29 Nisan 2024 Pazartesi English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

MURAT ÇELİK’TEN EVE DÖNMEYEN HAYVAN ‘Kusura İnanıyorum’ Murat Çelik’in sözcükleri yan yana dizilirken özgün bir uyum gösteriyor. Yazarla yeni kitabı Eve Dönmeyen Hayvan’ı, dil ve anlatım tercihlerini konuştuk. EYLEM ATA GÜLEÇ İlk kitabın İhtimal Cüce (2013) ile yeni kitabın Eve Dönmeyen Hayvan arasında altı yıllık bir süre var. Bu sürede Taşra Bitki Örtüsü ve Parseller, Planlı Yapılmadık ve Epey yayımlandı. Çeşitli dergilere emek verdiğini de biliyoruz. İlk kitabından bugüne yazın serüvenin, kaleminin geçtiği eşikler, kitapların yayımlanmasında yaşadığın güçlüklerden söz eder misin? Şiirlerin (dergilerde) değil ama dosyaların yayımlanması her zaman zor oldu. Şiir kitaplarının yayımlanmasının güçlüğünden değil de belki benim yazdığım şiirden kaynaklanıyordur, bilemiyorum. Öyküde tam tersi yaşandı. Dergilerden ret yedim. Neyi fazla yaptığımı, neyi eksik bıraktığımı biraz da bu sayede gördüm. n Ölü Kelebekler Evi başlıklı 5. numaralı parçada “Şiiri terk etmen gerekir. Şiir yaz ma alışkanlığı edinmişsen, sözcük birimli, imge kafalı olmuşsan şiiri terk etme vaktin gelmiştir.” diyorsun. Buna karşın Eve Dönmeyen Hayvan şiire yaslanan öykülerden oluşuyor. Şiiri terk etmek zor, değil mi? Şiire yaslanan demeyelim de şair kişi’nin gözlemleri, kaydettikleri daha uygun. Alışkanlık haline dönüşmüşse, dizeyi, şiiri, mimariyi kurma biçimi kendini yenilemiyorsa, aşma girişiminde bulunmuyorsa pekâlâ terk edilebilir, edilmelidir. Birbirinin aynı yüzlerce şiir yazmak sanat eseri meydana getirmekten çok bir ifade, iletişim durumudur. Günlük tutmakla eş değerdir bana kalırsa. Yaş gelir, kalem asılabilir. n Metinlerinde sözcük dizilişinde kendine has bir uyum var. Pürüzlü bir uyum hali, uyumsuzluğu işaret eden bir ritim de diyebiliriz. Yakından bakınca bazı yerlere takılıyor insan. Örneğin, “Gözlerine bakamıyor tam, kıvır saçların da örtmüş yüzünde.” Deneysel metinlere pek yüz vermeyen edebiyat ortamını da göz önünde bulundurarak bu cümlenin neden başka şekilde yazılamayacağı hakkın da söyleyeceklerini merak ediyorum. “Kıvır saçlarının örttüğü gözlerine, yü züne tam bakamıyor.” Bu cümleyi böyle de kurabilirdim ama bu cümleyi böyle herkes kurabilir. Anonim anlatıcı olmak istemem, anlattığım hikâyenin akılda kalıcılığı, yarattığı atmosfer yahut iyitanıştılırmışkarakter beni tatmin etmiyor. “Nasıl”a çalışıyorum, belki pürüzlüdür dediğin gibi, belki de üslup taşması yaşanmıştır ama zaten “kusur”a da inanıyorum. RITMI OLAN METINLERI SEVIYORUM n Peki, bu “nasıla çalışmayı” biraz açar mısın? Tasarı, kurgu, yazmak ve bozmak Murat Çelik’te nasıl işliyor? Belki biraz okumalarından, besin kaynaklarından da söz edebilirsin. Hikâye bulmak zor değil, öyküye dönüşebilecek anlara, parçalara karar vermek gerekiyor, sonrasında da bunları birbirine teyellemek; bu birinci yöntem. İkincisiyse hikâye ile gezinmek, yazacağım zamana değin o filmi tekrar tekrar göstermek, yazma zamanını tam kestiremiyorum, taslak oluşturursam, hacimli notlar alırsam o hikâye ölür, asla dönemem. Ritmi olan, sese yakın duran, hızlı metinler okumayı seviyorum. Kendi tarihinin karanlığına girme cesareti göstermiş, oradan çıkabilen yazarların eserlerini de önemsiyorum. n Söyleşi yaptığım yazarlara sorduğum bir soru var: Güncel kültürel üretimler ülkenin yakın geçmişinde yaşanan olayları pek konu etmiyor, görmezden geliyor gibi. Edebiyat politik olmamalı mı? Biriktirme ve içselleştirme sorunu olabilir dediğin şey. Sosyal medya kullanıyoruz, öfkemiz birikmiyor, oraya yazıp kurtuluveriyoruz. Politik olmamak imkânsız ama kariyer planları da olabilir bazı kalem sahiplerinin. Muktedirlerle ve onların gölgesiyle mutluların talihi bugün yaver gider, yarın’ı bilemeyiz. Edebiyat politik olmalı mı? Ben Mustafa Irgat’a katılıyorum: “politika et ve kemiğimdir”. n Eve Dönmeyen Hayvan / Murat Çelik / Everest Yay. ÖZGÜR ÇIRAK’TAN ‘SICACIK BİR EV’ Saksıya kendini diken insan Sıcacık Bir Ev, özenle seçilmiş sözcüklerden oluşmuş kusursuz dili ve güçlü anlatımıyla, karmaşanın ortasına, kendiliğinden açan papatyalar ve karanfiller bırakıyor. BERNA DURMAZ Son yıllarda bitmeyen inşaatlar, çamurlu caddeler, havada asılı duran toz bulutu ve yanımızdan son sürat geçen kum yüklü kamyonlar şehrin sokaklarında olduğu kadar öykü ve romanlarda da daha sık karşımıza çıkmaya başladı. Ortega y Gasset’in sözünü ettiği zamanın ruhu, şehirlerin karmaşası karşısında sıkışıp kaldığımız daracık alanlarımızda yakalıyor bizi. Bundandır giderek daha çok yalnızlaşan, kendine, şehre yabancılaşan insan ya akvaryumda bir balık gibi görüyor kendini ya da bir küçük duvar taşına tutunan yosun gibi hayata tutunuyor. Özgür Çırak’ın Sıcacık Bir Ev adı altında toplanan öykülerinin yatağını oluşturuyor şehrin insana yaşattığı bu haller. Zamanın ruhu Özgür Çırak’ı da sobelese de o bir çocuk muzipliğiyle kurtarıyor öyküyü kasvetten. Adını edebiyat dergilerinde sıkça gördüğümüz Özgür Çırak, Kemal Tahir Bir Fırtına Dindi ve Tarık Buğra Romanını Arayan Adam isimli iki biyografik romanın ardından, uzun bir süredir yazdığı öykülerini Sıcacık Bir Ev adı altında bir araya getirdi. On iki öyküden oluşan Sıcacık Bir Ev, insanların dışarının kötülüğünden kaçıp sığınmak istediği bir yer hayalini bu isimle duyuruyor. Gün boyu ve bazen geceleri evinden uzak, atölyede, fabrikada, lokantada, inşaatlarda çalışan şehir insanının bu hayatının katı ve acımasız gerçekliği karşısında yazarın gerçeküstü dokunuşları aşılabilir kılıyor tüm zorlukları. Kitapla aynı adı taşıyan öyküde, iki restoranda birden, birinde sadece bir sefer tası yemek karşılığı, o da küçük kızı için, çalışan garsonun saçlarında papatya ve karanfiller çıkıyor örneğin. “Gelip birisi koparıyor kaşla göz arasında.” Koparmasalar bir demet çiçek götürebilecek evine. Götüremiyor. İş dönüşü, elinde bir tas yemekle döndüğü evinin penceresindeki saksıya kendisini ekiyor garson. ÖLÜM ANINI BEKLERKEN Ev, sıcacık bir ev oluyor böylece. Böyle olunca dışarısı biraz daha soğuyor sanki. Çünkü dışarıda ölüm var. “Ölü” öyküsünde, boyamak istediği duvarın önündeki derme çatma iskeleden az önce düşmüş inşaat işçisi yüzükoyun yatıyor yerde. Pantolon cebini titreterek uzun uzun çalıyor telefonu. Başında bekleyenlerden kim açacak telefonu? Nasıl söyleyecek aradığının artık yerde yatan bir ölü olduğunu? Ölüye bakanlar arasındaki Berber Halil, “Belki de diyor, hepimiz ölüyüz, bu dünya da bizim cehennemimiz.” Aksi kanıtlanamıyorsa bu böyle Berber Halil’e göre. Taşeron öyküsünde ise bu kez bir tank temizleme işçisi, rafinerideki patlamada birden havaya yükselmiş, tıpkı siyah bir market poşeti gibi gökte süzülmüş, yukarıdan bakıyor Aliağa’ya. İşçi Yusuf’un evi, boyasız bir evin üçüncü katında. Evinde karısı çocukları... Sıcak evinin özlemiyle, rüzgârını yitiren bir poşet nasıl düşerse öyle, boşluğa dolana dolana, sindirerek ve hiç incitmeden düşecektir Yusuf, evine doğru. Giderek hayat, o korkulan anın, ölüm anının gelmesini beklediğimiz bir zamana dönüşüyor öykülerde. Bekleyiş tıpkı “Yosun” öyküsünde olduğu gibi bir taşın üzerine yosun olup tutunma isteğine dönüşüyor. Memur hayatından sıkılan Naim, hayata, şehre, insanlara, taşların arasından bakmayı yeğliyor. Bir sokak duvarının yağmurla yıkılışındaki trajediyi kendi olası yıkılışına benzetiyor ve sonu geciktirmek, belki de değiştirmek için bir yosun gibi tutunmak istiyor hayata. Dışarıdaki dünya bu kadar cehennemken öykülerdeki gerçeküstü anlatım soluk almak, çıkış yolunu bulmak için bir koridor açıyor okura. Sıcacık Bir Ev, bir ilk öykü kitabı olmanın ötesinde, özenle seçilmiş sözcüklerden oluşmuş kusursuz dili ve güçlü anlatımıyla, karmaşanın tam ortasına, kendiliğinden açan papatyalar ve karanfiller bırakıyor. n Sıcacık Bir Ev / Özgür Çırak / Nota Bene Yay. / 88 s. / 2019. 10 11 Temmuz 2019
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle