet, konservatuvar son sınıfta okurken bir gün arkadaşlarla Şanar Yurdatapan’ın Ankara’daki gazinosundaki provalara gittik. Rus şarkıları, Âşık Veysel, Dadaloğlu türküleri derken, kendimi tutamadım ve onlara eş lik etmeye başladım. Daha sonra da sahne teklifi geldi. Konservatuvarda okurken sahneye çıkmak yasak olduğu için de Arda adıyla gazinolarda, kulüplerde şarkı söylemeye başladım... Ne kadar sürdü bu gizlilik? Mezun olduktan sonra İzmir DT’de çalıştığım için bir süre daha gizli, kaçak devam ettim. Sonra hem iki işi birden yürütmek etik olarak yanlış geldiği hem de tiyatrodan bunaldığım için birinden birini seçmeliyim dedim. Yine o sıralarda Egemen Bostancı’yla tanıştım. Fahrettin Aslan’ın gazinosunda Nükhet Duru, Erol Evgin ve Anne Marie David’le birlikte ilk kez profesyonel olarak sahneye çıktım. Sonra Fikret Şeneş sayesinde “İçmeden Sarhoş” plağıyla hit oldum. Ayrıca Selami Şahin ve Ahmet Selçuk İlkan imzasıyla çıkan “Ya Seninle Ya Sensiz” plağıyla Türkiye’de ilk yerli besteyi söyleyenlerden biriyim. Bu sırada tiyatrodan tamamen kopmuş muydunuz? HİKÂYE GİBİ ANILAR... Ve yıllar sonra, yani geçen yıl “En İyiler” albümündeki “Ya Seninle Ya Sensiz” parçasıyla Babylon’da çıktınız... Heyecanlandınız mı? Heyecanlanmadım, öldüm... Bunun bir sebebi de kızımın beni ilk kez dinliyor olmasıydı. 15 yaşında olduğu için, anılarım, fotoğraflarım ona hikâye gibi geliyordu. O konserde, bunlar mişli zamandan çıktı ve şimdiki zamana taşındı, kızımın beni mazide yaşayan bir kadın olmaktan çıkarıp başka bir potaya Namı diğer Mösyö Bezdüz Serra Sönmez Turnelerin zorluklarıyla nasıl başa çıkıyorsunuz? Yurtdışında yaşadığınız sorunlar nelerdir? Kış turnelerinde hastalık tedirginliği yaşıyorum. Sağlıklı kalmak zorundayım. Çünkü çıplak sesle, 60 kişilik orkestra ve 40 kişilik bir koro arasından iki bin kişilik sahnede mikrofon kullanmadan şarkı söylüyorum. Çoğu kez evimde bile yerleşik hayata geçemiyorum.Geçen yıl Kanada’dan Mersin’e oradan İstanbul’a, derken Arjantin’e gitmiş ve yaz mevsimini hiç görememiştim. Bir de Türk olmanın getirdiği prosedür zorlukları var. Sanat evrenseldir diyoruz, ama hâlâ “vize” gibi bir uygulama var. Milletvekili çocukları dahi diplomatik pasaport alırken, sanatçılara böyle bir kolaylık tanınmıyor. Bu sezon 246 Haziran tarihlerinde Monpellier’de sahne alacağım. Ardından Portland, Klagenfurt, Dijon, İskoçya ve Mersin’de temsillerim sürecek. Bunlar dışında Türkiye’de uzun vadede hedeflerim var. Bas Burak Bilgili ile çalışmalara başladık. Amacımız özellikle üniversiteli gençlere alternatif sunabilmek. Mademki Operaevlerimizin sayısı beş ile sınırlı ve maalesef tanıtımı ve sunumunda birtakım yetersizliklerle karşılaşıyoruz, biz de bu sanatı seyircinin ayağına götürmeyi planlıyoruz. O AN... Avrupa’nın değişik ülkeleri arasında gidip geliyorsunuz, bu ilişkilerinizi kesintiye uğratmıyor mu? Eşim Reyhan, Mersin Devlet Opera ve Balesi, Çocuk Korosu şefi, aynı zamanda müzik öğretmenliği yapıyor. Üniversiteden bu yana, neredeyse tüm düşlerimin gerçeğe dönüştüğüne şahit olmuş kişilerden biri. 13 yıldır evli olmamıza karşın, bunun ancak beş yılını birlikte geçirmişizdir. Hatta yıllar önce bir gün garda karşılaşmıştık. Ben Ankara’ya geldiğimde o Eskişehir’e gidiyordu. Uzaktan öylece bakışmıştık. Bu anı hatırladığımızda hâlâ gözlerimiz dolar. Mesleğimizde ilerleme çabamız nedeniyle, ikimiz de uzun ayrılıklar yaşamayı kabullendik. Hedefleriniz nelerdir? S ekiz çocuklu bir ailenin sonuncusu olarak dünyaya geldi Soner Bülent Bezdüz... Müzikal yeteneği, onu her ortamda öne çıkarıyordu. Erken yaşta yüzleştiği zorluklar nedeniyle, ateş böceği misali şarkı söyleyerek hayatın geçmeyeceğine inandırıldı. Oysa ilerde, hayatını Opera sanatçısı olarak kazanacak ve üç Grammy ödülüne layık görülecekti. La Traviata ve Aşk İksiri temsillerinden sonra Fransız basınının ilgi odağı olan tenor Bezdüz, Mersin’den Avrupa’ya uzanan başarı öyküsünü anlattı. Müzikle nasıl tanıştınız? İlkokul öğretmenim Nazik Günönü, konservatuvara yazılmamı tavsiye etmişti. Şartlar nedeniyle bunu gerçekleştiremeyen annem beni TRT sanatçısı Serbülent Yasun’un çalıştırdığı Hamoy Derneği’ne yazdırdı.18 yaşıma kadar dernekte birçok türküyü, usulleriyle söylemeyi ve bağlama çalmayı öğrendim. O Tenor Soner Bülent Bezdüz, Türkiye’den çok Avrupa ve Amerika’da tanınıyor. La Traviata ve Aşk İksiri’nden sonra Fransız basınının, ilgi odağı oldu. Mersin’de yaşayan Bezdüz, 246 Haziran tarihlerinde Monpellier’de sahne alacak. zamanlar operayı tanımıyordum. Meslek lisesinin torna tesviye bölümünden mezun olduktan sonra Gazi Üniversitesi Eğitim Fakültesi sınavlarını kazandım ve jürinin ısrarları ile Şan Ana Sanat Dalı’nı seçtim. Operayı nasıl keşfettiniz? Okula girdiğimin altıncı ayı, gece yarısı Tenor Mario Del Monaco’nun Dicitencello Vuie adlı Napoliten’ini dinlerken insan sesinin enstrümanların en doğalı, en etkileyicisi olduğunun farkına varmıştım. Bir ay sonra kasetteki tüm Napolitenleri ezberleyip bir konser verdim. Aynı yıl Devlet Korosu sınavını kazandım. Bu sırada Ankara Operası’ndan tenor Bülent Gökalp, beni dinlemesi için Roman Werlinski ile tanıştırdı. Uzun ve planlı çalışmalar sonucu 1992’de Mersin Devlet Opera ve Balesi sınavını kazanarak göreve başladım. Mersin’den Avrupa’ya nasıl açıldınız? 1995’te Leyla Gencer Yarışması’nda finale kalamamıştım. Üzüntüyle hemen eve dönmüştüm ki eşim jürinin benimle tekrar görüşmek istediğini söyledi. Şan pedagogum Roman Werlinski hep söylerdi; derece almak kadar gelecek vaat etmek de önemli... Ardından Avrupa Birliği Bursu kazandım. 1998’de İngiliz Kraliyet Operası’nda başrol oynayan ilk Türk oldum. Fransa’daki C’NIPAL Master programı sonrası Paris Şan Yarışması’ndaki ikincilik ödülü ve Londra Senfoni ile çalışmalar sonucunda bildiğiniz gibi üç Grammy ödülüne layık görüldüm. CUMHURİYET 07 CMYK