Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Yıllar
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
Y eryüzü Kitaplığı CELÂL ÜSTER celaluster@cumhuriyet.com.tr Çinli yazar Lu Sün’ün ‘Bir Delinin Güncesi’ öyküsünü bir kez daha okurken ‘Demirden ev’de mışıl mışıl uyuyanlar eçen yıl, Notos dergisinin, Taksim Gezi Direnişi’ne ayırdığı 41. sayısına modern Çin edebiyatının kurucularından Lu Sün’ün “Bir Delinin Güncesi” adlı öyküsünü çevirerek katılmıştım. Kuşkusuz, mayısın son günlerinde Gezi’de başlayıp pek çoğumuzun oturduğu sokaklara, evimizin kapısının önüne, dahası evlerimizin içine kadar uzanan ve toplumun yüreğinde gençlik ateşleri tutuşturan o Direniş’in benim için de bir öyküsü vardı ve Lu Sün’ün kısa öyküsü o öyküye çok uygun düşüyordu. Neden çok uygun düştüğünü ise, “Gezi Parkı Direnişi’ne Öncülük Eden ’90 Kuşağı’na Adanmış Bir Çeviri” başlığıyla yazdığım sunuda açıklamaya çalışmıştım: “Lu Sün, ilk kez 1970’li yıllarda okuduğum bir yazar. İlkin ‘Haykırış’ adlı kitabını okumuştum; ‘Bir Delinin Güncesi’, sonra ‘Ah Çu’nun Gerçek Öyküsü’ gibi kısa öykülerini. Son zamanlarda, Gezi Parkı Direnişi sırasında, genç kuşağın onurlu başkaldırısını ve ülkeyi yönetenlerin bu direniş karşısındaki umarsızlıktan kaynaklanan acımasız tutumunu izlerken, Lu Sün’ün ‘Haykırış’ adlı kitabındaki ‘Bir Delinin Güncesi’ öyküsü düştü aklıma. Yeniden okumakla kalmadım, oturup çevirdim. Kimin için mi? Gezi Parkı Direnişi’ni var eden ’90 Kuşağı için, özel olarak da o direniş sırasında yolları evime düşen gözüpek iki genç kız için… 1881’de dünyaya gelen, 1936’da elli beş yaşında Şanghay’da bu dünyadan göçen Lu Sün, 1944’te Nobel Edebiyat Ödülü’nü alan Kenzaburo Oe’nin gözünde ‘Asya’nın 20. yüzyılda çıkardığı en büyük yazar’. Pek çoklarınca modern Çin edebiyatının büyük ustası sayılıyor. Japonya’da başladığı tıp öğrenimini yarıda bırakıp yazarlığı seçmiş. Çin’deki ilerici hareketlerin ön saflarında yer almış. 1921’de yayımladığı ‘Ah Çu’nun Gerçek Öyküsü’nde olduğu gibi ‘Bir Delinin Güncesi’nde de feodalizme dayalı geleneksel Çin kültürünü, ‘insan yiyen’, gençleri ‘kemiren’ bir toplum düzeninin temelini oluşturmakla eleştirir Lu Sün. Gogol’ün ‘Ölü Canlar’ adlı yapıtını Çinceye çevirdiği için, ‘Bir Delinin Güncesi’ adını onun aynı adlı öyküsünden alması, olsa olsa Gogol’e bir selam gönderme isteğiyle açıklanabilir. Lu Sün’ün ‘Bir Delinin Güncesi’ndeki S A Y F A 6 n 1 7 G ‘Bir Delinin Güncesi’nde de feodalizme dayalı geleneksel Çin kültürünü, ‘insan yiyen’, gençleri ‘kemiren’ bir toplum düzeninin temelini oluşturmakla eleştirir Lu Sün. ‘yamyamlar’, gençleri salt geleneklere bağımlı kılmak, ‘itaat ve riayet eden, razı olan’ bir genç kuşak yetiştirmek isteyen İslamcı kapitalistlerin kendilerinden başkasına özgürlük tanımayan, hoşgörüsüz, uzlaşmaz, baskıcı yaklaşımı için de bir metafor değil mi? Lu Sün, ‘İnsan eti yemekle geçen dört bin yıllık bir tarihten sonra gerçek insanlarla karşılaşmayı nasıl umut edebilirim?’ diye soruyor ve, ‘Belki de hâlâ insan eti yememiş çocuklar vardır, kimbilir… Çocukları kurtarın…’ diye sonlandırıyordu öyküsünü. ‘Hâlâ insan eti yememiş çocuklar’ öncülük etti Gezi Parkı Direnişi’ne. Onlar kendi kendilerini kurtarmaya karar verdiler…” Evet, böyle yazmıştım o zaman. Hiç kuşku yok ki, farklı toplumların farklı dönemlerini birbirine benzetmeye çalışmak, yanı sıra yanılgıya düşme tehlikesini de getirir. Ne ki, insanların ve toplumların yaşadığı öyle ruh halleri var Lu Sün, Kenzaburo Oe’nin gözünde ‘Asya’nın 20. yüzyılda çıkardığı en büyük yazar. dır ki, gerçekten benzerlikler, ortaklıklar taşır. Lu Sün, imparatorluk Çin’inin, geleneklerin egemenliğini olanca ağırlığıyla sürdürdüğü bir dönemde, boyun eğmeyi, tevekkülü öğütleyen, başkaldırmayı ilençleyen Çin klasiklerinin eğitimin temelini oluşturduğu bir ortamda yetişmiş; giderek feodal dünyanın köhnemiş öğretilerini dayatan tüm akıl kösteklerine isyan eden yeni akımların öncüleri arasına katılmıştı. Nitekim, “Nostalji” adlı uzun öyküsünde, bir hocanın Konfüçyüsçü vaazlarının bıktırıcılığını gündeme getirir ve aynı zamanda öykünün anlatıcısı olan öğrencinin, sırf bu bezdirici eğitime bir daha katlanmamak için, hocasının birden hastalanıp ölüverdiğini hayal etmesini sağlar. Yeniden “Bir Delinin Güncesi”ne dönecek olursak, Lu Sün’ün, “Haykırış” adlı kitabına yazmış olduğu önsözde anlattıkları, bu öykünün ortaya çıkışına açıklık getiriyor: “Beycing’deki Şaoşing Moteli’nde üç odalı bir daire vardı. Bir zamanlar bir kadının kendini avludaki akasya ağacına astığı söyleniyordu. Gerçi ağaç zamanla dallarına kimsenin erişemeyeceği kadar büyümüştü, ama yine de o dairede oturmaya kimseler yanaşmıyordu. İşte ben, yıllarca orada oturdum, eski taş yazıtları kopya ettim. Pek fazla gelenim olmadığından, ben de kendimi biricik amacımı gerçekleştirmeye vermiş, hayatımın yazıtlarımın arasından sessizce kayıp gitmesine bırakmıştım kendimi. Yaz geceleri, havada sivrisinekler dolanırken, akasya ağacının altına oturur, bir yandan hasırotu yaprağından yelpazemle serinlemeye çalışır, bir yandan da gece tırtılları soğuk soğuk enseme düşerken tepemdeki sık yaprakların arasından yer yer görünen mavi göğü seyrederdim. Ara sıra eski bir arkadaşım uğrardı. Büyük deri çantasını örselenmiş eski ma sanın üstüne bıraktıktan sonra, cüppesini çıkarıp karşıma oturur, yolda karşısına çıkan bir köpeğin korkusundan yüreği hâlâ küt küt atıyormuşçasına bana bakardı. Bir akşam, kopya ettiğim yazıtlara göz atarak, ‘Yaptığın bu işin ne yararı var?’ diye sordu. ‘Hiçbir yararı yok,’ dedim. ‘O zaman neden yapıyorsun?’ ‘Bir nedeni yok.’ ‘Düşündüm de, belki bir şeyler yazmak isterdin…’ Sözü nereye getirmek istediğini anlamıştım. Birkaç arkadaşıyla birlikte kendi başlarına ‘Yeni Gençlik’ adında bir dergi çıkarıyorlardı. O güne kadar tek ödülleri kayıtsızlık olmuştu; ne bir eleştiri gelmişti, ne de bir destek. Belki de kendilerini yalnız hissediyorlardır, diye geçirdim aklımdan. Ve şu yanıtı verdim: ‘Demirden bir ev düşün: ne kapısı var, ne de pencereleri; yıkılmaz bir ev; içerideki herkes derin uykuda, havasızlıktan ölüp gitmek üzereler. Bırak uykularında ölüp gitsinler, fena mı, hiçbir şey hissetmezler. Haykırıp çığlık atarak aralarında uykusu hafif olanları uyandırmanın, ölmeden dayanılmaz acılar çekmelerine yol açmanın ne âlemi var?’ ‘Ama,’ dedi eski dostum, ‘birkaçını bile uyandırabilirsek hâlâ umut var demektir; demirden evin bir gün yıkılabileceği umudu var demektir.’ Haklıydı; ne kadar uğraştıysam da, bende de bir umut uyanmasını engelleyemedim. Çünkü umut geleceğe ilişkin bir şeydir: umudu yadsımam ona inandırıcı gelmemişti. Sonunda onun için bir şey yazmayı kabul ettim: İlk kısa öyküm ‘Bir Delinin Güncesi’ böyle doğdu. Bir kez başlayınca da duramadım…” Lu Sün’ün, “Bir Delinin Güncesi”nin nasıl ortaya çıktığını anlattığı bu sözlerini okuduğumda, geçen yıl bu öyküyü Gezi Direnişi’ni yaratan gençler için çevirmemin ne kadar yerinde olduğunu bir kez daha gördüm. Çünkü direnişe öncülük eden, “hâlâ insan eti yememiş o çocuklar”, on yıldan fazla bir zamandır karşımıza dikilen “demirden ev”in bir gün yıkılabileceği umudunu seslendiren bir “sis çanı” olmuşlardı. Melih Cevdet’in o ünlü “Telgrafhane” şiirini okumuşlar mıydı. Okumuşsalar bile, Taksim’de, Elmadağ’da, Pangaltı’da, Beşiktaş’ta direnirlerken, o dizeleri akıllarından geçirmişler miydi? Bilmek olanaksız. Ama yinelemekte bir sakınca yok: “Uyumayacaksın / Memleketinin hali / Seni seslerle uyandıracak / Oturup yazacaksın / Çünkü sen artık o sen değilsin / Sen şimdi ıssız bir telgrafhane gibisin / Durmadan sesler alacak / Sesler vereceksin / Uyuyamayacaksın / Düzelmeden memleketin hali / Düzelmeden dünyanın hali / Gözüne uyku giremez ki... / Uyumayacaksın / Bir sis çanı gibi gecenin içinde / Ta gün ışıyıncaya kadar / Vakur metin sade / Çalacaksın.” Peki, o “demirden ev”in içinde mışıl mışıl uyuyanlar uyanmış mıydı? Hiçbir şey hissetmeden, uykularında ölüp gidecekler miydi? Yoksa uyanıp o umuda sarılacak mıydılar? n K İ T A P S A Y I 1 2 7 4 T E M M U Z 2 0 1 4 C U M H U R İ Y E T