02 Haziran 2024 Pazar English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

6 ŞUBAT 2005 / SAYI 985 5: Halil, Sabiha'ya neden âş oldu? Berat Günçıkan B ir filmi nasıl izlersiniz? Karakterlerin peşine takılıp kendi sorularınıza yanıt mı ararsınız, kameranın hareketlerini takip edip bir sahne sonra yönetmenin hangi sahneyi hazırlayabileceğini keşfetmeye mi çabalarsınız? Ya da diyaloglarda söylenilenleri değil, asıl anlatılamayanları anlamayamı çahşırsınız? Bir filmi, daha doğrusu bir sanat eserini okumak, başlı başına bir iş. Ankara Üniversitesi Iletişim Fakültesi RadyoTelevizyonSinema Bölümü Sinema Anabilim Dalı öğretim üyeleri işte bu işe soyunmuş, bir filmi konusundan oyuncusuna, kamerasından kurgusuna, ışığından müziğine hem sanat, hem politika açısından ele almışlar. Nilgün Abisel, Umut Tümay Arslan, Pembe Behçetoğulları, Ali Karadoğan, Semire Ruken Öztürk ve Nejat Ulusay'ın bu i§ için seçtikleri film, televizyonlarda sıklıkla gösterilen bir kült: "Vesikalı Yârim". Çalışma, Metis tarafından "ÇokTuhaf ÇokTanıdık" başhğıyla yayımlandı... Senaryosunu Safa Önal'ın yazdığı "Vesikalı Yârim"in yönetmeni Lütfi Ö. Akad. Çekim tarihi 1968. Yazarlar, "Vesikalı Yârim"in sanatın diğer alanlarındaki yerini de değerlendiriyorlar. Öncelik Orhan Veli'nin Küllük dergisini kapattıran şiirinde: Alnımdaki bıçak yarası/ Senin yüzünden/ Tabakam senin yadigârın/'iki elin kanda olsa gel' diyor/ telgrafın/Nasıl unuturum seni ben/ Vesikalı yârim? Burhan Arpad bu şiir üzerine bir roman yazıyor: "Alnımdaki Bıçak Yarası". Edip Akbayram'ın şarkısı, Orhan Pamuk'un Kara Kitap'ta filmden esinlenerek oluş "Vesikalı Yârim" Yeşilçam'ın kült filmlerinden. Aşkın/ arzunun imkânsızlığını anlatıyor. "Çok Tuhaf Çok Tanıdık" ise bu filmi seyircinin gözünden kaçan ayrıntılarıyla inceliyor. Gelenekselle modernin, kadınla erkeğin zıtlığını gösteriyor. turduğu metin de "Vesikalı Yârim"den esinlenmeler taşıyor. Peki "Vesikalı Yârim" neyi anlatıyor? Kitabın yazarları tek bir cümleyle yanıtliyorlar bu soruyu: Aşkın/ arzunun imkânsızlığı. Konsomatris Sabiha (Tiirkan Şoray) ile manav Halil'in (Izzet Günay) aşkıdır imkânsız olan. Halil bir ak§am arkadaşlarıyla birlikte gittiği pavyonda ta nıştığı Sabiha için evini, eşini, çocuklarını, dükkânını bırakır. Ancak, evli olduğunu Sabiha'ya bir türlü söyleyemez, Sabiha da arkadaşından öğrendiği bu gerçeği Halil'le paylaşamaz. Halil, Sabiha'nın bir müşterisini bıçaklayıp cezaevine girer. Sabiha çıktığında evine döneceğini varsayarak hapisteyken arayıp sormaz. Oysa Halil döner ve onu bıçaklar. Sabiha sevgilisıni "Bıçağı ben kendime yanlışlıkla sapladım" diyerek korur. Hastaneden çıktığında Halil'e gider. Dükkânında babası ve çocuklarıyla birlikte çalıştığını görünce kendisi için "vuslat" diye bir şeyin olmadığını görüp, çeker gider... 'ASIL ŞİMDİ YIKTI BENİ...' "Çok Tuhaf Çok Tanıdık"ın yazarları filmin iki repliği üzerinde duruyorlar. Biri Sabiha'nın Halil'e söylediği "Çok eskiden rastlaşacaktık", diğeri Halil'in btçakladığı Sabiha'nın kendini kendini bıçakladığını söylemesinden sonra fısıldadığı "Asıl şimdi yıktı beni..." tlk cümle imkânsrzı "çok geç" ve "keşke" ile vurguluyor, Sabiha'nın vesikalı, Halil'in evli olmadığı bir zamanda bu aşkın olabileceğini savunuyor. Yazarlara göre filmin bir melodram olması da böylehkle sağlanıyor. "Asıl şimdi yıktı beni..." ise Sabiha'nın Halil'in fantezisi olmaktan çıktığını gösteriyor. Kendisine pavyonda umursamaz davranan, şuh kahkahalar atan, baştan çıkarıcı Sabiha artık bir sevgi nesnesi, dahası "fedakâr bir anne". Bu cümle filmi melodramdan bir trajediye taşıyor. Film, artık bir "Oedipus hikâyesi" olarak da okunabiliyor. Halil'in babasıyla olan "sözsüz" ve geleneğin babaya teslim edildiği ilişkisi, karısının ancak filmin sonunda, yani adam evine döndüğünde gösterılmesi, uzun sessizlikler, uzaktan bakmalar ve elbette ki şarkısı (Kalbimi kıra kıra) da yazarların filmin yapısına ilişkin üzerinde durdukları ayrıntüar... Yazarlara göre Sabiha'nın filmin sonundaki belirsiz yürüyüşüne kendisi de artık bir kamera olan seyirci şöyle bakabiliyor: O her yere gidebilir, her şeyi yapabilir... Lacan okumuş seyirci ise şu cümleyi kuruyor: "Erkeğin fantezi çerçevesinin dışında kadın yoktur". Akad'ın filmin sonunda "vesikalı"yı "kötü" göstermekten kaçınması, onu olumsuzlayarak dışarıda bırakmaması ise seyircinin huzurunu kaçırıyor. Çunkü yönetmen kendisine "Artık ne içerisi huzurlu, ne dışarısı" diye sesleniyor. Yazarlara göre "Vesikalı Yârim" gerçekçi bir melodram. Ancak bu filme sadece bir "imkânsız aşk filmi" olarak bakan seyirciye bir uyarıları var: "Filmin değindiği toplumsal hikâye Türkiye modernliğine dair bir hikâyedir. Türkiye modernliğinin imkânsızlığı, Sabiha'nın aşkın knkânsızlığına dair sözüne (çok eskiden rastlaşacaktık) aktarılır. Bu sözde bir olasılık saklıdır, 'keşke'lerin çok eskiden olsaydı doldurulabileceğini söylerken, aynı anda buruk bir kabulleniştir. Tüm arzu ve umutların sadece olasılığına razı olan bu söz, olasılığı belirsiz olanı, tanımlanamayanı, bilinemezi içinde tutar; Türkiye modernliğinin kendisi gibi..." • ». r Filme dair söylenenler Kitabın yazarları, yönetmen Lütfi Ö. Akad ve senarist Safa Önal'la da konuşmuşlar. İşte Akad ve Önal'ın filme dair söyledikleri: J.ÜTFİ ö . AKAD • Genel çalışma tarzından farklı bir şey değil. Yani cambazlık yok, sade bir anlatım var. Ayrıca güzel bir filmdir. Ben filmlerime tarafsız bakabilirim. Kurguda acımasızca kesebilirim, resimlerin uzunluklarına acımam. Başkası çevirmiş gibi seyredebilirim. Sevdiğim bir filmdir. • Yalnızlık duygusuydu oradaki (filmin sonu için söylüyor). Zaten Sabiha oraya gittiği zaman yeniden bir bağlantı kurmak filan değil, bir özlem... Hani mezarlık ziyareti gibi bir gidiştir o. Onun gibi bir şey... • ...Filmi seyredin, dokunuyorsa size, kalbinize dokunuyorsa o kadarla yetinin. O güzel bir şey. Ama didiklediğiniz zaman filmi bozarsınız... SAFA ÖNAL • ...Yani Türkan Hanım (Şoray) bende aşı gibidir. Türkan Hanım'a kötü yazmama imkân yoktur. Ona senaryodan otuz bir sahne okudum, ağladı, fırladı gitti... • Bizim filmlerimiz mutfaktan geçmez. Vesikah Yârim'de adam getirdi, açtı, babadan öyle görmüş çünkü o. Onun sınıfı öyle alır, toptancı... Açtı, yerleştirdi. Sabiha "Burası ev oldu, burası barınaktı, şimdi ev oldu" diyor. Halil ıhlamura kadar ahyor... • Lütfi Abi, gizli sıtmadır. Yani duyarlılıklarını kapamayı sever... OSMAN BAHADIR [email protected] &D yıl önce muallimler bulunmazsa, musiki tedrisi nihayet şimdiki gibi uydurma, hissiz neşidelerin çocukların boğazrnı yırtarcasına boğmasından başka bir netice vermez. Şimdiye kadar mekteplere mahsus olarak bestelenen musiki parçalarının ne terbiyevi (eğitimsel) kıymeti var? Bunlar ya şark usulünde bestelenmiş, yahut frenk musiki parçalarından adapte edilmiştir. Bunların bestekârları çocuk anatomisine vâkıf değildirler. Çocuktaki savti (sesle ilgili) kabiliyeti bilmezler, onun için yaptıklan şeyleri yavrularımız bir türlü iyi okuyamazlar. Herhangi bir musiki parçası, herhangi bir halk kitlesine heyecan vermez, onu ya güldürüp ağlatmaz, ya bir gönül alçaklığıyla sükuta sevk etmez, ya sıçratıp ya şevklendirip ateşe koşdurtmazsa, onu terbiyevi bir vasıta olarak nasıl kuUanabilirsiniz? Halbuki garbda musiki, zevkin, insani duyguların hatta ahlaki vicdanın kuvvetlendirilmesinde en kudretli bir telkin kabiliyetini taşıyor... Garbda mekteplerde çocukların hep bir ağızdan koro halinde taganniJerini (makamla okuma) dinleyenler duydukları vecdi unutamazlar. Ora mekteplerinde musiki hem ibadet, hem zevktir. Biz de artık laik cumhuriyetin nimetleri getirilmiştir. Arnavutlar bile daha bizim idaremizde iken rasyonel bir Arnavut musikisi vücuda getirmeye çalışıyorlardı! Mekteplerimize gelince; artık soğuk, manasız neşidelerle çocuklarımızın körpe boğazlarını zorlamayalım. Böyle bir musikinin terbiyevi tesiri olmadıktan başka, çocukların sanat zevkini de uyuşturmak gibi bir zaran da var. Şu halde ne yapalım? Mekteplerde gına (şarkı, türkü) dersini büsbütün kaldıralım mı? Çocuklara "hey gaziler"i, "Sivastopol"ları yahut o neviden küçük, hakikaten halktan doğan milli parçaları öğretmekle şimdilik iktifa edelim (yetinelim) diyeceğim. Bir de şimdiye kadar bestelenen mektep neşideleri içinden adamakıllı bir seçme ile birkaç parça ayıralım, notalarını neşredelim. Fakat ne yazık ki, musiki muallimlerinin yüzde sekseni notaya da vâkıf değildir. îstanbul'un muhtelif semtlerinde, Anadolu'nun birkaç büyük şehrinde teşekkül eden musiki cemiyetlerinin halk üzerinde hiçbir terbiyevi tesir yapmadığını görüyoruz. Çünkü onların hâlâ yaptıklan çoktan tefessühe (çürümeye) yüz tutmuş bir naaşı hortlatmaya çalışmaktır. Asri (çağdaş) bir millet olmamız için asri bir Türk musikisi de vücuda getirmemiz lazım. Kazıtn Namî 15 Temmuz 1925 Mekteplerde Musiki ...Sağdan soldan birçok tarizlere (dokundurmalara) ve hücumlara uğrayacağımdan korkmaksızın diyeceğim ki, bizde musiki, kurunu vustai (ortaçağa özgü) şeklinden kurtulamamıştır. Daha ileri gitmiş sayılmazsam, heyecanlarını pek basit bir şekilde ifade eden halk musikisini bir tarafa bırakırsak, bizde musiki yoktur diyeceğim... Memleketimizde piyanolar vasıtasıyla garb (batı) musikisi epey zamandır bir mevki kazanmaya çalışıyor. Fakat bu nihayet yine îstanbul'da yahut Izmir gibi bir iki büyük şehirde, hem de yine sayısı bine varmayan asrileşmiş fertlere hitap ediyor. Onun için amatörleri az olduğu kadar, herhangi bir garb memleketinin en naçiz bestekârları derecesinde garb musikişinaslarımız da yok. Büyük garb şehirlerinden bazılarının konservatuvarlarında yetişen birkaç gencin nasıl hasud (çekemeyen) nazarlarla karşılandığı, hizmetlerinin ne kadar takdirsizliğe uğradığını görüp dururuz. îkisi de Türk'e yabancı olan şark (doğu) ve garb musikileri bu halde ıken, mekteplerde musiki dersine verilen kıymetin neden ibaret olacağı kolayca anlaşılır. Programlar ne kadar mükemmel olursa olsun, onlara göre tedrise (eğitime) kabiliyetli meyanında (çerçevesinde) ilme müstenit (dayalı) bir Türk musikisinin doğmaya başladığını görmek isteriz. Garb konservatuvarlarında yetişmiş gençler, Anadolu'nun içerilerine gönderilerek, toplayacakları mahalli melodilerden yeni milli besteler yaratabilirler. Bu ilk adım şüphesiz bize büyük şaheserler (başyapıtlar) veremez, fakat rasyonel bir Türk musikisine iyi esaslar kurar. Gelecek nesiller o esaslara dayanarak üstatlığa yükselecek musiki dâhileri yetiştirebilir. Bugün için yapılacak ilk iş budur. Ben hem şark, hem garb musikilerini tedris ettiğini söyleyen Darülelhanımızın (Darülbedayi'nin müzik bölümü, o.b.) ara sıra alaturka, alafranga konserler vererek kazandığı bravolarla bir iş yaptığını kabul edemiyorum. Sakın Darülelhan'ın aleyhinde bulunduğuma hükmedilmesin. Yalnız bu müessese yaşamak istiyorsa muallimlerden en değerlilerini Anadolu'ya göndererek dediğim yolda çalışsın. Bugün bir Ermeni musikisi varsa, ancak bu usulde yürümekle vücuda
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle