Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Yıllar
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
ERCAN BAŞER’İN İLK ROMANI ‘İyi Bir Hikâye’ Ercan Başer’in uzun soluklu yazma yolculuğundaki ilk romanı “İyi Bir Hikâye”, Ahmet Hamdi Tanpınar 2015 Roman Ödülü’nü kazanmasının ardından okurla buluştu. SUZAN BİLGEN ÖZGÜN A ynı zamanda iyi bir öykü yazarı olan Ercan Başer, ilk romanında yazarlığı değil ama yazmaya yeni başlayan E. karakterinin yazma serüvenini, üstkurmaca tekniğini de kullanarak etkili ve hakiki bir üslupla yansıtıyor. İyi Bir Hikâye’nin ana karakteri, yazma serüveni eşliğinde yaşamın anlamını, aşkı ve gerçeği sorgularken aslında hem kurgusal hem de gerçek olarak kendi hikâyesini bulmak ister. Bir arayış, yer yer keşfediş romanı Ercan Başer’in kitabı; tıpkı yazma eyleminin kendisi gibi. Üç bölüm olarak kurgulanmış olan kitap, “Günün birinde her insan geriye dönüp bakar ve iyi bir hikâye görmek ister” cümlesi ekseninde başlar. Hayatının aşkı N.’yi uzunca bir aradan sonra tesadüfen tekrar gören E., hayranlık duyduğu ama düşlerinde kaybettiği kadını ararken yolu yanlışlıkla yazma semineri ile kesişir. Seminere kabul edilmesi için gerekli önkoşul olarak yazdığı öykü “Pengueni Öldürdün”, romanın sadece başında değil ilerleyen sayfalarında da güçlü bir metafor olarak karşımıza çıkacaktır. E., kendisine meçhul bir kişi tarafından yollanan kitapları ve seminer listesindeki kitapları okurken öykünün gizemli gücünü de fark eder. Yazarla ilk görüşmelerinden sonra zihnindeki sorgulamalar artar ancak emin olduğu iki konu vardır: İşsiz kalmıştır ve yazmak sandığından çok daha zordur. “Bazen, hayatı anlamanın iyi bir hikâyeden başka hiçbir yolu yoktur” cümlesiyle devam eden ikinci bölümde E., yazma isteğinin N.’yle ilgisini düşünür. Belki onu kaybettiği için belki de onu bulmak için yazıyordur. Bir yandan da okuma hazzının doruğundadır: “Hikâyelerde ne varsa, anlar renkler, etkiler, insanlar, duygular... Hepsi göz kapaklarımın ardındaki karanlıkta minik yıldızlar gibi uçuşuyorlardı.” Ancak esas sorguladığı yazının gerçekliğidir. Yazar ona: “Yazı gerçek değildir ama gerçeğin en güzel yanılsamasıdır,” der. Okur da E. ile birlikte sorularını sorarken onun gibi romanın kurgusu ile yaratılan büyünün içinde midir, yoksa kitaptaki garip rastlantıları büyü mü sanıyordur, emin olamaz. “Her şey göründüğü gibi olsaydı hikâyelere gerek kalmazdı,” ekseniyle devam eden son bölümde E., başta çok etkilendiği ve N.’yi bulacağına inandığı yazara güveninin azaldığını hissederken yazının gerçekliğiyle gerçek gerçekliğin arasına gizlenmiş kesişme noktasını aramaya devam eder. Şiir ve öyküyü korumak adına sözcüklerin bekçiliği, yazma cesareti, büyülü gerçeklik, öykü gerçekliği gibi kavramlar, sürükleyici bir roman kurgusu içinde okurla paylaşılır. Gerçeği yakalamak için “iyi bir hikâye” yazması gerektiğini anlayan E., iyi bir yazının sırrının da anlatabileceği hikâyeleri anlatmakta gizli olduğunu fark eder. Ercan Başer de ilk romanıyla anlatabileceği iyi bir hikâye yakalamış. Düşle gerçeğin harmanlandığı bir yolculukta, yazar olmaktan çok iyi yazabilmenin değerini ve tüm zorluklarına karşın hazzını okura da hissettiriyor, bir çırpıda yazabileceklerini düşünen ve “hayatımı yazsam roman olur” inancıyla yola çıkanlarınkinden farklı bir serüveni dinamik ve yer yer ironik bir dille aktarıyor. Kitabın yoğun bir şekilde ilerleyen kurgusunda başka yazarlardan alıntılarla, göndermelerle ve metnin içine sindirilmiş kuramsal bilgilerle karşılaşan okur, kitabın ana teması hem de E. karakterinin yer yer kendisiyle de dalga geçen üslubu nedeniyle bu durumu yadırgamıyor. Edebiyatın gücüne ve yazının hazzına inananlar İyi Bir Hikâye’yi sevecek. n İyi Bir Hikâye / Ercan Başer / Alakarga Yayınları / 278 s. AKIN ÇUBUKÇU’DAN BİR ANI VE TARİH KİTABI ‘Babamın Eczanesi’ “Babamın Eczanesi”, bir çocuğun gözünden eczacılığın, laboratuvar dönemi ustalığı olduğu zamana ilişkin bir filmin anlatımı âdeta. Akın Çubukçu kitabında 1930’ların Sivası’nı anlatıyor. ŞENOL ÇARIK İ kinci Dünya Savaşı’nın dehşetinin doruğuna ulaştığı yıllarda, Avrupa’da ve Asya’da kentler yıkılır ve bombalarla taş üstünde taş kalmazken her tarafta yokluk, yoksulluk almış başını gitmişti. O tarihlerde ülkemizde kayak sporu yapılıyordu; hem de 1937’den beri! Orta Anadolu’nun ortasında, Sivas gibi yoksul, mütevazı ama o zamanlar için önemli bir kentte. Bulabildikleri herkese de kayak yaptırıyorlardı! Efsane gibi gelebilir pek çoğumuza bu. Eczacı Dr. Akın Çubukçu’nun babasının eczanesi üzerinden o yılların önemli bir kenti olan Sivas’ın sağlık başta olmak üzere, kültürel, iktisadi, siyasi yaşamına tanıklığını, bir çocuğun gözlerinden anlattığı “Babamın Eczanesi” adlı anıanlatısından, derin bir şaşkınlık, hayret ve o günleri unutmuş olmanın acısıyla öğreniyoruz bu gerçeği. 1930’ların sonlarından itibaren, bir kar ve kış kenti olan Sivas’ta, CHP’nin aydın öncüleri özellikle Halkevi önderliğinde kayak sporunu başlatır. Birkaç yıllık ölçümlerin sonunda ildeki Meraküm Dağı’nın kayak sporuna en elverişli plato olduğu anlaşılır ve orada mütevazı ama son derece sevimli bir kayak evi ilin olanaklarıyla yaptırılır. Ama kayak bir malzeme sporudur. Kayak, bir zaman Sovyetler Birliği’nden temin edilir. Ama savaşın o cinnet yıllarında kayak temini olanaksızdır. Sivas’ta o yıllarda bile ülkenin en büyük sanayi tesislerinden biri olan ve binlerce işçinin çalıştığı Cer Atelyesi (Demiryolları fabrikası) açılır. Fabrikanın marangozhane ustası da Galatasaraylı unutulmaz oyuncu Erdal Keser’in dedesi Muzaffer Keser’dir. CHP Merkez İlçe Başkanı ve Kayak Ajanı, eczacı Şevket Çubukçu’nun öncülüğüyle başkanlığını sonra CHP milletvekili olacak diş hekimi Nüzhet Çubukçu’nun yaptığı Halkevi ve TCDD Cer Atelyesi’nin ortak çabalarıyla o yokluk ve ateş yıllarında fabrikada tam bin 700 çift kayak üretilir. Bu kayakların 600 çifti kayak heveslisi gençlere dağıtılır. Diğerleri de çok uygun bir fiyatla satışa sunulur. Bu kayakların ucunda da çember içinde “HE” damgası vardır; Halkevi. Evet, o yıllarda Uludağ’da da kayak yapılmaya başlanmıştı ama şu fark vardı, orası turistik amaçlıydı. Sivas Kayakevi ve etkinliği ise kitle sporu amaçlı. Sonuçta kamyon kamyon kayakevine taşınan her kesimden sporcularla kayak Türkiye’de en azından bir kentte kitle sporu oluyordu. Hem de İkinci Dünya Savaşı yıllarının endişe, yokluk ve karne devri içinde... Babamın Eczanesi, bir çocuğun gözünden eczacılığın, laboratuvar dönemi ustalığı olduğu zamanı anlatan bir “Amarcord”. Ayrıca kimi eczaneler, kitaptaki Şifa Eczanesi gibi eczacının meşrebine göre arkadaşlarıyla toplantı merkezi, siyasi üs, sanat ve toplum konularının gündemden pek çıkmadığı kültür ortamı halini de alıyor. Bütün bu hikâye bir şehrin acısı, tatlısı; sağlık sorunu üzerinden unutulamayacak anıların toplumsal bilince sunulmasının güncesi gibi. n Babamın Eczanesi/ Akın Çubukçu/ Berfin Yayınları/ 222 s. 16 7 Nisan 2016 KITAP