23 Kasım 2024 Cumartesi English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Koleksiyoncunun metrobüs maceraları ‘Obsesyon’, Türkçeye ‘takıntı’ diye çevrilebilecek bir kelime ve sıkıntı yaratan fakat saçma olduğu bilindiği hâlde bir türlü aşılamayan fikir şeklinde tarif ediliyor. Takıntılı, obsesifkompülsif bozukluğu olan kişiler de ‘toplama ve biriktirme’ özellikleri ile tanınıyor. Koleksiyoncuların obsesif, yani takıntılı kişiler olduğunu söyleyebiliriz. Müzik eleştirmeni Naim Dilmener’in ilk romanı “Obsesyon”un kahramanı Selami böyle biri. N aim Dilmener’in Obsesyon’daki ana karakteri Selami aslında bir antikahraman. Koleksiyonu için işini, eşini ve çocuğunu terk etmiş. Bir başka bakış açısıyla söylersek koleksiyon merakı, iş ve aşk hayatının bitmesine neden olmuş. Selami, Avcılar’da plaklarla tıka basa dolu bir dairede oturuyor. Zaten karısının kızını alıp evi terk etmesinin nedeni de bu koleksiyon. Koleksiyon evde hareket edecek hiç yer bırakmayınca kadın kocasını terk edip annesine sığınıyor. Çünkü koleksiyonun kendisinden de, çocuğundan da değerli olduğunu düşünüyor. Haklı. PLAKLARIN PEŞİNDE Selami tamamen yalnız biri. Dostu, arkadaşı yok. İnşaat mühendisliğini bırakmış, kendini koleksiyonuna adamış. Dev bir koleksiyon yapmış. Eksik kalmış nadide parçaların peşinde koşuyor, sahafları araştırıyor. Bir film ya da TV programında ihtiyaç olduğunda aranacak, görüşü alınacak kadar da bu alanda meşhur. Edebiyat tarihinde saplantılı koleksiyoncuları konu alan birçok önemli yapıt var. Bunlardan benim ilk aklıma gelen John Fowles’un 1963 tarihli Koleksiyoncu’su (Ayrıntı Yay.). Fowles, bir resim öğrencisine âşık olup kaçıran ve onu evinde hapsederek koleksiyonunun en nadide parçası olarak saklamaya çalışan bir kelebek koleksiyoncusunu anlatır. William Wyler 1965’te, romanı sinemaya uyarlamış ve Oscar’larla ödüllendirilen çok etkileyici bir yapım ortaya çıkmıştı. Romanın Türkçesi “kendimize göre haklı olan bir tutku adına yapabileceklerimizin ikna edici ve masum bir anlatısı” diye tanıtılıyor. Obsesyon’u da bir boyutuyla aynı cümlelerle tanımlayabiliriz. Zira nadide bir plağı ele geçirmek için Selami’nin yapmayacağı şey yok. Bütün servetini verebilir ya da en akıl almaz suçları işleyebilir. Naim Dilmener’in koleksiyoncu anti kahramanı Selami, Sezenak Su’nun Çince okuduğu söylenen 45’lik plağının peşinde. Buradan bir gerilim çıkabilir, çok güzel bir polisiyeye de ana fikir olabilir. Hele işin içinde cinayet de varsa. Ama Naim Dilmener sadece bu olaya odaklanmıyor. Bu olay, romanın vesilesi oluyor ama onun esas odak noktası kendi ifadesi ile “Dünyanın gidişatı”. Dünyanın olmasa da Türkiye’nin gidişatını İstanbul örneğinde ayrıntılı ve hayattan örneklerle ele alıyor. 2010’lar itibariyle İstanbul’daki gündelik yaşamın bir fotoğrafını çekiyor, azınlıklara davranıştan çarpık kentleşmeye hemen her konuda görüşler ileri sürüyor. Okur olarak biz ne kötü hâlde Naim Dilmener olduğumuzu bir kere daha idrak ediyoruz. Selami, Avcılar’da oturuyor ama en yakın sahaf Bakırköy’de, sahafların çoğu ise Beyoğlu’nda. Bu da sık sık uzun yolculuklar yapması anlamına geliyor. Selami’nin yaşamının çoğu metrobüste geçiyor. Metrobüslerde yaşananlar, gözlemlenenler sözünü ettiğim gündelik yaşamın fotoğrafını çekmek için uygun bir yer. Her karakterde insan var ve bunlar hiç tanımadığı kişilere içini dökmeye, en mahrem yaşamlarını anlatmaya bayılıyor. Ama Naim Dilmener metrobüsle yetinmiyor, kahramanını Marmaray’ın olaylı açılışına da dâhil ediyor. Marmaray 29 Ekim 2013’te açılmıştı. Romanı bu döneme zamanlayabiliriz. Tabii ki asıl gözlem yerleri Bakırköy ve Beyoğlu. İstanbul’daki yaşam tarzının mütedeyyin bir anlayışla nasıl yeniden şekillendirilmeye çalışıldığını çarpıcı gözlemlerle kahramanı Selami’nin bakış açısından anlatıyor Dilmener. Görüntüde bir mütedeyyinleşme vardır, Beyoğlu’nun ara sokaklarında rock barların yerini nargile kafeler almıştır ama kişilikleri değiştirmek pek kolay değil, daha çok zaman alır. Dilmener bunu da çeşitli vesilelerle örnekliyor. Toplumsal çöküşü, yozlaşmayı, dinî ya da millî değerlerin nasıl yıpratıldığını kara mizah tadında yansıtıyor. Bir yandan için için gülüyor bir yandan düşürüldüğümüz bu hâle sinirleniyorsunuz. Ama bir soru da aklınızdan geçmiyor değil; eleştiriler bu kadar ağır basmayıp romanın gidişatında koleksiyonculuğa, koleksiyonucunun takıntılarına daha çok ağırlık verilseydi nasıl bir roman ortaya çıkardı? FANATİK HAYRAN Selami uydu kanallardan indirdiği porno filmleri CD’lere kaydedip satarak geçiniyor. En önemli müşterisi de Bakırköy’de ne sattığı ilk bakışta anlaşılamayan bakkal görünümlü bir esnaf. Bu esnaf son derece dindar bir havada. Ağzından dualar eksik olmuyor ama porno meraklısı. Selami’nin şizofren bir yapısı var. Sürekli “Canımıniçi” adını verdiği bir iç sesle tartışıyor. Onunla tartışmadığı zamanlarda oturduğu apartmanın kapıcısıyla, yöneticisiyle ve komşularıyla tartışıyor, hatta kavga ediyor. Kendisini terk eden karısıyla ve bu işe neden olduğunu düşündüğü kaynanasıyla da kavgalı. Tek barışık olduğu kişi dokuz yaşındaki kızı. Onu çok seviyor. Kavga etmemesi, iyi geçinmesi gerektiğini bildiği kişiler de sahaflar. Çünkü onlardan topluyor koleksiyonunu. Obsesyon’un arka kapağında Sezen Aksu’nun tanıtım cümlesi var ama Naim Dilmener romandaki sanatçıların isimlerini değiştirmeyi, deforme etmeyi tercih etmiş nedense. Sanırım hukuki bir çekince var. Ama ben bir hakaret ya da aşağılama görmedim; aksine sanatçıları övüp yüceltiyor. Zaten kahramanı Selami, Sezen Aksu’nun dikkat çektiği gibi tam bir fanatik hayran. Sezenak Su, Seldabağ, Ergen Şoray, İlham İren gibi deformasyonlarda kimin kast edildiğini hemen anlıyorsunuz. Hukuki bir durumda bu deformasyon yazarı kurtarmaz. Öte yandan Sezenak Su yerine açıkça Sezen Aksu yazılsa roman daha sahicileşirmiş diye düşünüyorum. Zira koleksiyoncu âlemlerinde anlatılan Ajda Pekkan’ın Japonca plağı, Erkin Koray’ın çıplak fotoğraflı plak kapağı gibi öyküler daha somutlaşmış olurdu. Naim Dilmener’in iyi bir anlatıcı olduğunu biliyoruz. İlk yazıları, 1970’lerin ortasında, Demokrat İzmir ve Bursa Hâkimiyet gazetelerinde yayımlanmış. 1997’de, Gazete Pazar’da ise düzenli olarak müzik üzerine yazmaya başlamış. Yirmi bir yıldan beri sürekli yazıp, yayımlıyor. 1998’de yayımlanan SabrinaThe Remixes ve İmkânsız Aşk Hikâyeleri (Çalıntı Yay.) adlı anlatıları da edebiyata yoğunlaşsa iyi bir yazar olacağının işaretlerini veriyordu. Naim Dilmener, yarattığı antikahramanın karakterini ince ince işlediği bir kurgu ve tatlı dilli ama kara mizaha varan gerçekçilikle Türkiye’nin gidişatını eleştirel dille anlatan bir roman yazmış. n 10 26 Nisan 2018 KITAP
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle