Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Yıllar
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
>> Orada yaşarken sadece yaşadım, notlar almadım, bir şey araştırmadım, zaten öyle bir âdetim yoktur ama bu şehirdeki her deneyimin bir anlamda içime işlediğini daha içindeyken fark ettim. New York için bu romanın mayalandığı yer diyebilirim. “AİLESİ, İNSANIN KADERİDİR” n Aile, üzerine düşünmeyi sevdiğiniz konulardan biri. Romanlarınızda genelde karanlık bir ayna tutuluyor bu yapıya. Aileyi toplum içinde nasıl konumlandırmalıyız peki? Toplumun karanlık aynası mı, yoksa aydınlığa bakan tarafı mı? n İnsanı içine doğduğu aileden ayrı düşünemeyiz. Ailesi insanın kaderidir, adını koyar, hayat yoluna en azından başlangıçta karar verir. Kişiler bu yola bir noktada müdahale edebilir ama çoğunluk onu da yapamaz. Bir insan parçası olduğu aileden kopabilir veya ailesiyle ilgili aidiyet kodlarını değiştirebilir ama bu zaten yaygın bir insanlık durumudur. Ailenin bence en temel özelliği mahrem olmasıdır, aile özel alandır. Perdeler çekilir ve aile sırları odalara hapsedilir. Bu mahremiyet, aileyi dış dünya tarafından sorgulanmaktan korur ama aynı zamanda bir gizem de yaratır. Aile kurumu dünyanın her yerinde, her kültürde sorunlu ama bizimki gibi toplumlarda daha fazla çünkü bu tür geleneksel toplumlarda ailenin ayakta kaldığı illüzyonu yaratan unsur “kol kırılır yen içinde kalır” anlayışı. Oysa yen içinde kalan kırık kol kangren olur, o kolu kesip atmak zorundasınız, aksi hâlde ölürsünüz. Ama yokmuş gibi davranma konusunda maharet kazanmış bizimki gibi toplumlarda bu kangren de görmezden gelinir. İnsana dair her sorunun dayatmalarla, yasalarla çözüleceği sanılır, oysa bu şartlar değişmedikçe sorun çözülmez, aksine, kördüğüm olur. Peki, nasıl çözebiliriz? İnsanlaşarak. Nasıl insan olabiliriz? Özbenliğimizin farkında olarak, hem kendimize hem başkalarına saygı duyarak. Bu mümkün mü? Soyut bir düzlemde düşünürsek mümkün ama insanın var olduğu şartları soyut kavram ve değerler kadar somut şartlar ve zamanın akışıyla üstümüze yığılan unsurlar belirliyor. n Aşk ve ölüm... Birbirinden çok ayrı uçlar ancak romanda bir duyguyu etrafında toplanıyorlar: “Yokluk”. Yokluk neden ve nasıl bir buluşma noktası hâline gelebiliyor insanlar için? n Çünkü yokluk varlığın karşıtı. Her şey karşıtıyla var, karanlık olmasa ışığı bilmeyiz, kötülük olmasa iyiliği anlayamayız. Umut, öleceğini öğrendiği için hayat üzerine düşünmeye başlıyor, o güne kadar görüş alanında olmayan kavramlar hakkında düşünüyor. Ona kendi varlığını gösteren şey yokluk ihtimali. Hayatımızda pek çok kavramı düşünmemizi gerektirecek binlerce şey olur ama biz seçici algıyla bunlara bakarız. Böyle yapmamıza neden olan şey hayatımızda meydana gelen bir değişikliktir. Bu romanın meselesi tam da bu. n Âşıklar Delidir ya da Yazı Tura / Ayfer Tunç / Can Yayınları / 448 s. Yazı / tura Ayfer Tunç, yeni romanı “Âşıklar Delidir ya da Yazı Tura”da genetik hastalık ve kadercilik konularını ele alıyor. Roman iki bölümden oluşuyor: ‘Yazı’ ve ‘Tura.’ Tek sayılar yazı, çiftler tura. Bütün romana işliyor ikilik. Ya o, ya o. Romanda iki de anlatıcı var, ilk bölümü Umut, ikinci bölümü Sanem anlatıyor. ASUMAN KAFAOĞLUBÜKE C icero, Kader Üzerine adlı yapıtının yirmi sekizinci bölümünde (Çeviren: Cengiz Çevik, Aylak Adam, 2014) kadercilik kuramını şöyle anlatır: “Eğer kaderinde bu hastalıktan kurtulmak varsa doktor çağırsan da çağırmasan da kurtulacaksın, demektir. Aynı şekilde kaderinde bu hastalıktan kurtulmak yoksa doktor çağırsan da çağırmasan da kurtulamayacaksın. İkisi de kaderin olabilir, dolayısıyla doktor çağırmanın bir önemi yoktur. Bu analiz türü doğru bir şekilde boş ve yetersiz olarak adlandırılmıştır, zira bu mantığa göre tüm eylem yaşamdan sökülür.” Cicero’nun da eleştirdiği, felsefede “boş” ya da “aylak argüman” diye adlandırılan bu sav insana ne yaparsa yapsın, belirlenmiş yazgıdan başkasını yaşayamayacağını söyler; mutlak kaderciliğe bu çağda artık inanan kalmadı ama genetik biliminin gelişimiyle farklı türden bir kadercilik gündemimize oturdu. Genlerimizin ruhsal ve fiziksel sağlığımızı ne denli belirlediğini öğrendik. Ayfer Tunç, yeni romanı Âşıklar Delidir ya da Yazı Tura’da (Can Yayınları, 448 s.) genetik hastalık ve kadercilik konularını ele alıyor. Roman iki bölümden oluşuyor: “Yazı” ve “Tura.” Tek sayılar yazı, çiftler tura. Bütün romana işliyor ikilik. Ya o, ya o. Romanda iki de anlatıcı var, ilk bölümü Umut, ikinci bölümü Sanem anlatıyor. Umut, mutlu bir aile çevresinde büyümüş, annesi tarafından sevilmiş, şimdi kırk bir yaşında bir adam. Hiç evlenmemiş ama sık sık âşık olmuş, ilişkiler yaşayıp hep terk eden olmuş. Annesinin bir türlü teşhis konulamayan ölümcül hastalığının kalıtsal olduğu anlaşılınca ailedeki tüm dengeler yerinden oynamış. Umut annesi nin ona geçirdiği hastalığa Sophie adını veriyor çünkü annesinin iki çocuğundan abisini değil kendini seçiyor hastalıklı gen. Romanın başlıca teması, bu seçilmiş olma hâli, yazgıya mahkum olmak. SİMETRİK YAPI Umut, tedavisi olmadığını bildiği hastalığının yine de yavaşlatılması ya da araştırmalara yardımcı olması için aile dostları, abisinin yakın arkadaşı, Alman genetik bilimci Stefan’a görünmek için altı aylığına New York’a yerleşiyor. Yanında Amerika ile ilgili romanlar getiriyor ve bunlardan birini okurken Türk olduğunu anlayan Sanem onunla konuşmaya başlıyor. “Bir tutkuya ihtiyacım vardı, yarattım diyorum ama pek de doğru değil bu... Beni Sanem’le kader karşılaştırdı.” Öleceğini bile bile, birlikte geçirecekleri sürenin kısalığını hissederek âşık oluyorlar birbirlerine. Sanem ile Umut, New York’ta rastgele karşılaşmış iki kişi değil, aynı kitapları okumuş, ellerindeki kitaplar aynı yerlerinden dağılmış, benzer acılardan geçmiş iki insan. Romandaki bir diğer tema ikisini birbirine daha çok bağlıyor, her ikisi de kendi hayatlarına başkalarına yalan kurgular içinde, trende ya da uçakta yanlarında oturan yabancılara tamamen yalandan oluşan bir geçmiş anlatıyor. Benzerlikleri, romanın ikili yapısını güçlendiriyor. Romanda bu ikili yapı başka şekillerde de ortaya çıkıyor. Her şeyden önce iki şehirde geçiyor; bu, romana simetrik bir yapı veriyor. Sanem’in bir ablası ve abisi var, sonradan öğreniyoruz ki Umut’un da abisinden başka bir de ablası var. Aile sırları ortaya döküldükçe simetri artıyor. İki doktor var, biri New York’ta diğeri İstanbul’da ve her şey iki kez tekrarlanıyor. Umut’un kemiklere merakı ile Sedef’in hastası. Barmen Larry’nin kızıyla ilişkisi ve Umut’un evsahibi Cathy’nin kızıyla ilişkisi. İki doktor benzer kökenden geliyor, benzer bilim sevgisine sahip ama zıt yönlerde gelişmiş iki kişilik. Stefan etrafında güzellikler olsun istiyor ve insan sevgisi taşıyor, dostlarına değer veriyor ama Umut’un İstanbul’daki doktoru güzelliğin kendisini sinirlendirdiğini, masumiyet, iyilik, şefkat ve nezaketin bu kadar acımasız bir dünyada yeri olmadığını söylüyor. SOPHIE’NİN SEÇİMİ William Styron, Sophie’nin Seçimi isimli romanında, Polonyalı Katolik Sophie’nin İkinci Dünya Savaşı sırasında iki çocuğuyla birlikte Auschwitz toplama kampına düşüşünü anlatır. Kampa getirildiği gece, buranın doktoru ondan bir seçim yapmasını ister: Çocuklarından birisi gaz odasına gidecektir, hangi çocuğunun o gece öldürüleceği kararını anne olarak Sophie’nin vermesini emreder. Sophie yedi yaşındaki kızı Eva’yı seçer. Onu gaz odasına yollar. Styron romanında bu seçimin nedenini açıklamaz, belki kızından birkaç yaş büyük olan oğlunun toplama kampından sağ çıkma olasılığının daha fazla olduğunu düşündüğü için oğlunu seçmiştir, belki de oğlunu daha çok sevdiği için. Tunç da bu seçimin nazik yapısıyla oynuyor. Umut annesinin sevgili oğlu, abisi ise babasının; Umut annesine benziyor, abisi de babasına. Hayatı boyunca annesi tarafından seçilmek ona gurur veriyor, belki kendini iyi hissetmesini sağlıyor, oysa şimdi seçilmesi yepyeni bir anlam taşıyor; hayatı boyunca hissettiğinin tam tersi. TEKLİK / BÜTÜNLÜK Tunç, Umut’un giderek dağılan zihnini anlatmak için çok etkili bir simge kullanıyor. Cam bir sürahi düşüp paramparça kırıldığında, bütün parçaları yerde durduğu hâlde artık o sürahi değildir. Parçalar bütünü oluşturmaz (s. 61). Benzer şekilde bir kitabın cildi dağılıp sayfalar rasgele bir araya getirildiğinde artık o kitap değildir (s. 181). Kurgunun içindeki bu simgeleri romanın yapısında da kullanıyor. Epilog bölümündeki anlatının yapısı, tüm romanın iskeletini anlamamızı sağlıyor. Hangi olaylar önce, hangileri sonra karmaşık bir yapıda anlatıldığından, gizem ve gerilim kazanıyor roman. Her bölümde yeni bir aile sırrı ortaya çıkıyor, yeni bir bilgi ile bulmacanın parçaları tamamlanıyor. Tamamlandıkça da simetrik yapı kusursuzlaşıyor. n KITAP 151 Mart 2018