18 Mayıs 2024 Cumartesi English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

SELAHATTİN NEHİR’DEN “İSTANBUL YALNIZLARI” Korktuğumuz gölgeler Selahattin Nehir, oldukça farklı bir kurguyla birbirinden uzak iki hayatı evirip çevirip bir kentin orta yerinde birleştiriyor. Suç ve suçlu, yaşam ve ölüm gibi karşıtlıklar arasından iyiye yönelme alışkanlığını kıran bir hikâye “İstanbul Yalnızları”. AYŞE SAĞLAM Sesi soluğu çıkmayan, uzaklardan bakıldığında ya da bir yaz akşamüstü içinde birbirine benzemeyen tüm hikâyeler kenara çekildiğinde güzelleşen bir kent İstanbul. İçindeki ruhlara ne yaptığını hiç ele vermeyen güzelliğinde binlerce yılın kan kokusu gizlidir. Yanına yaklaşılmaz, tadına bakılamaz, ondan bir parça bile olunamaz. Gittikçe güzelleşir; eskidikçe büyüsü artar. Yine de dokunulmaz bir zulmün sesini saklar içinde. Ona vardıkça ondan uzaklaşır insan. Çaresizliğine bir isim ararken kendini hiçliğin orta yerinde bulur. Bu birbirine dolanmış, asla ayrılamayacak çelişkili tutsaklığı bir tanışık gibi anlatır İstanbul Yalnızları. Ondan doğan, ona doğru yürüdükçe kendi parçalarını yiyen Medusa’yı iç içe geçmiş ve aslında birbirine ait iki hikâyede konuşturur. Yürümek gerekir okurken, kentin ara sokaklarında, gecesinde, delirişinde, ıstırabında dolanmak... Başka türlüsü mümkün değildir. Selahattin Nehir de herkesin bildiği, sustuğu, unuttuğu, konuşulmasın istediği ne varsa Alxas’la İsmet’in dilinden, teninden, kalbinden anlatıyor bizlere. Selahattin Nehir kalp söken, akıl tırmalayan, hayat sorgulatan bir kitapla bizleri selamlıyor. Bambaşka bir dünyanın içinden aramıza bir ateş düşürüyor. İstanbul Yalnızları, bir kentin acıklı ve acıtan hikâyesini iki sıradan insanın yakasına yapışan bir acı ve umut arayışına dönüştüren, akıcı anlatımıyla soluksuz okunan bir roman. Bedeller ödeniyor, seçimler yapılıyor ve hikâye aslında kendi kendini yazdırıyor. “Ben hiçbir şeyi kolay unutamam, başkalarının kafalarına takmayacakları bir küçük tartışma, bir söz, bir benzetme, içine düştüğüm tuhaf ve hiç istemediğim bir hal, aklıma gelip kısa sürede geçip gitmesi gereken bir anı gibi her şeyi, ama her şeyi hatırlarım...” diyor İsmet. Böyle hisseden, yaşayan onlarcasının hayatları üstüne kuruldu bu kent oysaki. İstanbul kalbindeki sızıya, aklındaki soruya, kanındaki mirasa acımaz, aksine bunu Selahattin Nehir, farklı bir kurguyla birbirinden uzak iki hayatı kentin orta yerinde birleştiriyor. yakaladıkça üstüne oynar. Seni delik deşik edene, kaçmak isteyip de kaçamayan bir ıssıza dönüştürene kadar uğraşır. İstanbul’un yalnızlarına hiç acıması yoktur. YAŞAMLARIN GÖLGESİNDEN... Hikâyedeki kişilerin hepsi bu soluk alıp verme ve bir anda boğuluverme arasında giderken, okuyucu onları bir yerlerden tanır. Elini uzatmak, ben de demek ister ama bilir ki; İsmetle Alxas’ın kaderinden öteye gidemez. Selahattin Nehir, oldukça farklı bir kurguyla birbirinden uzak iki hayatı evirip çevirip bir kentin orta yerinde birleştiriyor. Tanıklık ettiği onlarca yaşam arasından, bu kentin boğuverdiği insanlar arasından salt iki kişiye kamerasını uzatan bir yönetmen gibi, bütün bildiklerimizi ezberleri boza boza baştan anlatıyor bize. Bilmediğimiz bir dilde, aklımıza hiç gelmeyen bir incelikle. Suç ve suçlu, yaşam ve ölüm gibi karşıtlıklar arasından iyiye yönelme alışkanlığımızı kıran bir hikâye İstanbul Yalnızları. Öyle ki okur, satırlar arasında ilerlerken bir süre önce hak verdiğine kızabiliyor ya da bu nasıl bir insan dediğine acırken buluyor kendini. Romanın genelinde okuru ters köşeye yatıran bir durum var ve bu pek çok yerde şaşırtıcı bir hal alıyor. “Bizi sevdiklerini sandığımız insanların aslında bizi sevmediklerini anlamak çok kolaydır; onları birazcık kışkırtın, birazcık korkularını ve yaralarını kaşıyın, kolayca bizden nefret ederler” diyor İsmet. Romanın özeti gibi bu cümle. Yarasını ve yaralarımızı döküyor ortaya. Dengelerin sürekli değiştiği, elimizde olanın aslında hiç dokunamadığımız bir şey olduğu bir kentte bundan daha doğru bir tanımlama yoktur. Hiçbir şey göründüğü ya da sanıldığı gibi değildir bu kentte der Selahattin Nehir. Bakıp geçtiğimiz yaşamların gölgelerinden kocaman bir tarih akar; durmadan bize seslenir, yardım ister. Oysa kent içinde el yordamıyla yolumuzu bulduğumuz bir kovalamaca sırasında gözden kaçırıp yitirdiklerimizde doludur. İstanbul bakıldıkça güzelleşen bir sanat eseriyken çığlıkların şehrin surlarından aktığı; denizlerinde kaybolmuş hayatların son bakışlarının gezindiği bir cehennemdir aslında. FARKLI BİR ÜSLUP VE DİL İşte bu yönüyle, sinemasal bir anlatımı da barındıran, büyülü ama irkilten bir romana imza atıyor Selahattin Nehir. Bunca bilinen ama hiç böyle bir yüzüyle karşılaşmadığımız iki hayat bizi alaşağı ederken yazar hem onlara hayat veren hem de onlardan çalınanı geri isteyen bir yerde duruyor. Adeta romanı kahramanlarına yazdırıyor ve okuyucuyu da bu sürece dâhil ediyor. O yüzden okunurken bir kamerayla kentin ara sokaklarında ve zamansızlığında geziniyor hissi bırakmıyor yakamızı. Yüzlerce yaşamı içeren ama bu yüzlercesini iki İstanbul yalnızının eline teslim eden, tanıdık ve bir yanıyla hiç bilinmeyen bir romanla karşı karşıyayız. Yazarının bir yenisi için beklememesini umarak ve gözlemlediği bütün o hikâyelerin içinde ben de varım derken sokak aralarına daha dikkatli bakarak okunacak İstanbul Yalnızları... Çünkü İsmet’in ve Alxas’ın öyküleri yanından geçip gittiklerimizin ta kendisi; korktuğumuz gölgelerin, söylemek isteyip de içimizde ve en derinimizde susarak; her gün kaçmayı dileyerek biriktirdiklerimizi anlatıyorlar bize. Selahattin Nehir’in bize çok iyi bildiğimiz gerçekleri farklı bir üslup ve dille anlattığı İstanbul Yalnızları, iyi ki ve tam zamanında yetişti. Korktuklarımızı; en yakınlarımızdan bile gizlediklerimizi belki de seslendirme fırsatı verdi. n İstanbul Yalnızları / Selahattin Nehir / Altın Kitaplar / 216 s. 10 7 Nisan 2016 KITAP
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle