30 Nisan 2024 Salı English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

[email protected] Yeni yıla takvim öyküleriyle girmek Yazınımızda takvim yerine “günsayar” sözcüğünü kullanan yok değil… Ama bu bağlamda tüm yıla yayılan metinlerle, üstelik “Takvim Öyküleri” başlığı altında her gün için kaleme alınmış anlatı odaklı yapıt tek yanılmıyorsam: Yüksel Pazarkaya’nın “takvim öyküleri”… Gevezeliğe düşmeksizin lirik bir anlatı çeşitlemesiyle farklı evrenlere açılmak ilginç. bunun kazandıracağı ufuk, yol açabileceği dönüşüm üzerinde durmak gerekiyor o halde… Y ılbaşı öncesiydi, bir paket kargodan. Nedir, kitap elbette. Ama bilegeldiğimizin dışında bir paket. Ara ara da olsa yayınevleri farklı gönderilerle şaşırtabiliyor insanı. Herhalde bu da defter kalem vb. yeni yıl armağanlarından biri dedim. Paketi açarken de bunun takvim olabileceğini kestirdim. Son yıllarda kimi yayınevlerinin bu yönde ürün verdiği düşünülürse bundan doğal ne olabilirdi? Sevinmedim diyemem; masama koyarım, belki kitaplığımın bir köşesine tuttururum diye de düşündüm. Cem Yayınevi, “Takvim Öyküleri” adıyla özel bir kutu içinde Yüksel Pazarkaya’nın dört ciltten oluşan öykülerini yollamıştı yeni yıl için: Kış Öyküleri (2008; Aralık, Ocak, Şubat), Bahar Öyküleri (2009; Mart, Nisan, Mayıs), Yaz Öyküleri (2009; Haziran, Temmuz, Ağustos), Güz Öyküleri (2007; Eylül, Ekim, Kasım). Cem, bunlara, yazarın iki kitabını daha eklemişti. İlk basımı kırk yıl önce yapılan Oturma İzni ile yirmi yıl önce yapılan Güz Rengi’ni bir araya getiren öykü toplamı yanında (2011), yazarın farklı tarihlerde kaleme aldığı son öykülerini bir araya getiren Aşktır, İlâçtır (2014)… İşte, dedim, yeni yılın ilk okumaları da bunlar olacak demek ki… KIŞTAN BAHARA, YAZDAN GÜZE ÖYKÜLERLE DÖNMEK DÜNYAYI… Pazarkaya’nın, Yaz Öyküleri’ndeki “Değini”sinden (221, 222) kutunun arka kapağına da alınan tanıtımda konu üzerine şöyle diyor yazar: “Takvim öyküsü Rönesans’ın, dolayısıyla matbaanın bir ürünüdür. Matbaa ile birlikte takvim üretimi ve yayımı da hız kazanmaya, bu ürüne okunacak metinler konulmaya başlamıştır. Kısa, kolay anlaşılan öyküleri, yerel dilin renklerini de bolca taşıyan, arada doğrudan okura seslenen düz öyküdür. Türkiye’de bu tür bir takvim örneği, günümüzde de yaşamını sürdüren Saatli Maarif Takvimi. / Bazı batılı yazarlar XIX.yüzyıldan itibaren, bu türe edebi bir nitelik vererek, takvim ortamından ayrı yazmaya başlarlar. XX.yüzyılda da bu edebi türün ürünleri takvimden ayrı özgün derlemelerde toplanmaya başlar. Hebel’den Brecht’e birçok yazar, halk yaşamından eğlendi ren, düşündüren konuları takvim öyküleri türünde kaleme almıştır. “…[B]u türü, batıdaki örneklerinden bağımsız, özgün olarak deneyen (öyküsel metinler) alışılmış öyküler değil. Öykü türüne sokulacak metinler yanında anı, deneme, günce, betim, söylence türlerini çağrıştıran metinlerin de yer aldığı, kısaca anlatıyı bütün olarak kucaklamayı amaçlayan çağdaş yazılar.” Pazarkaya’nın vurguladığı üzere hepsi de öykü değil bunların. Ama günce de değil. Ancak bir yazarın, üstelik geç bir 1950 kuşağı ardılı sayabileceğimiz şair, öykücü, tiyatrocu, radyocu çok yönlü yazıncı bağlamında Pazarkaya’nın, yıl döngüsü çerçevesinde okur kadar yazara, yazın dünyasına getirdiği bütüncül katkısı nedeniyle dikkat çekici bir yaklaşım diyelim yine de bunun için… Ne var ki metinlerin bir biçimde okuru, deneme türünün eşiğine getirip ona sorgulayıcı kişilik kazandırmanın önünü açması, gerçeklikle bu yönde yüz yüze getirmesi yok mu, işte bu yanı işin çok önemli… DÜNYAYI ÖYKÜLERLE KUŞANMANIN ANLAMSAL AĞIRLIĞI… Akşit Göktürk’ün, “Her okur, kendini okur” aforizmasından mülhem “Her yazar, kendini yazar” deyişini zaman zaman paylaştığım oluyor yazılarımda. Kendini yazmak, kendini anlatmak değil, kendini okumanın da kendi kafasındakileri okumak olmadığı gibi. İç dökmek hele, hiç değil. Ne peki? Kendisini kuşatan gerçekliğe, varlığını saran dış dünyaya açık halde yazması bağlamında alınabilir yazarın kendisini yazması. Nitekim ünlü “Oturma İzni” öyküsü, bugün alabildiğine acımasız bir şiddetle süren göç olgusuna, özelde insanımızın elli yıldır Almanya ile yaşadığı ilişkilere bakışıyla bu yargının dayanaklarını önümüze getiriyor bir bakıma. Öykünün girişini anımsayalım önce: “Oturma iznin mi yok, çalışma iznin mi yok, insan değilsin bu yabanda. Kolay değil yabancılık. Ama beterin beteri var. Yabancı bile olamamak var yabanda. Hiç olmak. Bir hiçsin, yoksun, yaşamıyorsun elinde oturma iznin, çalışma iznin yoksa”(35). Bu doğrultuda yabancılığın ezik duygululuğu, melodramatik uçlara varmaksızın yerli yerinde bir duyarlıkla yansıtılıyor öykülerde. Pazarkaya, Oturma İzni’nin ikinci bölümünde, 1960’larda kaleme aldığı, 1950 kuşağı öykücülerinin verimleriyle alabildiğine örtüşen örneklerde gerçekliği ele alırken sergilediği yazınsal tutumunda, bunu somut biçimde ortaya koyuyor denebilir. Özellikle bireyin varoluşu, gerçekliğin bizim dışımızda değişimi, sorunsal boyutunda kendine alabildiğine yer buluyor çünkü ikinci bölümdeki öykü evrenlerinde. Okurla kurulan derinlikli bağ, 1950 kuşağı yazarlarınca hep öne çekilen sorunsal oldu. Pazarkaya, 1960’larda bu yönde bir açılım sergiliyor işte. Güz Rengi’nde ise Oturma İzni’nden tanış olduğumuz olguya çok daha geniş, evrensel bir bakışla yaklaştığına tanıklık yapıyoruz yazarın. En azından kimi öyküler için bu yargıyı getirmek olanaklı. Yüksel Pazarkaya, bir yandan şiir, öykü, roman, deneme, anlatı, yazın kadar tiyatroyu da içine alan bilimsel, deneysel çalışmalarıyla öte yandan AlmancaTürkçe çevirileriyle, sonuçta katmerlenmiş bu verimlerle nicedir yazınımıza katkı sağlayan ciddi bir emekçi olduğunu ortaya koyuyor. PAZARKAYA; TÜRKÇEYLE ALMANCA ARASINDA BİR KOLAN… Hiç kuşku yok ki dil emeği ilkin bu, sonra anlatıda çoksesliliğin yolunu göstermenin, biçemi bezekle buluşturmanın da örneği… Yer yer şiirin ipuçlarıyla da karşılaşılabiliyor Yüksel Pazarkaya’nın öykülerinde. Türü ne olursa olsun Pazarkaya imzalı bütün metinlerde, bunların yanı sıra derin bir yurt, derin bir dil sevgisi de okuru kıskıvrak yakalıyor alabildiğine. Yazarın son öyküler demeti diyebileceğimiz Aşktır, İlâçtır ise artık bunları da aşıp neredeyse aşk dervişliğine çıkmış halde geliyor önümüze. Ötesinde “Aşk Bavulu” gibi gizemden dönüştürülmüş farklı örneklerle okuru yüreğinden yakalıyor bir biçimde. Gelin yazıyı, Yaz Öyküleri’nin 30 Haziran tarihine yerleştirilen süslemeyle noktalayalım: “Adam çiçeklerle eve geldi. Kadın merdivenlerden inerken, çiçekleri kadına, ‘Sen çok yaşa!’ deyip gülümsediler”(77). Ne diyordu zaten Kış Öyküleri’nin 31 Aralık’ında yer alan yılbaşı öyküsünde Yüksel Pazarkaya: “…Yeni Yıl dileklerine kaldırmaya geldi vakit.” “Gönlümüz değil, ama kolumuz yorulana değin kaldırıyoruz”(79). ARİFE KALENDER: “DÖRT İSMAİL BİR LEYLA”… Yüksel Pazarkaya, bir yazar olarak şiiriyle öyküsünü nasıl ayırıyorsa şair Arife Kelender de bu geleneğe uygun davranış sergiliyor. İlk öykü kitabını, “ara ara şiirden taşan” ya da kaçan öyküler olarak nitelemesi boşuna değil bu yüzden. Geçmişte Şükran Kurdakul da şiirine bulaştırmak istemediği anlatılarını, özellikle üç farklı öykü kitabında bir araya getirmiş, tutumunun gerekçesini açıklamaya girişmişti sunuş yazısında okura. Demek sıra Arife Kalender’de: Dört İsmail Bir Leyla (Tekin, 2016). O halde birazcık da Arife Kalender öykülerine göz atalım kuş bakışıyla yetinsek de… Öykülerinde kendisini karakterler arasına katmaktan çekinmeyen Kalender, kadın odaklı, ancak anlatımcı bir öykülemeye yaslanıyor. Yine de “Dört İsmail Bir Leyla” gibi biçemce zengin öyküler yok değil elbette. Arife Kalender’in kadın konusundaki duyarlığı öteden beri biliniyor. Nitekim son yapıtında yazar bunu çok açık gösteriyor: “Çocukluğumuz beyaz, aşklarımız kırmızı, ölüm ise karaydı. Bu üç renk doğduğumuz günden itibaren iç içe geçerek, yan yana durarak, barışarak gezinmiyor mu günlerimizin içinde?”(22). İşte yazar, öykülerinde karakterlerin bu yöndeki gezintilerine yoğunlaşıyor. Ne ki Kalender için kadınlar birer gizli kahraman hep, o kadar. “Kahraman erkek” çünkü… (20) Süt bebeğe, kaymak erkeğe, söz büyüğe verilir(29). Çocuk da kadın da yoktur bu algıda… Bir şairin yürek tıpırtıları eşliğinde okunuyor bu nedenle öyküler… Öyle ya kadınlar, yaşanılan çağda, alışageldik hızla kat edilen dünyada, koca yıl boyunca da hep arka yüzlerinde gösterilmiyor mu bu acılar takviminin? n 22 5 Ocak 2017 KItap
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle