Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Yıllar
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
19 ŞUBAT 2006 / SAYI 1039 5 Özümüzü hatırlamak Aylin Kotil Kendin kendini çal! 1.65 boylarında, 2 ayaklı, 55 kiloluk bir çalgı... Mesela siz! Tugay Başar, bedenini bir enstrüman gibi kullanarak müzik yapıyor, kendi ritmini yakalıyor. !F İstanbul Film Festivali kapsamındaki atölye çalışmasında siz de bu vurmalı çalgıyla, yani bedeninizle müzik yapabilirsiniz... Özlem Altunok olanlar, bedenlerini çalmaya başladığında hayat boyu bundan kopamayacakmış gibi bir izlenim ediniyorum. O noktada benden bize doğru bir evrilme oluyor. Bu yüzden bu eylemin, insanların hayatında sıradan bir hale gelmesini istiyorum. O sıradanlığı yakalama çabasında kişi doğduğu andan itibaren evcilleştirilen, ehlileştirilen bir bedene hapsedilmiyor mu? Kadınla erkeği bu noktada ayırmamak mümkün mü? Bunu kendi kızımdan yola çıkarak anlatabilirim belki. Kızım 4 yaşında ve o güçlü kimlik giydirme halini onun üzerinden gözlemleyebiliyorum. Beden perküsyonunun sağladığı ilişkiler ağı sayesinde insan bu kimlikleri dönüştürebilir belki. Benim ilişkimdeyse kendiliğinden akan bir süreç ve bu süreci bedenimin yaşayarak karar verdiği bir durum var. Yani burada ritmin kendisi düzenleyici bir etki yapıyor. Yani siz daha çok bedenin farkında olmaya, kendi ritmini yakalamasına vurgu yapıyorsunuz... yiz. Tabii aynı hareketle kendini dövmek, acıtmak isteyenler de olabilir. Sonuçta hepimizin içinde birikmiş öfkeler var, onların uygun bir kanaldan, kendiliğinden boşalması hiç de fena olmaz. Ne de olsa insan kendi bedeninden fazla uzağa kaçamaz... Eğer risk, kendinizin farkına “fazlaca” varmaksa, evet, bu “tehlikel”i olabilir. Kendinizi tanımanıza yardımcı da olabilir, çünkü beden perküsyonunun sunduğu öncelikle fiziksel olan bu ilişkide, çalarak, dokunarak tekrar tekrar kendi bedeninize dönüyorsunuz. Siz aynı zamanda bir müzisyensiniz de... Bir müzik aletini çalmakla kendi bedenini çalmak birbirine ne kadar benziyor? Müzisyenlerin, çalgıları için “Benim bir parçam gibi” demesi, bu süreci yaşamamış olanların algılaması zor olsa da gerçek. Sanırım müzisyenlerde nesnenin ruhunu hissetmek de İ yi huylarla ve güzel duygularla dünyaya geldiğimize inanıyorum. Yaşanılan deneyimlerle ve bize öğretilenlerle ya özümüzden uzaklaşıyor ya da ona sadık kalıyoruz. Geçenlerde bir yuvanın girişinde karşılaştığım bir işadamı bana, “Bugün ilk defa kızımı yuvaya bıraktım, ancak kapıdan ayrılamadım. Çünkü çocukların gülerek birbirlerine günaydın demelerine takıldım” dedi. Daha sonra da sırf bu seremoniyi kendi personeline öğretmek için seminerler düzenlettirdiğini anlattı. Sadece gülerek “Günaydın” demek de değil aslında uzaklaştıklarımız. Korku, çekingenlik, hakkını arayamama, kıskançlık... Bunların hepsi sonradan kazanılmış alışkanlıklar ve duygular. Tıpkı ateşte eli yanan çocuğun bir daha ateşe el uzatmaması gibi. Sanırım toplum olarak kazanılmış en baskın alışkanlığımız da acıyı iyi idare edip yönetmek. A Mutluluğu yönetmekte o kadar başarılı değiliz. Buna ilk defa Kapalıçarşı’da dolaşırken şahit olmuştum. Gülen iki kadın turiste “Kadınlara bak, nasıl da gülüyorlar!” denildiğini duyduğumda sesin geldiği tarafa baktım. Baktım, çünkü şaka belirtisi aradım. Ancak böyle bir belirtiye ne yazık ki rastlayamadım. Başkalarının gülmesinden, mutlu olmasından rahatsız olmak algılatılmış demek ki bize... Durumu iyi olan akrabamızı kıskanmak, başarılı olan arkadaşımızı sevememek, mutlu giden evliliklere inanamamak duygusu ezberletilmiş. Hatta dostumuz dediklerimize derdimizi ağlayarak anlatıp mutluluğumuzu ise “Aman nazar değer” diyerek paylaşmamak öğretilmiş. Acılarımızı muhafaza etmek, onları dert edinmek nedense bize daha süslü gelmiş. Ama mutlu olmak, huzurlu olmak suçluluk duygusuna sebep olmuş sanki. Hal böyle olunca hem kendimizi hem etrafımızı huzursuz kılmak gelenek olmuş toplumumuzda. Tabii birbirimizi alkışlamak da hayal olmuş bu durumda. Tüm bunlarla boğuşurken nahif olmaktan uzaklaşmışız aslında. İnceliklerden ve ince zevklerden kopmuşuz farkında olmayarak. Özümüzü unutabilmek için bu kadar sıkıntıya girip yormuşuz kendimizi anlayacağınız. Sonra da çocukluk hallerimize dönebilelim diye seminerlere katılıp, bizi motive edecek konuşmacılara ihtiyaç duymuşuz. Oysa ben özümüzü hatırlamanın bu kadar zor olacağını düşünmüyorum. Kendi teşhisimizi koyabildikten sonra özümüze dönecek yolu en iyi gene kendimizin bulacağına inanıyorum. aylin@kotilsarigul.com lkışlamak, ağıt yakarken dize vurmak, sevinçten el çırpmak, ayağı inatla yere vurmak... Bedeninizden ne kadar ses çıkıyor ya da siz bedeninizden bilerek, bilmeyerek hangi sesleri çıkarıyorsunuz? “KeKeÇa”, yani “Kendin Kendini Çal”, Tugay Başar’ın “Beden Perküsyonu” atölyesi. Başar, sürekli elimizin altındaki bir ritim aleti olan “beden”le kendi müziğini yapıyor, bunu sıradanlaştırarak elinden geldiğince çok kişiye bulaştırmaya çalışıyor. Üstelik bir vurmalı çalgı olarak bedeninizi her yere, kolayca taşıyabileceğinizi ve kendi müziğinizi yapabileceğinizi söylüyor. Başar’la, !f İstanbul Film Festivali kapsamında yapacağı atölye çalışması öncesinde konuştuk. Denemek isteyenler için bir başlangıç olabilecek bu adres, Beyoğlu’ndaki İndigo. Beden perküsyonu nedir? Kendi bedenini, elleri, ayakları vurmalı bir enstrüman gibi kullanarak tek başına ya da birlikte müzik yapmak, ritim tutmak. Öznenin kendini nesne yerine koyarak kendi bedeniyle ritimler oluşturması da diyebiliriz. Sizin kendi bedeninizi bir müzik aletine dönüştürme hikâyeniz nasıl başladı? Konservatuvarda etnomüzikoloji okudum, bir yandan da anaokullarında müzik eğitimi veriyordum. Enstrüman olarak blokflüt başta olmak üzere, ufak tefek diğer müzik aletlerini de kullanıyor, onlar olmadığındaysa kendimi çalıyordum. Tıpkı çocuklar gibi... Daha sonra bir seminerde Orff yaklaşımıyla tanıştım. Orff eğitimi de müzik ve hareketi kapsayan bir eğitim. Bu sayede beden perküsyonuyla da karşılaşmış oldum. Bedeni bir müzik aleti gibi çalmak ne tür yolculuklara taşıyor insanı? Yeni bir dil öğrenmek gibi diyebilir miyiz? Tahminlerin çok ötesinde bir olanaklar bütününe sahip. Konuşurken ya da yürürkenki kendiliğindenlik hali, beden perküsyonunda da oluştukça ifade olanakları artıyor. Yapmaya çalıştığım da sürtünmesizlik gibi, hareketin kendi akışını oluşturması. Yani yaşamsal... Ritme, harekete dayanan her eylemi kapsayan bir alan... Elbette beden perküsyonu sadece kendini çalmak değil, bedenle iç içe bir eylem yapıyor, bağlantılar kuruyorsunuz. Dansla, enstrümanlarla, resimle, matematikle, pek çok şeyle ilgisi var. Daha çok çocuklarla çalışmanızın nedeni, bedenlerinin yetişkinlere göre daha müdahalesiz olması mı? Çocuklarla 80’lerin başından beri çalışıyorum. Yetişkinlerle daha sonra başladım. Çocuklardaha açık olabiliyorlar, ama bu daha çok istekle ilgili, her yaşa açık bir eylem. Mesela geçen sene yaş ortalaması 70 yaş olan bir grupla çalışmıştım ve uçarak çıkmıştım çalışmadan... Tugay Başar (solda), çalışma arkadaşı Timuçin Gürer’le birlikte KeKeÇa yaparken... Fotoğraf: KAAN SAĞANAK RİTMİN DÜZENLEYİCİ ETKİSİ... Genç, yaşlı bedenler, kadın ve erkekler, farklı meslek grupları ve kimlikler... Her beden farklı tepki veriyordur mutlaka, neler gözlemliyorsunuz bu anlamda çalışmalarınızda? İnanılmaz bir zenginlik. Bir yandan herkese açık atölyeler, bir yandan da şirket programları yapıyorum. Diyelim bir mühendisle çalışıyorum; kafa farklı çalışıyor, farklı öneriler sunuyor ve anı dönüştüren, keyifli ortamlar oluşuyor... Herkes yaşadıklarıyla bağlantılı olarak farklı tepkiler veriyor. Emin olduğum şeyse şu; ritimle bağlantısı göğsünün tam ortasında Yaptığım şeyin sonuçlarına dair birçok şeyi sıralamak istemem. Herkes kendisi deneyimlesin, çünkü hareketin kendisini yaşamayı önemsiyorum, bu da insandan insana değişir. O zaman şöyle sorayım: Bedenini çalmayı bilen biriyle bilmeyen birisi arasında nasıl bir fark var? Birçok çalışmada insanlar yaygın olarak; “Rahatladım, günün stresini attım” diyor. Birlikte oynuyor, eğleniyoruz ve bunun sonucunda bazı insanlar bunu tekrar tekrar yapmak istiyor. Sonucunda kimisi hayatının düzene girdiğini, kimisi başının ağrısının geçtiğini söylüyor. Yine de bu sonuçları genellemek doğru olmaz. Sonuçta bir oyun eğlenceli olduğu kadar riskler de taşıyabilir. Mesela bedeniyle hesaplaşan ya da bedenini çalarken canını acıtan insanlar yok mu çalışmada? Beden perküsyonunun ana ilkelerinden biri dokunuştur, bu da yumuşaklığı, okşamayı ifade eder. Hatta çalışmalarımın birçoğunda kendine sarılma, kendini onaylama vb. hareketler de var. Çünkü hep başkalarının sırtımıza vurarak bizi desteklemesine izin vardır da, biz bu hakkı kendimizde görme nilen bir hal var. Ben duygu olarak bedeni de bir müzik aleti gibi görüyorum. Mesala her an, yolda, gece uyandığımda kendimi çalarken düşünebiliyorum... Eğer beden bir müzik aletiyse, siz akordu bozuk bedenleri de gözlemliyor olmalısınız... Evet, bu hareket farkındalığıyla ilgili. Alışkanlıklarından dolayı insanların bedenlerindeki sınırlandırmayı görmek mümkün. Bazıları da ruh halinden dolayı,” içi geçmiş” gibi oluyor. Bazen baktığımda “Bu beden ne çok şey yapabilir, ama kullanmıyor” diyorum. Bedenin sınırlarını zorlamanın türlü yolu var. Bedeni çalmanın bir sınırı, ucu bucağı var mı? Benimkisi zorlamak değil de, ötesine geçmek duygusu. Bedeni zorlayarak da beden perküsyonu yapabilirsiniz, ama ben olabilecekleri yapmak isterim ve umarım ki bu bir ego savaşı değildir. Atölye çalışması “Human Hambone” belgeseli eşliğinde 21 Şubat’ta 18.3021.00 saatleri arasında Indigo’da yapılacak. Ücreti ise 15 YTL. Bilgi için: ifistanbul.com PAZARIN PENCERESİNDEN Köşe yazarlarını uyarıyoruz! Selçuk Erez S on zamanlarda ulusça depresyondayız! Doğalgazı stoklayacak tesisatı zamanında yapamamış olmamız, doğalgaz satanlarla yaptığımız anlaşmalarda yediğimiz kazıklar, papaz cinayeti, Başbakan’ın çiftçiyle yapmış olduğu düzeyli tartışmalar vb.. Keyfimizin böyle azalmasının asıl sorumluları kimlerdir? Sorumlular, iyiliğimiz için bunca çaba gösteren hükümet üyeleri değil, haberleri olumlu yönlerinden ele alacaklarına, bunları kötümserliğimizin katmerlenmesine yol açacak yorumlarla irdeleyen o köşe yazarlarıdır. Bu insanların bir an önce artistliği bırakıpulusumuzu her türlü olumsuzluğun başı olan kötümserliklerden koruyacak neşeli makaleler üretmeye başlamalarının zamanı gelmiştir! Nasıl mı? Anlatalım. Eski bir Arap masalıdır: Padişahın birinin acayip bir âdeti varmış; beğendiği hatunlarla geçirdiği gecelerin sabahında bu güzelleri idam ettirirmiş. Yıllarca süren bu soykırım, sıra Şehrazat adlı yaman bir kadına gelinceye dek sürmüş. Akıbetini sezen Şehrazat, sabaha karşı bir hikâye anlatmaya başlamış: Bu öykü öyle tatlı ve öyle çekiciymiş ki hünkâr perhizi bozmuş, tan ağarırken kapıya dikilen cellatlar alışmadıkları bir buyruk karşısında şaşakalmışlar. Padişah, Şehrazat’ın zindana götürülüp o gece yeniden huzura alınmasını buyurmuş. Bu ilk Arap kadın öykücünün her gün hücresinde geçirdiği sıkıntıyı düşünün: Yazdıkları, tasarladıkları hoşa gitmese sabahı göremeyecek! Ancak bu engin sıkıntılar ona öyle bir esin kaynağı olmuş, öyle eserler ürettirmiş ki kurallar altüst olmuş, eserleri defalarca basılmış, saraylarda “best seller” olmuşlar, kralların en gaddarları bile bunları okumuş, birbirlerine tavsiye etmişler. Bir tarihte Haldun Taner’e “Nasıl yazarsınız?” diye sorduklarında, iyi havalarda, keyifliyken eser üretemediğini, ancak yağmur yağarken, neşesi kaçıkken, ortamı kasvet bürümüşken iyi yazabildiğini anlattığını hatırlıyorum. Yoğun sıkıntının, karabasanın sadece Şehrazat devrinde değil zamanımızda da iyi eser oluşturulmasına yol açacağını böylece kavradıktan sonra sayın köşe yazarlarımıza 17. yy’da yaşamış olan Gelibolulu Mustafa Ali’nin tavsiyelerini de aktarmak isterim: Mustafa Ali Efendi, “Mevaidün nefais fi kavaidi mecalis” adlı eserinde bu koşullarda hangi üslubun geçerli olması gerektiğini şöyle belirtmiştir: “..Ramazan günü, akşam namazında gemi fırtınada çalkalanıp giderken kılınan namazda imamın uzun ‘sure’ okuması, onun ahmaklığını gösterir; kaygı içinde kıbleye yönelmiş halkın sıkıntıya düşürülmesi gaflet belirtisidir!” Demek ki “Sıkıntı, mizahın anasıdır” ve yolun kısasını, kestirmesini seçerseniz, bu ortamda bile bizi neşelendiren yazılar yazabilirsiniz! Öyleyse ne duruyorsunuz? erezs@superonline.com CUMHURİYET 05 CMYK