Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Yıllar
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
İrfan Yalçın
Karanlıkta koşuyorsun. Arkanda homurtular. Korkacak bir şey yok, diyorsun kendi kendine. Karanlıkların içinde bir hayal kımıldıyor. “Sen gene
kimin peşine düştün?” diyor alaylı bir ses. Nilüfer’in sigaradan kısılmış, erkeğimsi sesi... Yanında koşuyor Nilüfer. Ponponlu, pembe terlikleri var
ayağında. Gecelikle, çorapsız! Yüzü ne kadar genç! Kömür gözleri ateş saçıyor gülerken. “Kurtlar peşimde,” diyorsun. “Öyküyü bitirmeliyim, bitir-
mek için Mine’yi bulmalıyım...” diyorsun.
Durmalı bir yerde o kız. Yol sapağına geldiğine göre! Karar vermeli ne yanı, neyi seçeceğine... Yaşamak istiyorsa... Mutlu olmak istiyorsa...
“Mutlu olmak, mutlu olmak!” Sesin yankıyor gecenin içinde. “Tünelden çıktığında bulursun onu,” diyor Nilüfer. Boğazına bir şeyler tıkanıyor.
“Uyansam, ah uyansam!” diyorsun. Karanlıklar koyulaşıyor. Nilüfer eriyip kayboluyor. Bir başka ses mırıl mırıl kafanın içinde. Kocanın sesi! Nere-
den çıktı? Ölmemiş miydi o?
Yatağın kenarına oturmuş, ellerini uzatıyor. “Beni kurtar!” diyor. Avuçlarını açıyorsun, ilaçlar dökülüyor yere, su bardağı elinden düşüp kırılıyor.
Cam parçalarını yerden toplamak, ilaçları avuçlarına almak... “Hurşit su getir, çabuk, çabuk!” diye bağırmaya başlıyorsun. İlaçlar onun çekmecesin-
de değil miydi? İçebilecek mi? Avuçlarındaki bu renkli kapsüller, senin uyku ilaçların değil mi? Havada yüzer gibi, yavaş, çok yavaş geliyor Hurşit.
Neden koşmuyor? Neden yaklaşacağına uzaklaşıyor? “Kurtlar daha da azıtacaklar şimdi!” diyor biri. Yazar’ı görüyorsun. Uçar adımlarla geliyor.
Hep böyle yürür o. Yaşamı, ölmeden yitirmiş. Kendi inançlarının denizlerinde yüzen biri. “Kırkkk!” diye gülüyorsun. Kaçıyor; ürkmüşçesine, telaşlı...
Kaçarken bağırıyor: “Yaz!” diyor. “Yaz! Yaz! Yaz artık!” Ve işte İlhan Cemal ve işte Jones İstvan! Senden uzaklaşan, senin uzaklaştırdıkların... “Sen
kimseyi sevemezsin!” diyor bir ses, “Kendinden başka!” İlhan Cemal mi, İstvan mı, Yazar mı? Belki de kocan!
Kurtların sesi yoğunlaşıyor sırtının gerisinde. Hırıltılar, kısık havlamalar, insan sesine benzer garip gülüşler... Kuşatıldın! Kurtuluş yok! Kanlı gözleri
öfkeyle fırlamış, salyalar akıyor ağızlarından. Doymak bilmeyen iştahları ile saldırmaya, parçalamaya hazır. Kaçmak? Olanaksız. Ayakların yere
yapışmış, asfalt eriyor tabanlarının altında. İmdat istemek için ağzını açtığında sesin çıkmıyor. Boğulmuş gibisin.
Uyanıyorsun. Soluğun tutulmuş. Çarpıntılı. Ağzını alabildiğine açarak derin soluklar alıyorsun. Çarpıntı yatışıyor. Ter içindesin ve korkulu.
Güç olan, sabah uyanmak. Uyku ilacının etkisi ile uyuşup derinlere kaçan acıların aydınlıkla beraber uyanması. Kötülüklerin, su yüzüne çıkan sivri
kaya parçaları gibi, belirip büyüye büyüye yaşamını kapladığı ilk saatler...
Gözlerini kapıyorsun. Gözkapaklarının altına boz bir ışık sızıyor. Uyku ile uyanıklık arasında sallanıyorsun. Gün, ışımak üzere. Gene bir sabah
başlıyor...
peride
Aklına ilk gelen: Bugün de yaşıyorum! Yaşadığına pişman gibisin. Kafanın içi karmakarışık. Elinden düşen bir yumağın birbirine girip düğümlenen
ilmekleri! Onları toparlayıp güzelce bağlayarak... Bugün yeniden yazmaya başlamalısın ikinci bölümü: Mine, İlhan Cemal ile gazetenin büyük
salonuna girdiğinde...
Ahşap bir konağın dökülen odalarından biri. Karşılıklı iki hantal tahta masa. Pencere yanında. Masalardan birinde, Amerikan komedilerindeki
“jeunes”lere benzeyen, güler yüzlü, gözlüklü, genç bir adam oturuyor.
Kızın, kendini beğenmiş dergi sahibinden sonra Babıâli’de gördüğü ilk güler yüz.
Yatakta bir yandan öbür yana dönüyorsun sıkıntılı. Yeniden uyumak, rüyasız... Ayaklarını, kollarını iki yana açıp kendini bırakarak hafiflemeye
çalışıyorsun. Avuçların sızlıyor. Uykuda yumruklarını sıkmaktan avuçlarında tırnak izleriyle uyanıyorsun sabahları. Yanaklarında, başını hırsla
gömdüğün yastıkların derin kat çizgileri... Gözlerin hep öyle kapalı. Dudaklarında alaycı bir gülüş: Tırnaklarımı kesmem gerekiyor. Tırnaklarım,
dişlerim, saçlarım, gözlerim! Ağzının içi protezlerle takır tukur. Saçların aklaştı, dökülüyor. Artık gözlüksüz okuyup yazamaz oldun.
Altmış yaşındayım! Her zaman olduğu gibi şaşıyorsun altmış yaşında olmana. Kocam öldü. Olanları unutmaya çabalıyorum. Unutmak istediğim
bütün yaşamım. Öykümü bitirmeliyim. Bitirince bu evden taşınacağım. Değiştireceğim bu semti; evi, eşyaları, her şeyi. Bir köşeye saklanıp unu-
tulmak, unutmak kendimi! Yaşlanıp bunamak Nilüfer gibi. Teyze kızına bakarken beş yıl, on yıl sonra kendini görür gibisin. Birazdan makinenin
başına geçip... Yazmak istemiyorum... Mine’yi istediğim gibi yaratamadım. İstediğin ne, geçmişi saptırmak değil mi? Kendi geçmişini? Mine’yi, kendi
yolundan başka bir yola sürmek... Öyküde bile olsa onunla beraber ikinci bir yaşamı seçebilmek...
Nilüfer, “Kendi yarattığın yalnızlığın yüzünden kapkara bir insan olup çıktın,” diyor.
Aldanıyor Nilüfer. Yalnız değilim ben. Bir yazarın yalnızlığı kalabalığın içinde başlar, masa başında biter. Çünkü masa başında bir kişi değil, bin
kişi ile çevrilidir. Düşünceleri ve her biri biraz da kendisi olan çeşitli kişilerle. Orada, kalabalık kendisindedir artık.
Nilüfer, “Bu kez tuzağa düştün,” diyor. “Geçmişi böylesine yoğunlaştırarak düşünmek, seni yok edecek sonunda. Daldığın karanlığın içinde boğu-
lacaksın.”
Haklı. Anıları belirsizleştiren, saptıran karanlıkta; geçmiş zamanın içinden uzanan sevdiklerin, sevmediklerin örümcek kolları ile sarıyorlar seni.
Kıstırıldın köşeye. Satırların arasında tutamıyorum kızı. Ben onu götüreceğime o beni sürüklüyor istemediğim yanlara. Evet, yazmalıyım. Yazmak
istemiyorum... Makinenin başına geçip...
Gözlerini açıyorsun içini çekerek. Neden, diye soruyorsun kendi kendine. Divandan yere kayan örtüleri çekiyorsun üzerine. Evet, neden? Kendinden
korktuğun için mi? Kurtlardan mı yoksa?
Başını kaldırıp dinliyorsun: ev sessiz. Caddeden geçen tek tük arabaların lastik hışırtıları... Hurşit daha gelmemiştir. Hurşit gelecek miydi bugün? İzin
günü değil mi onun? Nilüfer gibi unutmaya başladın. Her şeyi yüzüstü bırakıp yolculuğa çıksam, kaçsam, kimselere haber vermeden. Bir Fransız
düşünürü, “Romancı için en uzun, en heyecanlı yolculuk, odasında, masasının başında eline kalemi aldığı zaman başlar,” demiş. Kalk, makinenin
başına geç. Notlarını toparla, romanın kişileri, düşünceler, olaylar, anılar, bütün yaşamın! Başın yastığa düşüyor yorgun, doğal bu. Yazar için yazı
yazmak yaşamak olduğuna göre! O küçük inilti, yorgunum. Çok! Çok! Çok! Kendi sesin! Dikkat et! Kendi kendine konuşmak, kocamışlık işareti değil
de nedir? Kulaklarındaki uğultu diniyor. Birdenbire, dış dünyayla uyum sağlayan tam bir sessizlik. Seviniyorsun. Sessizliği tutmak, bütün düşün-
celerden koparak... Bu dağınık kafayla makinenin önüne oturamayacağına göre... Gözlerini kapıyorsun yavaşça. Boş ver, o kızın peşinden koşma.
Nilüfer alay ediyor: Kızın nereye gideceğini, ne yapacağını biliyormuş o. “Bırak yakasını, istediğini yapsın,” diyor. “Tutma, onu tutma.” Küçük Hoca
da katıldı oyuna. Mine’ye sahip çıktılar. Bir roman kahramanını aralarında canlı tutmak hoşlarına gidiyormuş.
Saçma, küçültücü üstelik. Arkandan seninle alay edip etmediklerini bilmiyorsun. Li., yaklaşıp oturuyor karşına. Sinirli, bacağını sallıyor yavaştan.
Önemli şeyler düşündüğü, düşüncesini açıklamak istediği zaman tedirginliğini saklayamaz. Oysa görünüşü sakin. Dost gözlerinden taşan sıcak, ince
bir gülüş; kırlaşmış sakalların arkasında saklamaya çabaladığı zayıf yüzünü aydınlatıyor. Yorgun göz altları, gür kaşlarını ikiye bölen derin çizgiler.
celal
kitap
o
h
2
edebiyat belleğimiz
9
25 Aralık 2025

