Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Yıllar
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
VECDİ ÇIRACIOĞLU’NDAN “OLTACI” Miran’ı tutan olta Vecdi Çıracıoğlu’nun edebiyatında deniz her daim başat öğelerden birisi oldu ve yazarla özdeşleşti. Daha önce “Sarıkasnak” ve “Ruhisar” romanlarıyla okuru maviliklere sürükleyen Çıracıoğlu, “Oltacı” ile bir kez daha denizle buluşturuyor okuru. Yalnız bu kez bir ucu denize çıkan anlatının arka planında yani kentin sokaklarında... fuat sevİmay K imi yazarların özdeşlikleri vardır. Mekânları, imgeleri, kişileri ya da üsluplarıyla anılırlar. Ahmet Hamdi’nin İstanbulu, Oscar Wilde’ın orkideleri, Orhan Kemal’in Bekçi Murtaza’sı, Virginia Woolf’un bilinçakışı gibi. Yaşar Kemal’in doğa sesleri ve Çukurovası, James Joyce’un ritmi ve Dublini gibi. Vecdi Çıracıoğlu’nun edebiyatında da deniz her daim başat öğelerden biri ve yazarla özdeşleşti. Daha önce Sarıkasnak ve Ruhisar romanlarıyla okuru engin maviliklere sürükleyen Çıracıoğlu, Oltacı ile bir kez daha denizle buluşturuyor okuru. Yalnız bu kez bir ucu denize çıkan anlatının arka planında yani kentin sokaklarında ve Oltacı Miran’ın demesiyle Kalınbağırsak Sokağı’nda memleketin ruhuna sinmiş ağır bir hikâye eşlik ediyor İstanbul Boğazı’nın sularına; oğlunu ihbar eden babanın, yani Oltacı Miran’ın hikâyesi. “VALLA YOKTUR SUÇU, SADECE ÇOK KİTAP OKURDU” Daha ilk sayfasında kitabını “devrimci çocuklarını ihbar eden babalara” ithaf ederek okuru selamlayan Çıracıoğlu, ağır bir travmaya şahit olacağımızın haber veriyor âdeta. Öyle ya, biz genelde devrimcilerin hayatını okuruz; bazen kurgu bazen de gerçeğiyle. Oysa edebiyatta kahramana odaklanmak işin biraz kolayı, kolaycılığıyken, toplumun edebi açıdan ‘kahraman’ sıfatını vermeyeceği, hatta rahatlıkla ‘hain’ diye niteleyebileceği bir babanın öyküsü, aslında çok daha kuvvetli bir edebi damarı işaret ediyor bize. Edebiyatın asil işlevlerinden biri hayatı sorgulatmak, soru sordurtmak ise buyurun size Oltacı eşliğinde hemen akla gelen birkaç soru: Bir baba, komünist oğlunu neden ve nasıl ihbar eder? Bir Ermeni, Türkiye toplumunda kimliğini nereye koyar? Toplum, Ermeni asıllı, oğlu komünist bir babaya ne gözle bakar? Asala terörünü iliklerinde hisseden toplum, yargılarında ne kadar tarafsız ve âdil olabilir? Miran, babalık, Ermenilik, vatandaşlık sıfatlarından sıyrılıp sadece insan olarak nasıl yaşar? Ve daha onlarca soru, Oltacı’nın satırlarında ilerlerken zihnimizde şekillenip duruyor. Çıracıoğlu ise tam da edebiyatın yapması gerektiği şekilde, sorulara cevap sunmak yerine, bizi yenileriyle baş başa bırakıyor. Romanın yardımcı oyuncusu sayabileceğimiz, Komiser emeklisi Müştak’ın ki mesleğinden ve adından dahi emin değiliz bu karakterin meslektaşlarının sorgusuna verdiği “Valla yoktur suçu. Sadece çok kitap okurdu,” cevabı da, kafamızda dönüp dolaşan sorulara bir yenisini ekliyor. Kitap okumak, baba, devlet baba ve cümle babalar nezdinde suç mudur? Edebiyatın en önemli öğesi kuşkusuz dildir. Kişi, olay örgüsü, mekân, atmosfer ve sair mutlak önemlidir ama dil, tüm bunların temelidir ve temel sağlam olmadığı takdirde üstüne çıkan bina yıkılmaya mahkumdur. Oltacı’daki dil ustalığı, Vecdi Çıracıoğlu’nun tüm kitaplarında olduğu gibi üst seviyede. Her şeyde önce müthiş zengin bir kelime haznesi karşılıyor okuru. Lerzan, isikara, ökseye getirmek, kalçın ayakkabılar, masatlanma, sıçankuyruğu ve bunlar gibi yüzlercesi nehir yatağında akan billur damlalar gibi. Her biri metne ayrı lezzet katıyor ve hiçbiri sırıtmıyor. Kaldı ki saydığım birkaç örnek karaya dair. Metnin denize, balığa, oltaya, yosuna dair bölümlerindeki anlatı ise Vecdi Çıracıoğlu, kimi zaman içten kimi zaman mesafeli tutumuyla okurunu akılduygu çatışmasının eşiğinde dolaştırıyor. yukarıda da bahsettiğimiz “Vecdi Çıracıoğlu – Deniz Edebiyatçısı” tanımlamasını açıklıyor. Olağanüstü bir deniz terminolojisi, bütün canlılığıyla tam da bir balıkçının sade ve günlük dilinden selamlıyor bizi. Bu lezzetli Türkçeye, kardeş dil Ermenice eşlik ediyor kimi zaman. Cemiş, mayrik, ahparig ve nice ses, dilin, kelimelerin ve seslerin muktedir kerpetenlerle sökülüp atılamayacağını, kökünün çok derinlerde olduğunu hatırlatıyor. ANLATILMAYA DEĞER OLAN NEDİR? Oltacı’da dikkat çeken unsurlardan biri de betim zenginliği. Yine günümüz edebiyat ortamının tartışmalarından birisidir betimin gerekip gerekmediği. Kimileri artık, yavan, pıt pıt ilerleyen cümleciklerle metnin olaydan başka bir şeye ihtiyaç duymadığı savını öne sürüyor. Hatta bazen olay bile yok ortada. Eyvallah, dileyen bunun adını ‘edebiyat’ koyabilir. Ben ise betimciyim, kimse kusura bakmasın. Çünkü iyi betim, okuru metne hazırlayan, atmosferi oluşturan en önemli öğedir. İşte Oltacı’da bunun çok başarılı örnekleriyle karşılaşıyoruz. Oltacı Miran’ın odası gözümüzün önünde akıyor. Eşini kaybetmiş, oğlundan kendi elleriyle vazgeçmiş bir adamın yalnızlığına dair koku adeta burnumuza doluyor. Yatağına oturmuş pencere, basit bir tarif olmanın ötesine geçip imge sıfatıyla dönüyor kafamızda. Kalınbağırsak Sokağı, her gün geçtiğimiz, kuytusunu bildiğimiz bir sokak gibi şekilleniyor ve o sokağın ahalisi, çiçek seveni sevmeyeni, müzeviri sessizi, sanki komşularımız gibi resmî geçit yapıyor önümüzde. Tüm bu canlı yapı, Oltacı’nın içinde yaşadığı atmosferi duyumsamamızı sağlıyor. Vecdi Çıracıoğlu, kimi zaman içten kimi zaman mesafeli tutumuyla okurunu akılduygu çatışmasının eşiğinde dolaştırıyor. Böylelikle kişiler mağdur ya da hain olmaktan çıkıp eğrisiyle doğrusuyla insan vasfına bürünüyor. Hayatın içindeki insan, ne iblise ne de meleğe dönüyor. Ama zalim konumunu, bilinçli bir tercihle muhafaza eden bir olgu var Oltacı’da: Erk, erki sömüren devlet ve devletin gölgesinde dolaşanlar. Ezcümle, Vecdi Çıracıoğlu, Oltacı ile edebiyatın iki kadim sorusunun kapılarını aralıyor. Birincisi, edebiyatçı bildiğini mi yazmalı, bilmediği üzerine de kalem oynatmalı mı? Oltacı, bu sorudaki ilk sava destek veriyor. Çünkü Vecdi Çıracıoğlu’nun edebiyatı, denizin dalgasına mutedil boyda eşlik ederken çok başarılı. İkinci soru; anlatılmaya değer olan nedir? Her zaman ‘kahraman oğullar’ mı, yoksa kimi zaman ‘muhbir babalar’ mı çok daha ilginç ve anlatılması çok daha elzem kişilikler? Oltacı ile bir anlamda, baba katilinin yazarı Dostoyevski’nin karşısına, hem Miran ve oğlu hem de Devlet/Toplum ve Miran ilişkisinde, mecazen oğul katili bir baba çıkartıyor Vecdi Çıracıoğlu. Bize de bu lezzetli anlatının sorularına dahil olmak düşüyor. n Oltacı / Vecdi Çıracıoğlu / İletişim Yayınları / 132 s. 6 18 Mayıs 2017 KItap