Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Yıllar
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
8 19 ŞUBAT 2006 / SAYI 1039 BU BENİM ANTİGONEM Elif Su ntigone koşuyor, ardında ölüleri, önünde belirsiz bir ufuk... Böyle noktalıyor Ayşe Emel Mesci Ankara Devlet Tiyatrosu, İrfan Şahinbaş Sahnesi’nde oynanan “Antigone” için kaleme aldığı yazısını... Sofokles'in bu ünlü tragedyasını, kahramanı koşarken hayal ettiği anda sahnelemeye karar vermiş Mesci... Felsefenin, psikolojinin ve hatta siyaset biliminin kafasını meşgul eden “Antigone”nin başkaldırısında biraz da kendi kuşağının hikâyesini görmüş... İşte yanıtları... Niye Antigone? Bana sorarsanız, her yönetmen kariyerinin bir noktasında tiyatro tarihinin klasikleriyle bir hesaplaşmaya girmek ister. Onlar tiyatro tarihinin, hatta bir anlamda insanlık tarihinin kilometre taşları çünkü. Diğer yandan antik tragedyalar insanlık durumuna ilişkin öyle temel sorular içerirler ki, bir an gelir, o soruları kendinizce sahneye taşımak, kendi yanıtlarınızı aramak istersiniz. Ben de aslında sadece “Antigone”yi değil, Sofokles’in “Thebai Üçlemesi” diye de bilinen üç oyununu, yani “Antigone”, “Oidipus Kolonos’ta” ve “Kral Oidipus”u sahnelemeyi tasarlıyorum. Üçleme diye bilinseler de Sofokles onları yaklaşık yirmiyirmi beşer yıl aralıklarla yazmış. “Antigone”yi (MÖ 442) elli elli beş yaşında; “Kral Oidipus”u (MÖ 425) yetmişinde, “Oidipus Kolonos’ta”yı ise ömrünün sonunda yazıyor, zaten oyun o öldükten sonra, MÖ 401'de oynanıyor. Ama gerçek zaman bakımından üçlemenin ilk kaleme alınmış metni olan “Antigone”, oyunun kurgusu açısından son metin. Ben sondan başa doğru gitmeyi düşündüm. Bu nedenle önce “Antigone”, ama diğer oyunlardan da çok kısa, çağrışımsal parçalar ekledim içine. Antigone tragedya tarihinin en güçlü kadın kahramanlarından biri. Çocuk yaşta sürgüne giden, kısacık ömrü babasıyla birlikte yollarda, binbir çile içinde geçen, doğduğu kente yıllar sonra, Oidipus’un ölümünün ardından geri dönünce önce iki kardeşinin boğazlaşmasına, sonra da tüm soyunun aşağılanmasına tanık olan, ölümü göze alarak iktidara karşı mücadeleye atılan bir genç kız kimliği Antigone. Bu başkaldırıda, doğru bildikleri uğrunda her şeyin üzerini fütursuzca çiziveren bu tavırda hem kendi kuşağımla özdeşleşen pek çok yan hem de bugüne seslenilebilecek bir kanal görüyorum. Bu da “Antigone”ye duygu ve bilinç olarak yakınlığımın önemli nedenlerinden biri. A Antigone, “insan onuru”na sahip çıkmanın bedellerini anlatır. İktidara kafa tutan bir genç kızın, ölümü göze alışını... Ayşe Emel Mesci de Antigone’yi sahneye koyarken hem kendi kuşağını hem de bugünü düşünmüş. Her yönetmenin, bir gün tiyatronun klasikleriyle hesaplaşmaya girmek isteyeceğini söylüyor. “Çünkü” diyor, “Onlar tiyatronun olduğu kadar insanlık tarihinin de kilometre taşlarıdır...” Antigone oyunundan... Yani Antigone baştan sona haklı mı? Bence burada haklılık haksızlık sorunu yok. Daha doğrusu var, ama nereden baktığınıza göre değişir. Sofokles'in büyüklüğünün bir nedeni de bu, yani oyunlarındaki “açık yapıt” yanının çok güçlü olması. Bana sorarsanız Sofokles Kreon’u da, Antigone’yi de eleştiriyor, ikisini de aşırı buluyor. Yazarın kafasındaki ideal insan kimliğinde düşüncenin eyleme ağır basması gerektiği konusunda bir kanı var sanki. Oyun, her büyük eylemin kaçınılmaz olarak içerdiği acı ve her kendini bilmezliğin, bencil istemlere kapılıp harekete geçmenin kaçınılmaz olarak çarptırıldığı ceza üzerine düşünüyor, buna değer mi, başka bir yolu yok mu sorularını soruyor, denebilir. 1. Perde’nin sonundaki ve oyunun finalindeki koro değerlendirmeleri böyle bir simetri içeriyor (tabii bizim oyuna göre konuşuyorum, yoksa antik tragedyada perde filan yok). “Antigone”deki tek izleğin birey ile devlet arasındaki çatışma olduğu yönündeki yaygın kanının kökleri ise, oyunun yazıldığı döneme değil, Avrupa'da modern devletin yükseldiği ve devletbirey ilişkilerinin yeni bir gözle tartışılmaya başladığı döneme ait. 19. yüzyılda Hegel, Hölderlin, Goethe, Kierkegaard gibi büyük düşünürlerin “Antigone”yi yorumladıklarını görüyoruz. Zaten oyunu salt devlet/birey veya kamusal alan/özel alan çatışkısı bağlamında ele alıp, bu tez/antitezi uzlaştıracak yeni bir senteze gitme düşüncesi Hegel’in kurumlaştırdığı bir bakıştır, ama bizim yaptığımız “Antigone” bunların hiçbiri değil, çünkü bu çağın düşünce/eylem veya birey/devlet ilişkisi ne MÖ 5. yüzyılın site devletine ne de 19. yüzyıl Avrupası’na benziyor. Hegel’den bu yana hem dünya çok değişti hem de “Antigone” üzerine birçok yeni yorum yapıldı. Zaten her reji de yeni bir okuma çabasıdır. Metnin içerdiği temalara yönelik yeni bir öncelikler sıralamasıdır. Sizin Antigone’ye bakışınızda ağır basan temalar neler? Bir oyunun söyleyebileceği sözün metinle sınırlandığına inanan bir tiyatro anlayışını benimsemiyorum. Kaldı ki Sofokles’in de böyle metin yazdığını hiç sanmıyorum. Üstelik, şu dünya üzerinde hiç kimse bu konuda kesin bir yargı öne sürebilecek bilgiye sahip değil. Neden? Çünkü bu oyunların hangi sahnesel konsept içinde gerçekleştirildiklerine dair somut bilgiler yok denecek kadar az. Bu konuda her söylenen, ne kadar kesin tonlarla ifade edilirse edilsin, eninde sonunda yorumdan öteye gidemiyor, bence işin güzelliği de burada. Bugün Antigone’yi sahnelemek demek, çağlar içinde yüklendiği tüm anlam katlarıyla birlikte onu ele alıp bugünden antik tragedyaya bakmak demek. Bana göre Antigone, ölüm temasının çok ağır bastığı bir oyun. Oyuna başından sonu na kadar ağırlığını koyan, sahnede gözüksün veya gözükmesin, varlığı, etkileri, kentin ve insanların üzerine çöken ağırlığı hep hissedilen olgu, mezarsız bırakılmış, kurda kuşa terk edilmiş, çürüyen ölü’dür. İkinci önemli tema, bu çürümenin tüm kenti de felakete sürüklemesidir. Dolayısıyla Antigone/Kreon, yani Birey/İktidar çatışması tabii ki bizim oyunumuzda da odak noktasında yer alıyor, ama böyle bir çerçeve içine oturuyor. Aslında, Birey/Devlet çatışmasını da kapsayan daha geniş bir çatışma söz konusu. Çünkü hayatın içinde iktidar, sadece devletle yani siyasal yaşamla ilgili bir konu değil. Her alanın kendine göre iktidarları ve o iktidarların da bireylerle ilişkileri var. Oyunda erkek/kadın çatışması ve kuşaklar arası çatışma gibi başka önemli temalar da var. Bu temaların hepsi Sofokles'in metninde mevcut. Aynı zamanda hepsi son derece güncel. Biz de bu temalara hem kendi anlamları içinden hem de bugünden bakmaya çalışıyoruz. SÖZÜN AKACAĞI KANALI BULMAK... Program dergisindeki yazınızda, Antigone’yi koşan bir genç kız olarak gördüğünüzü ve o görüntünün oyunun miladı olduğunu yazmışsınız. Oyun yaratımı niye bir görüntüyle başlar? Genellemiyorum, benim için böyle olduğunu söylüyorum. Çünkü oyun sahnelemeyi bir dil yaratmak olarak görüyorum ve bu dil bir atmosferle birlikte, ilk görüntülerle, ilk tercihlerle şekillenmeye başlar. Sonra tüm ekiple birlikte gelişip, sahnedeki oyuncularla kurulan karşılıklı ilişki içinde yerine oturur. Sonunda da oyunun dili oyuncu ile seyirci arasında her gece yeniden üretilmeye başlanır. Bu anlamda hem yenidir hem de arkasında sizin o ilk tercihleriniz vardır. Yani söylenecek sözün nasıl söyleneceğine ilişkin tercihler... Evet. Sofokles üzerine dramaturgi çalışmasını yürütürken, temel kaynaklarımızdan biri Aristoteles’in Poeti ka’sıydı. Aristoteles'in tragedya ve Sofokles üzerine görüşlerinden yola çıkarak şöyle bir noktaya vardık: Önemli olan, anlatı ağırlıklı bir biçemden çok olay kurgusudur; Sofokles’in özelliği de koroları yorum/anlatı olarak değil oyunun dramatik kurgusuyla bütünleştirilmiş eylem fonları olarak kullanmasıdır. O zaman şu iki soru geldi: 1 Sofokles'in bunu yaparken kullandığı temel araç ne? 2 Biz bugünün seyircisine bu oyunu seyrettirmek için hangi araçlara başvurmalıyız? Sofokles’in eylem aktarımında kullandığı başat araç hiç kuşkusuz söz. Ama şunları da unutmamak gerek: 1 Diğer ifade araçlarının o gün nasıl kullanıldığını bilmiyoruz, söz ise yazılı olduğu için korunmuş; 2 Söz’ün o günün iletişiminde üstlendiği işlev bugün farklı ifade araçları arasında paylaştırılmış durumda. Bunların içinde görüntü, dans, müzik ve beden dili başta geliyor. Ama montaj da çok önemli. Yani sahnelerin art arda geliş ritmini ve biçemini bir ifade aracı olarak kullanmak ve buna olanak verecek, art arda sahneler açabilmenizi sağlayacak bir çevre düzeni oluşturmak. Çünkü sinemada montaj masasına oturup kareleri yapıştırabiliyorsunuz. Tiyatroda bunu yapabilmek için, mutlaka elverişli bir çevre düzeniniz ve farklı sahnesel uzamlarınız olmalı. Bu anlamda Murat Gülmez’in dekoru oyunun diline çok katkı yaptı. Sahne olarak İrfan Şahinbaş’ı seçmemiz de bence çok yerinde oldu. Can Atilla'nın özgün müziğinin de oyunun ses ve görüntü atmosferine çok büyük katkısı var. Üstelik eylemi öne çıkarmamızı sağlayan montaj, onun müziği olmadan çok zor gerçekleşirdi. Kısacası, biz Sofokles tragedyasında önemli özellikler olarak gördüğümüz yanları, günümüzün sahne diline aktarmaya çalıştık. Bu anlamda yazarın niyetlerine sadık kaldığımız, ama farklı bir çağda, farklı bir seyirci kitlesine seslenirken bunun gerektirdiği farklı araçlara başvurduğumuz kanısındayım. Yani ben yönetmen olarak, hiçbir şeyi atraksiyon amacıyla, çok yaratıcı reji numaraları döktürmek amacıyla yapmadım. Yazar ve oyun hakkındaki yorumuma uygun, çağın ifade araçlarını da hesaba katan, bütünlüklü bir dil yaratmaya uğraştım. Yıllardır birlikte çalışmaktan büyük mutluluk duyduğum değerli kostüm tasarımcısı Hale Eren’in çalışmasının ise bu dilin oluşmasında ayrı bir yeri var. Çünkü kostümde ve aksesuvarlarda herhangi bir hata yapmamak, stilizasyonu döneme ilişkin görsel malzemelere dayandırmak için olağanüstü bir çaba harcadı. Sonra da kostümleri benim yorumuma uygun görsel bir bütünlüğe kavuşturdu. CUMHURİYET 08 CMYK